"Ya Rabbi TÜRKİYE'mizde adaleti ve merhameti hâkim kıl.
gökyüzünden rahmetini, yeryüzünden bereketini esirgeme..."


MÜZEKKİN NÜFUS

MÜZEKKİ’N NÜFUS
Nefislerin Terbiyesi
EŞREFOĞLU RÛMÎ
OKUMAK/DİNLEMEK İSTEDİĞİNİZ KONU BAŞLIKLARINI TIKLAYINIZ


BU KİTABI ÜCRETSİZ İNDİR

MÜZEKKİ’N NÜFUS (NEFİSLERİN TERBİYESİ), Anadolu evliyasının büyüklerinden EŞREFOĞLU RÛMÎ Hazretlerinin duru bir Türkçeyle kaleme aldığı, bir nevi Müslüman şahsiyet eğitimi denilebilecek nefis terbiyesini bütün kavramlarıyla ele alan, seyr ü sülûk yollarında rehberlik eden pratik bir İslam ahlak kitabı.

Tasavvuf ehlinin ahlakını tüm halkın anlayabileceği şekilde anlatan, İslâm ahlakını pratik bir şekilde öğreten el kitabı.

Yazıldığı 15. yüzyıldan bu yana, asırlar ve nesiller boyu hem âşıkların, âriflerin hem de geniş halk kitlelerinin irfanını besleyen, Türk toplumunun iman ve ahlak anlayışına tesir eden Müzekki’n-Nüfus, günümüz insanının derunî açmazlarına da manevî merhem sunmaya devam ediyor. Dosta gidenin yolu gönüller içre geçer, diyen Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri, okurlarına Ezelî ve Ebedî olanın rızasını kazanma yolunda rehberlik ediyor.

Müzekkin-nüfus; islâm tasavvufunun esaslarını ve inceliklerini, açık ve samimî bir üslûp ve ifade ve seçkin kıssalarla açıklayan bir irfan ve ahlâk ilkeleridir. O nedenle kitabı derlerken bu samimi üslûbu korumaya özen gösterdik.

Müzekkin-nüfus; İslâm Ahlâk ve faziletlerinin özü ve özetidir.

Müzekkin-nüfus; insan olmak, insan gibi yaşamak, taklitten kurtulmak ve tahkike kavuşmak isteyenlerin rehberidir.

Müzekkin-nüfus; Kur'an-ı azim-ü Bürhanın emirlerini ve nehiylerini, Resul-üs-sakaleynin sünnet-i seniyyelerini ve Ehlullahın üstün ahlâk ve siyretlerini anlatan ve öğreten ve bu sebeple 500 ü aşkın yıldan beri Allâh Rızasına talip olan hakikat ehli tarafından daima aranan ve okunan bir şaheserdir.

Kitabın sonuna EVRÂD-I KADİRÎYYE ile şerhi de ilave edilmiştir.

Memleketimizde (EŞREFOGLU RÛMİ) (EŞREF ZADE) (EŞREF RÛMÎ) olarak tanınan ve anılan müşarünileyhin asıl adı, eserinin 25. sahifesinde ABDULLAH BÎN MUHAMMEMD-MISRI-î RUMİ-î KADİRİ ve 358. sahifede ŞEYH ABDULLAH BUN EŞREF BİN MUHAMMED-İL-MISRİ olarak açıklanmaktadır.

Tasavvuf âleminde EŞREF ZADE ŞEYH ABDULLAH-İR-RUMÎ

Künyesi ile şöhret bulan ve Kadiri tarikatının PİRİ-SÂNİ'si addolunan Eşrefoğlu Rûmi kuddise sırruh-us-sâmi hazretleri, Mısır'dan Türkiye'ye hicret ederek Bursa'nın kuzey doğusunda kâin İZNİK kasabasında yerleşen MUHAMMED adında bir zatın torunudur. Babasının adı EŞREF tir. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisine RÛMÎ denilmesinin sebebi de şudur: Bilindiği gibi, Doğu Roma'nın hudutları içinde oturanlara Romalı denilirdi. Bu kelime, arapçada Rûmi olarak ifade ediliyordu. Sonradan, Bizans imparatorluğunu yıkarak bu ülkeye sahip olan Osmanlı hükümdarlarına Rum padişahı, ülkeye Diyâr-ı Rum ve Anadolu Türklerine de Rûmi demek âdet oldu.

Nitekim, Hazret-i Mevlânâ'ya MEVLÂNA CELÂLÜDDİN-Î-RÜMÎ denildiği gibi, İstanbul'da Cihangir'den Tophane’ye İnen Kadiriler yokuşundaki Kadirhane'de türbesi bulunan ÎSMAÎL RÛMÎ hazretleri de bu nam ile anılmaktadır. Eşrefoğlu Rûmi hazretleri, gayet ciddî bir tahsil görmüştür. İlk tahsilini İznik'te tamamladıktan sonra Bursa'ya giderek Çelebi Sultan Mehmed Han medresesinde tahsiline devam etmiş, dânişmend (Sahn medreselerinde oda sahibi talebe) olarak girdiği bu medreseden mu'id (Müderris yardımcısı) olarak çıkmış ve birçok medreselerde ders vermeğe başlamıştır.

Bu arada, Bursa'da Ehlullah’ tan ABDAL MUHAMMED adında bir veli ile tanışmış ve bu zatın telkinleri ile zahir ilminin kâfi olduğunu anlayarak tasavvuf yoluna girmiş ve bu yolda nasibini aramağa başlamıştır. Bir müddet sonra, EMİR SULTAN adıyla anılan Halveti meşâyihinden Muhammed Şemsüddin hazretleriyle de tanışmak şerefine nail olmuş ve bu zatın tavsiyesiyle Ankara'ya giderek Bayramiye tarikatı Piri Şeyh Hacı Bayram-ı, Veli kuddise sirrahul-celi hazretlerine intisap etmiş, seyr-ü sülûkü orada ikmal etmiştir. Daha önce Akşemseddin hazretleri ile, Muhammediyye sahibi Yazıcı Zadenin ve bu arada Eşrefoğlu Rûmi hazretlerinin seyr-ü sülûküne merkez olan bu çilehane Hacı Bayram-ı Veli cami -i-Şerif inin altında bugün hala mevcuttur. Şeyhinin takdir ve teveccühüne mazhar olan Eşrefoğlu, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kızı Hayr-ün-nisâ hanımla evlenerek zâhiren ve batınen pirine evlât olmuştur.

Ancak, Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, müridi ve damadı olan Eşrefoğlu Rûmî hazretlerinin ezeli nasibinin Kadiri tarikatında ve o tarihte Suriye'nin kuzeyinde ve Asi nehrinin kuzey sahilinde kâin Hama şehrinde bulunan Gavsül-â'zam Hz. Abdülkadir Geylâni’nin torunlarından olan Şeyh Seyyid Hüseyin Hamavi'nin irşâdında olduğunu keşfen anladığından, kendisini Hama şehrine göndermişlerdir.

Bu suretle Bayramiye müridi olarak Hama’ya giden Eşrefoğlu Rûmi hazretleri, oradan kâmil bir Kadiri şeyhi, yani Şeyh Abdullah-ir-Rûmi-i- Kadiri olarak doğum yeri olan İznik’e dönmüşler ve Kadiri tarikatının EŞREFIYYE kolunu te'sis buyurarak PÎR-Î-SÂNİ' liğe yükselmişlerdir.

Âlem-i cemale intikal buyurdukları Hicrî- 874 (Milâdî- 1469) tarihine kadar, İznik’te Pınarbaşı deresi civarında yaptırdıkları tekkede, binlerce kişiye feyiz ve irşâdı ile ışık tutmuş, pek çok meşayih yetiştirmiş gerek İstanbul'da ve gerekse bu havalide birçok tekkeler kendisine bağlanmışlardır.

Müzekkin-nüfus adındaki eserinin 358. sahifesinde tarikat silsilesini bizzat şu şekilde açıklamaktadırlar:

— Şeyh Abdullah bin Eşref bin Muhammed-îl-Mısri (Şeyh Abdullah-ir-Rûmi'nin tövbesi ve telkini ve tâcı ve hırka ve seccadesi ve ameli ve terbiyesi ve icazeti Şeyh Seyyid Hüseyin Hamavi)

— Mürşidi, ehl-i tarikat ve erbab-ı hakikat atası Seyyid Şehabeddin Ahmed

— Bahr-il-esrar atası Seyyid şeyh Hüsameddin

— Mâ'den-ir-rümuz ve mû'ciz-il-künuz atası Şemsüddin Muhammed

— Sultan-ir-Rabbani ve kutb-us-Samedani atası Şeyh Muhyiddin Abdulkadir-i Geylânî'dir. (Bunlar İmam-ı Hüseyin oğullaırındandır.)

— Kâşif-il-esrâr Şeyh Ebû Said bin Aliyyü-Mahrusi'den dır.

— Hâris-il-Evliyâ Şeyh Eb-ül-Hasan bin Yusuf Kureşi-i- lilkâri'dendir.

— Kutb-u devâ'ir-î-Evliyâ-i vel-asfîyâ Şeyh Ebul-Faruk Abdulvahid bin Abdül aziz 'dendir.

— Lisan-il-kuds fi beyan-iş-şems Şeyh Şibli'dendir.

— Seyyid-il-tavâ'if-i vel-âfak Şeyh Eb-til-Kasım Cüneyd-i Bağdadi'dendir.

— Sultan-il mürşidiyn-i fil-âlemiyn Serri-i Sakati'dendir.

— Şeyh Mâ'ruf-u Kerhi'dendir.

— Dâvud-u Tâ'idendir.

— Şeyh Habib-i Â'cemi'dendir.

— Şeyh Hasan Basri'dendir.

— Emir-el-mü'miniyn Ali bin Ebi-Tâlib radıyAllâhu anhtandır.

— Hâtem-en-Nebiyyin ve îmam-el-mürseliyn Resulü Rabbü-âlemiyn Hz. Muhammed Mustafa sallAllâhu teâlâ aleyhi ve sellem efendimizdendİr.

— Emin-i vahy-i ilâhi Cebrail aleyhisselâmdandır.

—Mâlik-il-mülk zül-celâl-i vel-ikram hazretindendir.

Eşref zade azm-i cihan eyledi mısrası, âlem-i cemale intikalinin tarihi olan 874 hicrî yılını göstermektedir.

Tecelli şevki didânın beni mest eyledi hayran,

Enel-hak sırrını camdan anınçün laimazam pinhân.

Matla' ı ile başlayan meşhur ilâhisi, birçok arifler tarafından şerh edilmiş bulunan Eşrefoğlu Rûmi hazretlerinin, pek çoğu ilâhi olmak üzere sufiyane şiirleri de vardır ki, divanı birçok defalar basılmıştır.

En son hicrî 1291 tarihinde basılmış olan Müzekkin-nüfus adındaki eserim hicrî- 852 tarihinde te'lif buyurmuşlardır ve 523 yıldan beri birçok defalar basılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Basılmamış olan ve bazı kütüphanelerimiz de yazma nüshaları bulunan diğer eserleri de şunlardır:

Tarikatnâme- îbaretnâme- Mâ’zeretnâme- Delâ'il-ün-Nübüvve-Fütüvvetnâme- Elestnâme- Hayretnâme- Münacatnâme- Nasihatnâme- Esrar-tit-tâlibiyn- Tâcnâme.

Aziz ruhuna Fatihalar ithaf ederken, O'nun bir dörtlüğü ile bu bahse son veriyoruz:

Bu şöhretten geç Eşref oğlu Rûmi,

Ki âşıklara şöhret tuzak oldu;

Elin çek, fariğ ol cümle cihandan;

Sana çün bu cihan bir uğrak oldu.

Hamd-ü-senâ ve salât-ü-selâmdan sonra bilmiş olunuz ki, Âdemoğullarının nefisleri Dört kısımdır:

Nefsin birinci kısmı EMMÂRE'lik üzeredir.

Nefsin İkinci kısmı LEVVÂME'lik üzeredir.

Nefsin üçüncü kısmı MÜLHİME 'lik üzeredir.

Nefsin dördüncü kısmı MUTMAİNNE lik üzeredir.

Hak teâlâ hazretlerinin huzuru izzetine çağırılan MUTMAÎNNE nefistir.

Hak teâlâ hazretlerinin huzuru ilâhisinden reddolunan ve kovulan EMMÂRE nefistir.

Amma, Hak teâlâ hazretleri, lütuf ve keremiyle mürşid-i kâmillere o kadar ilim ve o kadar kudret vermiştir ki, nefs-i- emmâreyi terbiye ederek, emmârelikten levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneliğe döndürürler, İRCÎ'IY hitabına “Rabbin senden, sende ondan razı olarak rabbine dön” (Fecr Suresi 28)

Kabiliyet kazandırırlar, Allahu teâlâ hazretlerine gerçek kul ve Resûl hazretine ümmet ederler, huzur-u-İlâhiden redolunmaktan ve kovulmaktan kurtarırlar.

Şu hâlde, önce sana emmâre nefis nasıl olur, mülhime nefs nice olur, mutmainne nefs nice olur, huzuru izzete çağrılmak nice olur, bunları anlatayım; mertebelerini ve sıfatlarını' bir bir anlatıvereyim ve kendi nefsini de sana bildireyim. Fakat, sen de gaflet pamuğunu çıkar ve kulağını biraz benden yana tut ki, söyleyeceklerimi iyice duyup anlayabilesin.

Nefs-i-emmâre sahipleri, üç bölük tâifedir:

1-Biri FÂSIK lardır. (Açıkça günah işlemekten çekinmeyen mü’min)

2-Biri MÜNAFIK lardır.

3-Biri KÂFİR lerdir.

Hak teâlâ Kuranda buyurur:

“Ben, nefsimi temize çıkarmıyorum. Zira, nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emredicidir.” (Yusuf sûresi: 53)

Yani, demek olur ki nefs-i-emmâreden beri olun. Çünkü, nefs-i-emmâre sizi benden azdırıcıdır. Böyle olduğuna göre, Allah'tan azan ve âsi olan, itikadına göre ya kâfir olur ya münafık olur veya fâsık olur. Kâfir nicedir, münafık nicedir, fâsık nicedir diyeyim de var sen de kendini şeyhe ulaştır, nefsini terbiye ederek emmârelikten kurtar ve mutmainneliğe kavuştur. Zira, bu nefis dedikleri süt emen bir çocuğa benzer. Bırakırsın anasının memesini emer, fakat eme durduğu sütten keserek güzel yiyeceklere alıştırırsan, onu da öğrenir ve onu ister. Öyle ise, şunlar ki nefs-i-emmâre zulmetinden günah felâketine müptelâ olmuşlardır ve lâkin gönülleri imânı ve islâmı kabul etmiştir. Yani, Allah'ın birliğine, ezelî ve ebedî olduğuna, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin gerçekliğine, haşre ve neşre, kitaplara, meleklere, peygamberlere, Hak teâlânın buyurduklarının hak olduğuna, Resûl aleyhisselâmın buyurduklarının da hak ve gerçek olduğuna inanmış ve itikat etmişlerdir. Ne var ki, nefisleri emmârelikten kurtulamamıştır, işte, böyle olan kişilerin adları, nefs-i-emmârenin sıfatları ile sıfatlandıklarından ötürü FÂSIK'lardır.

Nefs-i-emmârenin sıfatları nedir dersen, onu da aşağıda söyleyeceğim, duyar öğrenirsin. Şimdi, bu dediğim tâife ki fâsıklardır, eğer tövbe ederek emmâreye uymaktan vazgeçerlerse, Allahu teâlâ onları kabul eyler ve günahlarını yüzlerine vurarak azap etmez. Zira, tövbelerinden dolayı o günahı işlememiş gibi olurlar. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: Günahına tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir, buyurmuşlardır. Eğer, fâsıklar tövbesiz olarak ve fakat imânla ölürlerse, günahlarının cezasını görürler ve cehenneme girerler. Hak teâlânın dilediği kadar yandıktan sonra, nihayet cehennemden çıkarılır ve cennete gönderilirler.

La ilahe illallah demelerinin nuru ve: Muhammed’ ün Resûlullah demelerinin şefaati onları cehennemde ebedî koymaz, çıkarır." Resûl aleyhisselâmın: “Kalbinde zerre miktar imân bulunan, ateşten çıkarılır”, buyurmaları bunlara işarettir.

Yine, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

— Bir kavim vardır ki, cehennemde kara kömür gibi yanar ve alazlanır. Onları alır ve hayat nehri adındaki ırmakta yıkarlar, derileri yeniden biter, yüzleri ayın on dördü gibi olur: Allahu teâlâ, bunları ateşten azat eyledi, denilir.

Fâsıkların hallerini anlattıktan sonra, şimdi de kâfirlerin ve münafıkların hallerini bildireyim:

Bunlar hakkında nice âyet ve Hadis gelmiştir ki, kâfirler ve münafıklar cehennemin en alt tabakasına girerler ve orada ebedî olarak kalırlar. Nitekim, Kur’an-ı-azim-üş-şânda:

“Allahu teâlâ, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya toplayacaktır.” Nisâ sûresi: buyurulmuştur.

Bir diğer âyet-i kerimede de:

“Şüphesiz, münafıklar cehennemin en aşağı katındadırlar.” Nisâ sûresi. Buyurulmaktadır.

Kâfirlerin ne tâife olduklarını elbette bilirsin: Putperestlerdir ve Allâh’ın kelâmını ve Resulünü inkâr edenlerdir. Amma, bir kâfir daha vardır ki, küfür kelime söyler ve o söylediği küfürden dönüp tövbe ve istiğfar etmez, küfür kelimesinin üzerinde ısrar eder — Ne'ûzü billah— dünyadan imânsız gider. Onlar da kâfirlerdir.

Fakat, münafıklar iki türlüdür:

Münafıkın biri o kimselerdir ki, halk içinde namaz kılar, oruç tutar görünür ama kafalarına ve inançlarına denk kişilerle buluşunca birbirlerine küfürlerini açıklarlar ve küfür kelimeleri söyleşirler. Onlar kimlerdir? Cebri'ler, Kaderi'ler, Hurufi'ler, îbahi'ler, Hulûli'lerdir ve daha bunlara benzer kimselerdir. Bunların sözlerini söylemek yaramaz.

Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“O ateşe ancak Hakkı yalanlayan, peygamberleri inkâr eden, imân ve tâ'atten yüz çeviren bahtsız kafirler girer.” Leyl sûresi: 15- 16

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri de bu gibiler hakkında:

“Üç haslet kimde varsa, o münafıktır,” buyurmuşlardır. Her kimde, bu üç hasletten birisi bulunur ve bunu terk ederek tövbe etmezse münafıklıktan kurtulamaz, ne kadar namaz kılar, oruç tutar ve kendisini müslüman sanırsa da müslüman olamaz.

Bu üç haslet şunlardır:

  • Söz söylerse, yalan söyler.
  • Söz verirse, sözünde durmaz.
  • Emanet edilirse, hıyanet eder.

Bir rivayete göre de iki haslet daha vardır ki, o da nifaktandır:

Ne zaman ahdeylerse, ahdini bozar. Bir kimse ile çekişince, ona kötü sözler söyler, yani söver.

Müslüman olan kimselerin, bu sıfatlardan sakınmaları gerekir. Şunu da iyi bilmelidir ki, nefsi emmârelikten döndürmeyince şakilikten (günahkarlıktan) kurtulmaz, kurtulması da mümkün değildir. Zira, NEFSİ EMMÂRE denilen nefis, sahibini hayra iletmez. Daima, şekavete ve nifaka götürür. Fıska ve fücura yöneltir. Çünkü, EMMÂRE'nin mânası EMİR yani BUYURUCU demektir ve buyurduğunu yaptırıcı demek olur. Böyle olduğu için, her kimin ki, nefs-i-emmâresi bedeni şehrine emir olur ve emirlerini geçirirse, iyi bilmelidir ki o kişi —Allah korusun— ya fâsık ya münafık veya kâfirdir. Zira, nefs-i-emmârenin sıfatları bunlardır, bunlara benzer huylardır.

Öyle ise azizim: İnsanda kemal odur ki, nefsini bilmeli, kötü huylarını ve çirkin ahlâkını görmeli, güzel ahlâk ile ahlâklanmalı ve nefsine İRCl'IY hitabına kabiliyet kazandırmalı ve mâ'rifet-i-hak (Allah’ı tanımak, bilmek) hasıl olmalıdır. İnsan olmaktan maksat, Hakkın mâ'rifetini hasıl etmektir. Nitekim, Hak tealâ bir hadisi Kutside şöyle buyurur:

“Ben gizli bir hazineydim. Bilinip, tanınmayı diledim. Bu yüzden insanları yarattım.”

Demek oluyor ki, bütün yaratılanlar marifet için, yani Hakkı bilmek için yaratılmışlardır. Allahu Teâlâ’yı bilmeyen ve onun birliğine şehadet etmeyen yoktur. Herkesin halli halince marifeti ve marifetten nasibi vardır: Kâinatta bulunan her şey, O'nun birliğinin delilidir.

Fakat, o marifet ki hakikattir, yani Hak teâlânın zatına ve sıfatına mahsus bir ilimdir, işte o insandan başkasında bulunmaz. Ne var ki, her insanda da bulunmaz. İnsanlar içinde bir taife vardır, onlar HASSÜL-HAS'tır. Bu

Konuda söylenecek söz çoktur. HASSÜL-HAS derler ki, hakiki marifet onlarda olur. Demek ki, her kim hakiki mârifet hasıl ettiyse, o HASSÜL-HAS'tır. Evet, bunda söz çoktur, lâtif bahisler ve sualler vardır, inşa'allahu tealâ bunun şerhi daha aşağıda yapılacaktır.

Mârifetullah, üç mertebe üzeredir:

Biri MÂ'RÎFET-Î UMÛMİ'dir. Bunda bütün mahlûkatın hepsi müşterektir.

Biri MA'RIFET-Î-HAS'tır.

Birisi de MÂ'RÎFET-Î-HASSÜL-HAS'tır.

Mâ'rifet-i-hassül-hassa belirli kişiler ulaştığı için buna HAKÎKİ MARİFET denir.

Ancak bununla da gelişme tamamlanmaz, zira kişi nefsinde fani olmayınca mahbup tecelli etmez. Kişi bütünü ile fani olmayınca ve tâlipte mahbup tecelli etmeyince inkişâf tamamlanmış olmaz. Bu acayip bir sözdür, inşa’allahu tealâ aşağıda HALVET faslında şerhi yapılacaktır.

Şimdilik şunu iyi bil ki, mâ'rifetullah üç mertebe üzerine olduğu gibi, iman dahi üç mertebe üzerine dir. Çünkü, kişinin imanı mârifetine ve mârifeti de imanına göre olur.

Bu konuda da söylenecek çok söz vardır. Söylersem söz uzar, maksattan uzaklaşılır. Şimdi ben sana bu üç mertebe imanı da söyleyeyim ki, bu kitapta müşkiller kalmasın. Sen de bu mertebeler üzerine isen, ümit olunur ki bunları öğrendikten sonra taklit imandan kurtulur, imanını avamın imanından Hassül-hassa eriştirir ve bu fakir müellifi de hayır duadan unutmazsın.

Bilmiş olunuz ki, imân da üç mertebedir:

Biri avamın imanıdır ve esfele sâfilindir ki, ondan aşağı iman yoktur. Bundan ileri iman da yoktur, zira, bunsuz iman tamam olmaz. Fakat, bundan aşağı iman yoktur denilmesinin sebebi, bundan aşağısı ile cehenneme gidilir mânasına dır. Zira, imanın temeli ve aslıdır. Avamın imanı hakkında yukarıda bazı şerhler yapmış ve demiştik ki, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: şöyle buyurmuşlardır.

Avamın imanı TAKRÎRÜN BÎL-LÎSAN VE TASDÎKUN BÎL-CENÂN'dır. Yani, dil ile söylemek ve kalp ile tasdik etmektir.

Server-i kâinat aleyhi ve âlihi efdal-üt-tahiyyat efendimiz hazretleri:

“İman; Allahu teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra tekrar dirileceğine, cennete ve cehenneme, hayır ve şerrin Allahu teâlânın takdiri ile olduğuna dil ile ikrar etmen ve gönül ile inanmandır.” Buyurmuşlardır.

İşte, bu mertebe iman avamındır. Bundan aşağı iman yoktur. Bunları inkâr eden, kâfirdir demek olur.

Bundan yukarı bir mertebe has’ lardır ki, ona İMAN-I HAS derler. Hasların imanı da bunları ikrar ve itikat edip avamın imanını bildikten sonra amelde, kavilde ve fiilde ve ibadette: (Allahu teâlâ beni görür.) diye işlerler. Bunlar her ne yaparlar ve her ne işlerlerse, Allahu teâlânın kendilerini gördüğünü bilirler Buna, havassın imanı denildiği gibi ÎMAN-I-ÎHSAN da denilir. Zira, Hz. Resûl aleyhisselâmdan sorulduk ta:

-En büyük ihsan, Allahu Teâlâ’yı görür gibi ibadet etmendir. Sen, onu görmesen bile, o seni görür, buyurmuşlardır.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz böyle buyurduklarına göre, bu mertebe imana İMAN-I-İHSAN dense olur.

Bundan da açıkça anlaşılıyor ki, havassın imânı ibadet ve tâ'atte Allahu tealâyı görür gibi olmaktır. Her türlü işlerinde, sözlerinde, zahirde ve bâtında (dışlarında ve içlerinde) böyle düşünür ve hazır görürler. Allahu teâlânın ululuğunu öyle fikrederler ki, gönüllerine Allahu tealâ’dan başka hiçbir şey gelmez. Allahu tealâyı zikretmekten başka, hiçbir şeyle sefaları olmaz.

Oturmaları, kalkmaları, yürümeleri edep ve hudû içinde olur. O kadar ki, sağlarından sollarından haberleri bile olmaz. Yanlarında erkek mi, kadın mı, hayırlı mı, şerli mi, kim var bilmezler. Huzurları da amelleri de bu dereceye varır ve imanları o derece yakin olur.

Fakat, bunlardan yukarı bir mertebe daha vardır ki ona da HASSÜL-HAS derler. Onların imanı, ihlâsı ve ameli o mertebede bulunur ki, gönülleri Allahtan başkasının hayalinden pâk olup arınır, basiret gözleri açılır. Hak teâlâ, onların ruhuna sıfatlardan bir sıfat ile tecelli eder. Onlar da o tecelliyi basiret gözü ile görürler. O tecelliye iman getirirler. Bütün uzuvları ile yani elleri, ayakları, gözleri, kulakları ile, zahir ve bâtın ile hatta saçının ve sakalının her kılı ile Hakka iman ederler. Bu mertebede olan Hassül-Has'lar, yukarıda sözü geçen Has'lardan yukarıdadır. Bu konuda da söz çoktur.

Havas talibler kendilerinden fâni olur mu, olmaz mı? Onu da sırası gelince inşa'allahu tealâ bildireceğiz.

FENA ve FÂNİLİK

Fena veya fânilik de birkaç mertebe üzerinedir. FENAY-I-SURET ve FENÂY-I-RUH vardır. Bu tariktir, dervişlikte öyle yerler ve haller vardır ki, söz ve yazı ile anlatılamaz, harfler ve seslerle ifade olunamaz. Bunlar, dil ile denir ve kulakla işitilir. Bazan görülür, işitmekle olmaz. Bazan da görmekle ve işitmekle de olmaz. Tatmak gerekir: Tadmayan bilmez.

Ey aziz kardeşim:

Elimizin erdiği, dilimizin döndüğü kadar avamın ve havasın imanlarını anlatmaya çalıştık. Şimdi de Hassül-Hassın imanını bildirmeye gayret edelim. Gerçi, Hassül-hassın imanını kimse sözle ve yazı ile anlatamaz, tamamı tamamına şerh olunamaz. Meşayihin ulularının söylediklerinden anlaşılabildiği kadar anlaşılır ve kalanı da bunlardan anlaşılır. Biz de bunlardan faydalı bir işaret ile birkaç söz söyleyelim ki, kalanı da anlaşılabilsin.

Hassül-has imanının nihayeti, sınırı yoktur. Bunların, sülûkünün (yolculuğunun) sonu da yoktur. Şu kadarını bil ki, Hak teâlânın rahmeti, kullarının üzerine üç mertebedir:

Biri RAHMET-Î-UMÛMİ’dir.

Biri RAHMET-Î-HAS'tır.

Birisi de RAHMET-Î-HASSÜL-HAS ' tır.

Bu sonuncusunun şerhi, inşa'allahu tealâ kitabımızın sonunda yapılacaktır.

İlki, rahmet-i-umumi’ dir yani genele mahsus rahmettir demiştik. Dünyada kâfir ve müslüman, avam ve havvas, ins ve cin, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar ve bütün mahlûklar bu umumi rahmetten istifade eder.

İkincisi rahmet-i-has'tır ki, Hak tealâ onu âhirette mü'min kullarına vaat etmiştir, mertebelerine göre rahmet etse gerekir.

Ey aziz:

Bunları demekten maksadım şudur. (Ben, Lâ ilâhe illallah Muhammed’ ün Resûlullah derim, namaz kılarım, oruç tutarım, hacca giderim, zekât veririm, tövbe ederim...) diye kendine güvenmeyesin. Bunların, yalnız dış görünüşlerine kanaat etmeyip, ibadet ve tâ'at yolunda daha çok çalışarak bu mertebelere ulaşasın, yoksa nefsin emmârelik üzerinde durdukça bu devletlerden ıraksın. İnsanlık menziline erişmiş değilsin. O halde, çalışmayı elden bırakmamak gerektir. Bu da yalnız zâhiri ibadetlerle olmaz. Hak tealâ Kur'anda buyurur:

“İnsan için, kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” Necm sûresi: 39

Bundan da anlaşılıyor ki, ibadet ve tâ'at yolunda durup dinlenmeden çok çalışmak lâzımdır.

Ey aziz:

Yalnız zâhiri ibadetlerle olmaz demem sana tuhaf gelmesin. Çünkü, Hak tealâ Kur'anda buyurur ki:

“Kim, Rabbine kavuşmayı dilerse, onun rızasını isteyerek salih bir amel işlesin ve Rabbinin ibadetine kimseyi ortak etmesin.”

— Salih amel nedir? Şöyle cevap verdiler:

— Salih amel, iki nevidir. Biri zâhiri ve sûret, diğeri batini ve manevidir. Zâhiri salih ameller, bütün farzları, sünnetleri ve edepleri ile şeriatin emirlerini yerine getirip, Allahu Teâlâ’nın yarattıklarından hiç kimseyi incitmememektir. Mahlûkatın nefsine ve malına ziyan ve fesat yerecek hallerden ve fiillerden sakınmak ve kaçınmaktır. Bâtınî ve mânevî salih ameller ise, kalbi nefsin fesadından kurtarıp salâha götürmek, nefsi emmârelikten mutmainneliğe döndürmektir. Demek oluyor ki, yalnız zâhiri salih amellerle olmaz, bâtınî ve mâ'nevî salih ameller de lâzımdır.

Her ne hal ise, sözü uzattık ve maksattan uzaklaştık. Bütün bunların şerhi aşağıda ikinci bölümde inşa'allahu tealâ uzun uzun anlatılacaktır.

Biz, yine maksada dönelim:

Buraya kadar, nefs-i emmâreyi ve onun ehlinin fâsıklar, münafıklar ve kâfirler olduğunu ve bunların amel ve itikatları ile dünya ve ahiretteki mertebelerini belirtmeğe çalıştık. Şimdi de nefs-i-levvâmeyi, mülhemeyi ve mutmainneyi

Bilmiş ol ki, levvâme olan nefis zâlimdir ve mülhime olan nefis maksuttur. Bunların ikisinin de sahipleri cennet ehlidir ve mertebeleri birinin birinden a'lâ (yüksek) ve ednâdır (aşağı). Bunlardan birinin mertebesinin diğerinden a'lâ olduğuna sebep nedir? Şimdi onu da anlatayım duy, öğren ve sıkı bir cehd ile nefsini bu dünya hayatın da iken emmârelikten levvâmeliğe ve mutmainneliğe eriştir, erkenden işini bitir, kendini Allahu tealâya ısmarla, ibadet ve tâ'at üzerine ol ve öyle yürü ki, yarın gam ve tasa günlerinde gamsız ve ferah olasın.

Zira, dünyada yaşarken her kişiye nefsini bilmek ve terbiyesi ile meşgul olmak elbette lâzımdır. Amellerini de görmek ve bilmek, yaramazını değiştirip iyisini getirmek ve nefs-i- emmârenin afetlerinden sakınmak da elbette lâzımdır. Çünkü, kişinin ameli, dünyadan ahirete götüreceği malıdır. Bu sebeple, burada iken bu malın işe yaramazını bırakmalı ve iyilerini o âleme iletmelidir, ki yarın Hazret-i Hakka arz olununca yüzüne vurulmasın. Zira, kişi ahirete gidince, amelleri Hak tealâ hazretine arz olunur, terazide tartılır ve arasat meydanında ortaya getirilir. Bunu düşünmeli, daima göz önünde bulundurmalı ve ona göre hazırlanmalıdır. Yoksa, yarın pişman olursun ama o pişmanlık fayda etmez, illâ nedamet ve hasret hasıl olur. Demek ki, kişiye son pişmanlık fayda vermez.

Ey aziz kişi:

Bu dünya evinde amellerine mukayyet olmayan, iyisini kötüsünü bilmeyen neye benzer bilirmisin? Bir tüccar bir vilâyete varıp birçok bağlı yükler alıp sattı. İbrişim yüküdür, dediler ama yükün ağzını açıp içinde ne olduğunu bakıp görmeden, bilmeden aldı başka bir vilâyete götürdü ve yükleri açtı ki ne görsün? İbrişim diye görmeden, bilmeden aldığı şeyler, hiçbir değeri olmayan eski abalar değil miymiş? İşte, o zaman bu yüklerin sahibi olan tüccar nasıl mahcup olur, utanır ve hem itibarı sarsılır hem de büyük bir zarara uğrarsa; dünyada iken nefsinin amellerinin iyisine, kötüsüne bakmayan ve onları salâha götürmeyen kişi de o amel yükünü dünyadan ahirete, kıyamet meydanına iletip, Hak tealâ hazretine arz edince, öylece yüzüne vururlar, zarara uğrar ve mahzun olur.

Şimdi ey aziz: Vücut amellerinin yükünü burada iken aç bak! İyisini, kötüsünü seç ve hepsini birer birer gör! NEFS-İ EMMÂRE' den hasıl olan amellerinin hepsini bırak! Çünkü, bu gibi ameller Hak tealâ hazretlerinin sevmediği, beğenmediği amellerdir. O ameller ki, nefs-i levvâmeden ve mülhimeden hasıl olmuştur, onları da iyice bir gözden geçir ve yokla ki, aralarına dünyadan bir şey karışmış olmasın. Eğer, nefs-i emmâreden karışmış bir kusur varsa bu kabirde sana yakın ve yoldaş, kıyamette azap olur.

Şunu da bil ki, iyiyi kötüyü ayrıt edebilmek de ancak mürşide arz etmekle mümkündür. Kötüleri ve kötülükleri bırakmalı, bunlardan rücu etmeli ve meşayih elinde tövbe etmeli ve onun amelini işlemelidir.

O ameller ki, nefs-i mutma'inne den hasıl olur, sırf iyi amellerdir, hepsi padişaha lâyıktır. Bunun içinde, sebat etmeli ve çok çalışarak nefs-i emmârelikten, levvâmelikten ve mülhemelikten mutma'inneliğe yetişmelidir. Çünkü, nefsi mutma’inne lik makamına varınca Hazrete lâyık olur ve Hak teâlâ hazretlerinin huzuruna çağırılır:

“Ey emin ve mutma'in olan nefis! Ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak Rabbine dön.” Fecr sûresi: 27—28

Denilir. Hal böyle olunca, kişi kendi nefsini bilmek ve onun islâhı ile meşgul olmak elbette lâzımdır. Amellerinin iyisini ve kötüsünü görmek gerektir. Yaramaz olanlarını bırakmak ve iyilerini de âfetlerden korumak zaruridir. Zira, onları bütün ayıplarından arındırıp kurtarmayınca, Rabbini bilmek hasıl olmaz.

Nitekim:

  • Kim ki, nefsini bilir; Rabbini de bilir.

Bunun sırrı çok iyi düşün. Hepsini söylersek söz uzar ama bazısını diyeyim, çünkü münasip düştü:

Söz, sözü açar.

Meselâ, kişi evvelâ nefsini bilmelidir. Sonra da nefsin mânasını bilmelidir. Nefsin mânası bilinmeyince, mâ'rifet-i Hak yani Rabbini bilmek de hasıl olmaz.

Meşayihe göre insanın nefsini bilmesi üç mertebede olur.

  • Birincisi Sureti nefsi bilmektir.
  • İkincisi Sıfatı nefsi bilmektir.
  • Üçüncüsü Zatı Nefsi bilmektir.

Nefsin manası bilinmeden Hakkın manası bilinmez.

Nefsin terbiyesi ile meşgul olarak riyazet ve mücahede ile ve zikrullah ile meşgul olunca, sıfat-ı insan, mânayı insana ulaşır ve sıfat-ı Hak mânayı insanda tecelli edip görününce marifeti nefs, nefsin bilinmesi gerçekleşir.

Onun için, nefsini bilmek gerektir. Zira, nefsin hakikatine ulaşıldığında o zaman mânayı insan sadece Hak olarak görünür. Onun için, tâlip kendi mânasından hakkı temyiz etmesi gerekir. Kendi mânasına hak derse, hakkı bilmemiş olur.- MEN AREFE NEFSEHU (KİM NEFSİNİ BİLİRSE MAKAMINA) makamına ermemiş olur. FEKAD AREFE RABBEHU (RABBİNİ BİLİR) mertebesine nasıl ulaşır?

Birçokları, bu yüzden yanıldılar. Nefsin mânasını hak tasavvur ettiler. Sıfat-ı hak onda zâhir olduğundan ENEL-HAK dâvasına düştüler. Nitekim, Şeyh Bayezid-i Bestami rahmetullahi aleyh der ki:

— Otuz yıl, türlü mücahedeler ve riyazetlerle, türlü horluklarla talep kapısında oturdum. Matlup, Bâri tealâdır yetişeyim dedim. Otuz yıl sonra, dostla benim aramda olan perdeyi kaldırdılar. Gördüm ki, Perdenin ardından çıkan Beyazit oldu, Bayezid perde arasında zâhir oldu.

Yani demek olur ki, Bayezid Bayezid'de tecelli etti. O zaman anladım ki, istediğim yine ben imişim. Çünkü gördüm, görünen Bayezid imiş ve mânayı Bayezid'de görünen Hak sıfâtı imiş, mânayı Bayezid'i bildim.

Demek ki:

Kim ki, nefsini bilir; Rabbini de bilir gerçekleşti

Öyle ise, bir kimse kendi mânasını bilip, ondan hakkı bilmese «Bana mâ'rifet-i nefs hasıl oldu.» demesi doğru olmaz.

Kim ki, nefsini bilir; Rabbini de bilir.

Demenin bir sırrı da budur. Yani, kim ki kendi mânasını bilirse, o Rabbini de bilir, demek olur. O kimse ki, kendinin niteliğini bilmez, o Hakkı da bilmez, gayrisini hiç bilmez, ondan dolayı hakkı dahi hiç bilmez. Demişlerdir ki:

Kendi niteliğini bilmeyen ve söyleyemeyen kişi, nasıl olurda o Gâni Cebbar'ın nice olduğunu ne bilir?

İyi bil ki, nefis emmârelikte veya levvâmelikte yahut mülhemeliktedir, bu mertebelere erişerek mârifet-i Hak hasıl edemez. Tâ ki onda tasfiye tamam olup Mutma’inneliğe varıncaya kadar bu böyledir. Demek ki, Hazret-i Hak çağırmayınca, kimse hazrete varamaz. Çağırılmak ise, ancak mutma'inneliğe mahsustur. Nitekim Hak tealâ buyurur:

“Ey emin ve mutma'in olan nefis! Ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak Rabbine dön...” Fecr sûresi: 27—28

Öyle ise, Hakka tâlip olana lâzımdır ki, evvelâ nefsin suretini bilmeli, sıfattan manaya yetişmelidir ki, ondan mârifet-i Hak hasıl olsun, Vallahu â’lem.

Sözü uzattık, yine maksada gelelim: Bu bahsin geri kalanı aşağıda ayrıca ele alınacaktır. Evet, sözümüz nefsi mülhime’nin, nefs-i levvâmeden yukarı olmasının sebebini bildirmekte idi. Dinle şimdi ki, mülhime nefsin levvâmeden yukarı olmasının sebebi şudur:

NEFSİ LEVVAME, bir zamanlar NEFSİ EMMÂRE ye uymuş idi, âhiret amellerini bırakıp, kitabı ve sünneti terk edip, şeytan yoluna girerek cehennem yolunda yürümüş, büyük veya küçük birçok günahlar işlemiş idi. Amma, Hakkın inayeti yetişti ve nefis emmârelikten ayrıldı, cennet yolunu istedi, cennet amelleri ile meşgul oldu, nefs-i emmâreden yüz çevirdi, vardı bir mürşit kapısına düştü ve mürşidi de onu terbiye ederek, nefs-i levvâmeyi nefs-i mülhimeye döndürdü. Zira, nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır. Birisi, nefs-i emmâreye ve diğeri nefs-i mülhime dönüktür. Nefs-i mülhime’nin de iki yüzü vardır. Bir yüzü levvâmeye ve bir yüzü de mutma'inneye dönüktür.

Nefs-i mutma'innenin iki sıfatı vardır. Birisi sıfat-ı râdıyye ve diğeri sıfat-ı merdiyye dir. Aşağıda, kitabımızın ikinci bölümünde inşa’allahu tealâ bunlardan söz edilecektir.

Evet, nefs-i levvâme gerçi bir yandan nefs-i emmâreden yüz çevirip, mürşid-î kâmil önünde artık nefs-i emmâreye dönmeyeceğine dair tövbe edilse de. Tekrar emmâre liğe meyletmesin den korkulur.

Bu nedenle tövbeyi bozmadan levvâme lik te sabit kalmak gerekir. Bunlar, öldüklerinde cennete girerler ve Allah'ın Fazlı, Resulün şefaati ve Meşayihin yardımı ile herhalde cehenneme gitmezler. Zira, kişi hangi yol üzere yaşıyorsa, ahirete varınca da kadar o yol üzere gider. İyi hal üzere bulunanların yolu cennet yoludur. Fısk ve fücur yolu da cehennem yoludur, öyle ise, bu nefs-i levvâme yolunda olanlar, nefs-i emmâre yolunda olanlardan ayrılarak, tövbe ederler iyilik ve fazilet ile meşgul olarak ölünce Cennete giderler. Amma, nefs-i levvâmeye onun için zalim denildi ki, sahibine zulmetmesi yüzündendir. Hak tealâ, levvâmeye:

“İçlerinden bir kısmı, Kur'anla amel etmek hususundaki kusurları yüzünden nefislerine zulmedicidir.” Fatır sûresi: 32

Buyurdu.

Her kim, nefs-i emmâresine uyarsa o zalim olur. Tövbe edip rücû ederse, bütün günahları affolunur. Belki, bütün günahları kadar Hak teâlâ sevaplar da verir. Nitekim, Kur'anda:

“Allahu tealâ, onların günahlarını sevaba çevirir ve tövbeleri sayesinde günahlarını affeder.” Furkan sûresi: 70

Vârid olmuştur. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de:

“Günahına tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” Buyurmuşlardır.

Cehennemin: (Ey mümin! Tez geç ki, çünkü nurun ateşimi söndürür.) diye hitap ettiği kişiler nefs-i levvâme makamındaki kişilerdir. Çünkü bunlar yaptıkları işin hatalı olduğunu, bâtıl olduğunu bilip, hatalarından çarçabuk vazgeçerler. Tövbe-i Nasuh edip bir daha günaha dönmez, gerçek anlamda tövbe edenlerden olur.

“Allahu tealâ, günahlarından tövbe edenleri sever ve fenalık ve kirlilikten temizlenenleri de sever.” Bakara sûresi: 222

Ayetinde bahsedilenlerden olurlar. Demek oluyor ki, nefs-i levvâme sahipleri sıratı yıldırım gibi geçerler, Allah dostlarından olup kendilerini günah varlığından arındırdılar ve bu sebeple âhiret saadetlerine eriştiler. Lâkin, dünyada iken keşif ve keramet bunlara hasıl olmaz ve ilhamların zevkini asla bilmezler.

Nasıl bilsinler ilham zevkini ki, levvâme keşif ve keramet mahalli değildir. Amma, öyle müminler vardır ki, avamın hâsları oldular Allahu â’lem.

İşte, nefs-i levvâmenin mertebesi yoktur dedim, işittin. Şimdide, nefs-i mülhemeyi beyan edeyim, onun mertebesi nereye kadardır, hali ve dirliği nedir işitesin.

Bilmelisin ki, nefs-i mülhime’nin nefs-i levvâmeden çok ileri ve yüksek olmasının sebebi şudur:

Bu nefs-i mülhime makamı sahipleri, her ne kadar günah işleseler de işlemeseler de o günahlara tövbe ederek rücû ettikten sonra, görürler ki nefs-i levvâme levvâmelikte durdukça, emmâreye dönmesinden korkulur. Şu hâlde, ne yapıp yapmalı bu korkudan kurtulmalıdır, işte, bunun için de kendilerini nefsi mülhimeye uydururlar ve bir yandan da riyazet ve mücahede ile meşgul olarak, mürşit eşiğine düşerler, korku uyarısını başlarına vururlar, şeriat ve tarikat yükünü arkalarına yüklenirler, kalplerini ve kalıplarını arındırırlar ve böylece mülhime makamına erişirler. Yani, Rabbani ilham ile müşerref ve münevver olurlar, her şeyin hakikatini Rabbani ilham ile bilirler, ibadet ve tâ'at lezzetini canları damağına tattırırlar, hayrı ve şerri seçerler. Yoksa, nefis levvâmelikte kalırsa tekrar emmâreliğe kadar düşmesinden ve Ne'ûzü-billah cehennem ehli olmasından korkulur. Nefsi mülhimelik ten düşüp döndüğünde, levvâmeliğe dahil olup orada durur. Yeniden çalışırsa tekrar mülhimeliğe erişir, ibadet ve tâatini, riyazet ve mücahedesini artırır ve Mürşit huzurundan ayrılmazsa yeniden terakki edip tekrar mülhimeliğe oradan da mutma’inneliğe erişir ve sonunda Hakkın huzuruna çağırılır. Görülüyor ki, nefs-i levvâme ehlinin makamından nefs-i mülhime ehlinin makamı daha yüksektir. Bunları sana söylemekten maksadım, nefs-i levvâme makamına yetiştim diye durmayasın, Cennet ehli oldum diye çalışmaktan vazgeçmeyesin! Nefs-i levvâmenin çok tehlikeli olduğunu bilesin ve nefs-i mülhime’nin onun da üstünde olduğunu anlayasın, bu ikisini birbirlerinden fark edip anlayınca, gayret edip mülhemelikten de mutmainneliğe gidesin! Zira, makam-ı aşk ondadır, çok yüksek bir makamdır.

Nefs-i mülhime’nin, nefs-i levvâmeden üstün olduğunun sebebini ve farkını bir başka türlü daha beyan edelim, iyi dinle! Bu söyleyeceklerim, kadın veya erkek her mü'min için gereklidir.

Aziz:

Bu nefs-i mülhime sahipleri, çok mücahede ve riyazet etmekle, gece- gündüz, durmadan dinlenmeden zikrullah ile meşgul olmakla bir yandan nefislerini kötü ve çirkin sıfatlardan kurtarırlarken bir yandan da beşeriyet hicabını, basiret gözünden sıyırıp gayb âleminden gelen ilhamların türlü türlü zevklerini yaşayıp, her iyilik ve kötülüğü bu ilhamla bilirler, hakkı ve bâtılı fark ederek durmazlar ve hakka uyarlar, bâtıldan uzaklaşırlar ve bu suretle nefs-i mutma’innenin güzel huyları ile huylanırlar ve mutmainne lik makamına erişirler.

Nefs-i mutma'innenin güzel huyları şunlardır:

Hayâ- Sehâ (eli açıklık) – Sehavet (cömertlik) -Şeca’at (cesaret)- Tevazû- Hilm (yumuşak başlılık)- Mürüvvet (mükemmel insanlık)- Sabır- Şükür.

Nefs-i emmârenin huyları olan şu çirkin huylardan da kurtulurlar.

Hevâ (nefsani istekler)- Gazap- Şehvet- Hırs- U'cub (kendini ve amellerini beğenmek)- Kibir – Riyâ (iki yüzlülük).

Nefs-i levvâmenin de altı yaramaz sıfatları varsa da bazı iyi sıfatları da vardır. O iyi sıfatların bazıları ile ahlaklanıp, bazıları ile de ahlaklanmadan öyle kalırlar. Bunlar, nefs-i levvâme ehlidir, sadece sûfilerdir, ehl-i muhabbet değillerdir. Kim ki ehl-i muhabbet değildir, o kurudur. Onlar, şuna benzer ki ölmeden evvel ölmediler, haşirden evvel dirilmediler. Eğer o makamın zevkini bulabilselerdi, mülhimeliğe ve mutma'inneliğe terakki ederlerdi.

Bu nefs-i mülhime ehli, nefs-i emmârenin yaramaz sıfatlarından kurtuldular, yani o yaramaz huyları riyazet ateşinde yaktılar ve mücahede kalıbına sızdırdılar, iyi huylarla ahlâktandılar, ibadet ve tâ'at ve zikrullah nuruyla münevver oldular ve yine dirildiler. Bu ölmekten (Fenâ) murat, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmaktır ki, nefs-i emmâreyi öldürmektir. Yine dirilmekten (Bekâ) murat, iyi ve güzel sıfatlarla ahlaklanmak ve onunla müzeyyen ve müşerref olmaktır. Zira, nefs-i emmâre ne zaman yaramaz sıfatlardan ayrılırsa, hemen ölür. Makam ve mevki sahiplerini, başkanlık hevesin de olanları görmez misin? Makam ve mevkilerinden ayrılınca hemen ölüyorlar.

Şimdi aziz: Bu ölmek de birkaç nevidir. Bir ölmek de budur:

Mutû kable en temutû (ölmeden önce ölünüz.)

Onun başka bir açıklaması da budur. Nitekim, ashab-ı güzin riyazet ve mücahede ile nefislerini öldürdüler, yani o yaramaz sıfatlarından nefislerini kurtardılar, haşirden evvel yine dirildiler, yani bütün iyi huylarla ahlaklandılar. Basiret gözünden, beşeriyet perdesini kaldırdılar, hakkın cemalini ayn-ı basiretle müşahede eylediler. Nitekim Hazret-i Ömer radıyallahu anh:

“Kalbim, Rabbimi gördü”, buyurdu.

Hazret-i Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh da:

“Ben, görmediğim Rabbime ibadet etmem”, buyurdu.

Ey aziz kardeş:

Bu sözlerim sana acayip gelmesin. Bu, ayn-ı basiretle müşahede olunur.

“Kim, bu dünyada kör olursa, o âhirette de kördür.” İsrâ sûresi: 72

Âyet-i celilesinden murat, gönül gözünün kör olmasıdır. Suret, yani baş gözünün kör olması demek değildir. Kim ki, dünyada basiret tahsil edemediyse, âhirette de ona kalp basireti hasıl olmaz demek olur. Bu, zahiren gözü olmaması değildir. Eğer, âhiret diyarında gözün görmesi olmasa kıyamette vatan edinilecek yerlerin hallerini düşünmezdi. Demek oluyor ki, körden maksat basiret körlüğüdür ve Allahu Teâlâ’ya davet olunmanın basireti dir. Nitekim, Hak teâlâ Kur'an'da şöyle buyurur:

“Ya Muhammed! De ki, işte benim yolum. Ben, insanları Basiret üzere yakîne ve burhana dayanarak Allah’a davet ediyorum.” Yusuf sûresi: 108

Her kim ki, dünyada Hak Teâlâ’yı basiret gözü ile görmediyse âhirette de göremeyecektir Allahu â’lem.

Bu konuda da söz çoktur. Hepsi söylenirse hem kitap uzun olur hem de maksattan uzaklaşılır. Her biri yerinde denilse gerektir ki, inşâ'allahu tealâ kitapta müşkül kalmaya.

Zira müşkül olan bu sözler, yerli yerinde tekrar olunmayınca anlaşılamaz. Biz, yine maksadımıza ve mevzu'umuza dönelim:

Evet, maksat nefs-i emmârenin yaramaz huylarından kurtulmak olduğu malûm olduysa, o yaramaz huylardan kurtulamayan, nefs-i emmâreliğinden de kurtulamamış demektir. Nefs-i mülhime’nin makamı da bütün iyi huylarla ahlaklanmak, basiret gözü açılmak ve basiret gözü ile hakkı görmek ve bâtın kulağı açılıp ilham-ı Rabbaniyi işitmek imiş. Şunu da işit ki, nefis levvâme lik mertebesinde kalırsa canlı ölü gibi olur. Bunları bildikten sonra, bunu da bilmek gerektir ki nefs-i mülhime taifesi haktan gelen ilhamların zevklerini bilirler. Her ne eğlence ve her ne halde olurlarsa olsunlar, eğlence ve hareketleri haktan yana olur.

Meselâ, bir ses işitseler veya bir beyit dinleseler, o ses ister insandan ister hayvandan, isterse cansız bir şeyden olsun, hemen ELEST BEZMİNDE Kİ hitap gibi zevk alırlar. Hatta, kapı gıcırtısı dahi olsa, derhal sema'ya kalkarlar, Mevlâna Celâlüddin (KS) Mesnevi'de buyurur:

Dinle neyden kim hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede,

Şerha şerha eylesin Sinem firak,

Eyleyem tâ şerh-i derd-i iştiyak.

Mevlâna hazretleri, demircilerin çekiçlerinin sesini duyunca, birden sıçrar ve sema' ederdi. Bunun için, nefs-i mülheme ELEST hitabının zevkini aldığından bir ses veya beyit işittiği zaman elinde olmaksızın doğrulur, kalbi ve kalıbı coşar ve döner durur. Aşk kazanı altına od vurdular, taştı döne döne kaynadı. Nefs-i mülhime nereden bir ses işitirse, elbette ondan dost hitabını işitir. Bu nefs-i mülhime kavminin misali şuna benzer: Bu ehl-i sefa, şahine benzer ki, av yerine getirip, başından börkünü alarak avını gösterirler ve şahini ardınca salarlar. O şahin de avını arkasından kovalar tutmadan dönmez. Tıpkı bunun gibi bu ehl-i sefanın nefs-i mülheme sahipleri, ne zaman bir ses veya beyit işitse, derhal ELEST hitabının zevkini alır, doğrulur vecd ve sema' edip ıztıraba düşerler. Bu kalıbı, öylesine harekete getirirler ki, ta maksuda erişemeyince durmazlar.

Amma, şunu da bil ki bunlar işittikleri her sesi ten kulağı ile değil, belki can ve gönül kulağı ile dinlerler. Onun için iradeleri ellerinden gider, değirmen taşı gibi durmadan dönerler. Zira, onların kalplerine eren varidat sırf Rabbani değildir. Sırf şeytani de değildir. O halde, hakka tâlip olup nefsini islâh etmek isteyen kimselere, elbette bunları bilmek gerektir. Tâ ki kendisinin zevkini, vecdini ve Sema’sını ve başkalarının da vecdini, Sema’sını ve halini bilsin, rahmani midir yoksa şeytani midir anlasın. Eğer, rahmani ise ona göre uysun ve eğer şeytani ise ondan sakınsın.

-Bilmiş ol ki, bu ilhamlar beş nevidir:

  • Biri şeytanidir,
  • Biri nefsanidir,
  • Biri meleklidir,
  • Biri kalbidir ve
  • Biri de rabbanidir.

Nefsani ilham, sırf vesvesedir, ondan taliplerin çok sakınmaları lâzımdır, zira taliplere çok zararı vardır.

Şeytani ilhamlardan da sakınmalıdır, zira o da sırf fesattır ve hiç hayır yoktur. Şeytanın ilkasıyla talibi durmadan fısk ve fücura iletir. Eğer, beceremezse döner başka bir suretle iletmeye yeltenir ve kendisine uydurana kadar uğraşır.

Kalbi ilham, hayırdır ve tâlibi daima hakka, amele, mârifete ve hikmete iletir. Nitekim, meşayihten birisine sordular, sağ tarafına teveccüh etti, sol tarafına teveccüh etti bir müddet derin derin düşündü, en sonunda gönül tarafına teveccüh etti ve derhal sorulan sorunun cevabını verdi. Kendisinden sordular:

— Hikmet ne idi ki; sağa teveccüh ettiniz, cevap vermediniz. Sonra sola teveccüh ettiniz, cevap vermediniz. Nihayet, önünüze teveccüh ettiniz, cevap verdiniz?

Şeyh, kendilerine şöyle cevap verdi:

— Sorduğunuz sorunun cevabını, sağ tarafımda ki meleğe sordum, bilmediğini söyledi. Sol yanımdaki meleğe sordum, o da bilmediğini söyledi. Döndüm, gönlüme sordum cevap verdi ve ben de onun söylediklerini bildirdim.

Şeyh efendinin kendisine sorulan soruya verdiği cevap Kalbi İlhamdır. Yakîn ilhamdır, gerçek ve haktır. Böyle olduğundan bu ilhamın verdiği haberde gerçek ve haktır. Rabbani ilhamın gerçek olduğuna dair aykırı görüş ve hilâf yoktur. Şu hâlde, tâlibe nefsani ilhamla, şeytani ilhamı bilmek elbette lâzımdır. Kalan ilhamlar mürşit katında oldukça, mürşidin bildiği yeter. Bu ilhamlar vaki olunca, mürşide arz etmeli dir. Nefis muradına koşup şerre dönmekten sakınmalıdır.

Nefsani ve şeytani ilhamlardan da biraz bahsedelim ve onların alâmetlerini de bildirelim ki, öğrenip gerek nefsine gerekse şeytana uymayasın, doğru yoluna gidesin, maksud-u hakikiye ulaşasın ve bu müellifi de hayır duadan unutmayasın.

Bilmiş ol ki, nefsani ilhamın alâmeti şudur:

Tâlibe vesvese verip çeşitli şeylere teşvik edip onu kışkırtır. Kışkırtıp teşvik ettiği şeylerde acele ettirerek, vesvesesini yerine getirtir. Kötü maksadını böyle acele acele yaptırmak istemesi, birini yerine getirdikten sonra başka bir suretle ikincisine teşvik edip kışkırtır. Böylece bir muradı olduktan sonra bir ikincisi, bir üçüncüsünü hazırlar. Amma, bir muradı yerine getirilmezse, yüz yıl ömrü olsa, başka bir murada daha başlamaz.

Nitekim, Şeyh Malik bin Dinar rahmetullahi aleyh, nefsine yıllarca sıcak paça ilham eyledi, fakat nefsinin o muradını vermedi. Fakat nefsi de o muradını terk etmedi. Beş on yıl Şeyh Malik'in nefsi sıcak paça tiridin den vazgeçmedi, daima kışkırttı ve isteklendirdi. Beş on yıl sonra, Şeyh Malik pazara gitti, sıcak paçayı bir beze sararak cübbesinin altına sakladı ve yoluna devam etti. Pazar yerinden çıkarken, bir oğlancığın ağladığını gördü ve aralarında şöyle bir konuşma oldu:

— Çocuk ne ağlıyorsun? Sen kimin oğlusun?

— Filân kişinin oğluyum.

— Ey çocuk senin baban benim dostumdu, al şu paçayı ye, dedi ve yürüdü. Şeyh Malik'in nefsi feryada başladı:

—Beni mahrum eyledin.

Hazret, ona da cevabı verdi:

— Sabret ki, bundan sonra ben sana paça verir değilim.

Maksudun ile bu kadar yakın bulundun ve kokusunu aldın, daha ne istersin?

Yine Şeyh Malik bin Dinar'ın nefsi, onu incir yemeğe kışkırttı. Yedi sekiz yıl devamlı surette onu isteklendirdi ve hiç huzur bırakmadı. Şeyh Malik nefsine:

— Ey bedbaht nefis, dedi. Gel, pazara varalım, görsen bile sana yeter. Pazara gitti ve gördü ki bir kişi incir satıyor.

Nefsi yalvardı:

— Bi-izzetillah şu yaş incirden alıver, yoksa can veririm. Malik ona cevap verdi:

— Ey nefis, nasıl alayım ki bende bir metelik bile yoktur.

Nefsi diretti:

— Paran yoksa, ayağından nalınını çıkar ver. Bir iki gün yalınayak yürü ne olur?

Şeyh Malik ayağından nalınını çıkardı, eline aldı ve incir satan adamın yanına giderek:

— Şunu al da bana birkaç incir ver, dedi.

İncir satan, kendisine uzatılan nalını kaptığı gibi fırlattı:

— Bu neye değer ve neye yarar? dedi.

Şeyh Malik, nalınını aldı ve yürüdü. İncir satan adama birisi yaklaşarak:

— Şu nalınını fırlatıp attığının kim olduğunu biliyor musun?

— Hayır bilmiyorum.

— Ona şeyh Malik bin Dinar derler.

İncir satan adam:

— Eyvah, ben bana ne etmişim, diyerek acele kölesini çağırdı:

— Hemen bir tabağa biraz incir koy ve şu dervişin arkasından yetiştir. Eğer, kabul eder ve götürdüğün incirden yerse seni azad ettim, dedi. Köle, derhal bir tabağa incir doldurdu ve şeyhe yetişti:

— Ey şeyhî Al bu inciri ki benim bunda azatlığım vardır.

Şeyh Malik, köleye şu cevabı verdi:

— Bu incirde senin azatlığın varsa, benim de esirliğim vardır. Ben, Mevlâma karşı suçluyum ki, nefsimin dilediğini vermeye niyetlendim, dedi ve bu olaydan sonra ömrünün sonuna kadar asla incir yemedi.

İşte, nefsanî ilham bundan malûm oldu. Nefse külliyen uymanın zararı vardır ve bu zevat kat'iyyen uymadıklarından ve nefislerinin isteklerinden geçtiklerinden Mevlâ'ya erişmişlerdir. Hem, şu âyet-i kerime de gösteriyor ki, daima nefsimize muhalefette bulunmamız ve ona her zaman karşı koymamız lâzımdır:

Fakat kim de Allahu Teâlânın huzurunda suçlu durmaktan korkar ve nefsini süfli heveslerden alıkoyarsa, elbette onun da menzili Cennettir.

Nâzi'at sûresi: 40 -41 ayetlerinde nefsimize muhalefet etmemiz gerektiğini bildirmektedir.

- Nefsanî ilhamları öğrendik. Gel, şimdi de şeytani ilhamların alâmetleri nelerdir, onları öğrenelim:

Şeytan, gönlüne vesvese verir, ona uymazsan bırakır bir başka vesvese verir. Yılmadan, yorulmadan bu telkinlerini tekrarlar fakat yine de muradı ilk yaptırmak istediği şeydir.

Eğer, bin kere men’ etsen, bin türlü şekle sokar ve yaptırana kadar uğraşır. Şer suretinde başaramazsa, isteğini hayır suretine sokar. İlk yaptırmak istediği şeyi yerine getirebilmek için o kadar cehd eder ki, onu türlü türlü şekle sokar ve yaptırmaya çalışır. Başaramazsa dahi arkasını bırakmaz ve terk edip gitmez, pusuda bekler fırsat bulduğunda da seni azdırır, çoğunlukla öfkeli vakitlerini gözler. Yavuz ve haşarı bir köpekten kurtulmak isteyen kişinin, onun sahibine sığınması gerektiği gibi, şeytanî ilhamlardan korunmak için de Hak Teâlâ’ya sığınmak gerekir.

Yalnız, şeytanî ilhamla nefsanî ilhamın bir farkı vardır.

Nefsanî ilham, hemen bir türlü vesvese verir ve kötü maksadını türlü türlü şekillere koyarak aldatmak bilmez. Şu var ki acelecidir ve istediğini almadan terk etmez. Malik bin Dinar, yirmi yıl yaş hurma yemedi. Şeyh Bayezid-i Bestamî (Rahmetullahi aleyh) tâlib-i Hak olduktan sonra ömrü boyunca bir hırkadan başka bir şey giymedi. Evvel âhir hemen bir hırka giydi. Nefsinin isteği olduğu için, yeni bir elbise de giymedi.

Halbuki, şeytan ilhamını türlü türlü suretlere koyarak tâlib-i hak olanlara arz ettiğinden, taliplerin bundan kurtulması gayet zor olur. Ancak, Allahu teâlânın lütfu ve Meşayihin yardımı ile kurtulmak mümkün olabilir. Şeytan, kişiyi tâ'ate ve hayra yönlendirmez, bunu yapıyorsa yalandır ve inanmamak gerekir, Şeytanın mutlaka bir hesabı vardır. Yoksa, bala zehir katan gibi öyle oyunlar oynar ki, hayra şerri katar, şerri saklar ve önce hayrı gösterir. Maksadı, talibi kendisine uydurmak ve dünyadan imânsız gitmesine sebep olmaktır.

Bundan dolayı meşayih:

— Dileğimizle Cennete gidemeyiz. Amma, hak dileği ile Cehenneme gideriz, buyurmuşlardır.

Bu konuda da söz çoktur. İnşallah ikinci bölümde bahsedilecektir.

Tâlip, nefsanî ve şeytanî ilhamları böylece bildikten sonra, bunların şerlerinden emin olmak için daima riyazet ve mücahede ile meşgul olmalıdır.

Sultan-ül-ârifiyn Beyâzidi Bîstami (KS)der ki:

— Şeytan, bir günde yetmiş türlü şekilde, yetmiş kere hacca davet etti.

Çünkü, murat nefistir. Terk etmek hayırlıdır. Zira, kişiyi nefsinin istekleri haktan uzaklaştırır.

Seni haktan ırağ eden zebanı tut yahut gılman,

Geri koyan adüvdür, eğer küfür, eğer imân.

Nefsanî ve şeytanî ilhamlar böylece bilindikten sonra, melekî ve kalbî ilhamlardan korku ve tehlike yoktur. Meğer, nefis işe karışmazsa.

İlham-ı Rabbaniden de alâmetçik diyeyim, işit ta ki o alâmet ilhamın ne olduğunu sana bildirsin ve daha fazla tafsilâta ihtiyaç kalmasın. Amma, bu sözleri anlayabilmek için, nefs-i mülhime makamına erişmiş, buna rağbet edecek bir hüner ehli gerçek tâlip gerektir. Yoksa, her hayvan tabiatı olan nefs-i emmâresini hayvani otluklarda ve sularda güderse, bu sözlerden ne anlasın? Ne zevk etsin? Şekerin kıymetini dudu kuşu bilir. Karga şekeri ne bilsin? Kargaya şeker verirsen, yüzüne bile bakmaz, gagasını batırmak için leş ister. Ondan sonra da bir ağacın dalına konar, gagasını temizler, kanatlarını ve tüylerini düzeltir ve iki yanına bakarak kendisini şahin zanneder ve ucupla (Kendini beğenmek) oturur.

Şimdi, bilmiş ol ki Rabbani İlham nefs-i mülhimeye üç halde gelir. Her biri, diğerinden daha yüksek makamda gelir. Birine MUTLAK İLHAM derler, birine HİTAP derler ve birisine de İŞARET derler.

Amma, üçü de ilham-ı Rabbanidir. Her birine bir ad koymuşlardır, ilham-ı Rabbani, nefs-i mülhimeye işaret dahi gelir. Nefsi Mülhime makamının başlarında Mutlak İlham, ortalarına doğru İŞARET, sona doğru varıp mutma'inneliğe erişeceği zaman da HİTAP gelir ki ona HİTAB-I SARİH derler. Bu hitap tâlibe gelince, tâlip onu şeksiz ve şüphesiz kimseye demeden bilir ve haktan olduğunu anlar. İŞARET denilen de tâlibe gelince, tâlip onun da haktan geldiğini anlar ama bilene arz etmeden açıklayamaz. Ancak bir bilene arz ederek ânlar ki, buna da İŞARET-İ RABBANİ dahi derler. Bazıları da ilham-ı Rabbani demişlerdir ki, Meşayihin burada ihtilâfı vardır. Bu ihtilâflardan bazılarını diyeyim de işit, bunları bilmen faydasız değildir.

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh: (işaret gizlidir ehli hafinin nasibidir ve ehl-i hafi işarete müptelâdır.) buyurmuştur.

Şeyh Ebül-Gıyas rahmetullahi aleyh: (Muvahhidlerin helâklığı, işaret-i hafidedir) buyurmuştur.

Şeyh Şibli rahmetullahi aleyh de: (İşaret hiledir der ama işaretin Mevla’nın nuru olduğunu da söyler)

Şimdi, Meşayihin ıstılâhı yoktur (herkesçe anlaşılamayan). Ama şu kadar ki, tâlip onu fehmedebilir (anlayabilir) diyelimde tâlibe fayda versin.

Şunu da bil ki, o ilham-ı Rabbani dedikleri haktan gelen ve nefs-i mülhimeye yetişen bir hitaptır ama o gönüle ki, nefs-i emmârenin yukarıda açıklanan kötü ve çirkin sıfatlarından selâmette ola. Öyle ise, ilham gelen kişi dinlesin ve görsün kendi nefsinin bu yedi yaramaz sıfatları varsa, nefsi daha mülhimelik makamına erişmemiştir, o gönüle gelen ilham-ı Rabbani değildir. Varsın, çalışsın ve nefsini bu murdar sıfatlardan kurtarsın, Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur:

“Meğer ki Allahu teâlâya salim bir kalple gelmiş olsun.” Şuarâ sûresi: 89

Bu âyet-i celilede, yukarıda açıklanan yedi kötü sıfattan kurtulmayan gönüle, ilham-ı Rabbani gelmeyeceğine işaret vardır. Tecrübenin birisi budur. Bir alâmeti de şudur:

İlham-ı Rabbani gönüle geldiğinde, tâlibin gönlünden Haktan başkasının tüm zevkini sürüp giderir. Yediği yemeğin ve içtiği suyun dahi zevkini bulamaz. Halk ile ülfet etmekten, gezmekten, sokağa çıkmaktan, almaktan, vermekten sözün kısası her şeyden zevki götürülür. Bütün nefsanî şeylerden kesilir. İlham-ı Rabbani gelen o gönüle, şeytanî ve nefsanî ilhamlar gayet acı gelir. Nefs-i mülhime makamına yetişen kimselere, ilham-ı Rabbani gelince zevklenir bir kaval sesinden veya diğer herhangi bir güzel sesten veya işittiği bir beyitten doğrularak sema ederse revadır, yani mübahtır. İlla nefis garazı ile olursa haramdır.

Bu alâmetler, ilham-ı Rabbaniyi bilmekle olur. Burada bu kadarı kifayet eder. Kalanını da inşallah aşağıda öğrenirsin.

Bu böylece malûm olduktan sonra, şunu da bilmelisin ki, HÎTAB-I SARİH dedikleri bütün töhmetlerden ve şekten uzaktır. Şu kadar ki, hitab-ı sarih taliplerin bazısına ses ve harf vasıta olmadan gelir. Bazısına da ses ve harf vasıtasıyla gönül kulağına gelir, söylenir. Fakat, iki dudak arasından çıkan söz gibi değildir. Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, buna münasip olarak şöyle buyurmuştur:

Gönül penceresine can kulağımı koydum,

Dudak görmedim amma, konuşulanı duydum.

Bu hitab ı sarih denilen Rabbani ilham ne şekilde gelirse gelsin, ister harf veya ses ile isterse harfsiz ve sessiz gönüle erişince, talip onun haktan olduğunu bilir. Zira, bu âdemoğulları altı taraftır ve dört renktir. Ne vakit ki, bunlar nida işitirlerse şevklerinden her taraflarından LEBBEYK vurarak çağrışırlar. Iztıraba düşerler ve nağmeler söylerler. Bunların ıstırabından talibe bir, ilim hâsıl olur ki, bütün müşkülleri hallolur. Amma, bu ilhamların ve bu hitapların nuru vardır. Zahirde de alâmetleri vardır. Hepsini bilmek isteyen, varsın bir mürşidin eşiğine kendisini bıraksın.

Bu yol kılavuzsuz olmaz. Bu konuda söz çoktur. Aşağıda şeyhin gerekli olduğunu ispat eden fasılda inşa’allahu teâlâ beyan olunacaktır.

Şimdilik şu kadarını bildirelim ki, bu Hitab-ı Sarih mülhime makamından mutmainne makamına gelineceği sırada olur ki, artık ona nefs-i mutmainne derler. Hazrete çağırılan nefis odur ve o mertebeye erişen nefse NEFS-Î-SABIKA derler. Zira, Hak tealâ Kur’anda:

“Bir kısmı da Allahu teâlânın izniyle Kur'anla amellerine, başkalarını talim etmeyi ve onları da amele irşat etmeyi katmak suretiyle, hayratta (sabıklar) ileri gidenlerdir.” Fâtır sûresi: 32

İşte, bu âyet-i kerime nefs-i mutma'inneye işarettir. Nefs-i sabıkaya NEFS-Î-ÂŞIKA dahi derler. Bu noktada yaşayanlar manevi ilimlerde ilerlerler zira, hali sebat etmiş ve nefs-i mülhime mutma’inne lik makamına varmış ve Hitab-ı Sarih yetişerek cezbe-i ilâhi kemendi onun boynuna takılmıştır. Artık onun bu âleme ve bu âlem halkına aşinalığı kesilir, can ve gönül kuşu durmaz haktan yana çekilir.

Ey aziz kardeş:

Bu nefs-i mülhime ehli, daima ilham-ı Rabbani nuruna nazar ederler. Durmadan mutma'inneye yükselirler.

Nitekim: (Mü'min, Allahu teâlânın nuruyla nazar eder) buyurulmuştur.

Nefs-i mülhime kavmi, öyle bir kavimdir ki, yarın arasat meydanında bin bir ayak bir ayak üzerine iken, Muhammed ümmetinden nice binlerce âsileri, zebaniler elinde cehenneme giderken kurtarıp alacaklardır. Hak teâlânın desturuyla ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanı sıra Hz. Ebû- Bekir, Ömer, Osman ve Ali rıdvanullahi aleyhim ecmain ile ümmet-i Muhammed'i kurtarmak için seğirteceklerdir. Nefs-i levvâme ehli, yalnız kendi nefislerini kurtaracak ve sıratı yıldırım gibi geçerek cennete gireceklerdir. Bundan dolayıdır ki. Nefs-i levvâme ehlinden, nefs-i mülhime ehlinin mertebesi yüksek olmuştur.

Ey biçare:

Bu mertebelere hiç özenmez misin? Bu fâni dünyanın hoşluklarından usanmaz mısın? Ey biçare adam! Bu nefs-i emmârenin bağlarından kurtulmaya hiç gayretin yok mu?

O nefs-i emmâreye uyanların Hak teâlâ hazretinden horluklarını hiç düşünmez misin? Bu nefsi terbiye ederek, emmârelikten döndürenlerin ululuklarına hiç imrenmez misin? Ey bi-dert! Ne olur hakka bir dönsen, bu nefs-i emmârenin başını pişmanlık taşında biraz dövsen ve nefsinin hevâ ve heveslerini kırıp, onu incitmek yolunda birkaç adım yürüsen olmaz mı?

Ola ki, sana da Hak teâlânın inayeti cezbesi karşı gelir ve seni bu karışıklıktan kurtarır.

Ey kardeş:

Görüp durmaz mısın ki, bu nefs-i emmâreye muhalefet edenler nice saadetlere erişmişlerdir. Dünyada adlarını işitenler RAHMETULLAHÎ ALEYHİ derler. Niçin sen de nefs-i emmâreni döndürmezsin? Var git meşayih eşiğine yapış, o fâni kapılardan kurtul. Ey kardeş! Bu Meşayihin her biri zamanının bir Süleymanı'dır. Zira, nefis devlerini zincire vurmuş çekip dururlar. İşte bunlar da Süleymanlar dır.

Şimdi ey aziz:

Bilmiş ol ki, nefs-i emmâre ehlinin bazısı imânsız gidip cehennemde ebedî kalanlardandır. Bazısı da imânla gidip günahları kadar cehennemde yandıktan sonra çıkıp cennete girenlerden dir. Nefs-i levvâme ehli ise, cehenneme girmeyerek sırattan yıldırım gibi geçerek cennete girenlerdir.

Nefs-i mülhime ehli ise, nice bin âsileri cehennemden kurtaracaktır.

Ey aziz:

Bu sözüm sana acayip gelmesin. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: (Ümmetimin haslarından yetmiş bin kişi, sorgusuz hesapsız cennete girse gerek) buyurmuşlardır. Hz. Ömer radıyallahu anh sordu: (Sadece yetmiş bini mi yâ Resûlallah!) Resûl-ü zişân SAV (Bu yetmiş bin kişinin her biri ile yetmiş bin kişi daha Cennete girer) buyurmuşlardır. Resûl-ü zişânın ümmetimin haslarından buyurduğu nefs-i mülhime ehlidir.

Mutma'inne ehli ise HASSÜL- HAS'tır. Bilmiş ol ki, bunlardan da ileri bir kavim vardır ve onlar sabıklardır (hayırlarda önde gidenler) ve Hakka mukarreplerdir (Yakınlaştırılmış, Cennette dereceleri en yüksek olan). Nitekim, Hak teâlâ şöyle buyurur: “Hakka kullukta ve hayra koşmakta ileri geçerlerse Allah’a yakın olup Cennete ilk girenlerdir.”

Bu üç mertebede olan nefsin, yani nefs-i emmâre, nefs-i levvâme ve nefs-i mülhime’nin izahı burada tamam oldu. Şimdi de biraz nefs-i mutma'inne ve mutma'inne ehlinden bahsedelim ve söylene bildiği kadar söyleyelim. Olabilir ki, bu nefis sahipleri emmâreliği terk ederek mutma'inneliğe kadar uzanabilsinler.

Bilir misin ki, bu nefs-i mutma'inne ehline Hak teâlâ niçin SABİKUN buyurdu? Bunlar, nefs-i mülhime ehlinden üstün olmalarının sebepleri. Dünyaya itibar ederek aldanmazlar ve Cenneti arzulayıp ahirete güvenmezler. Hayatta iken, nefislerini kötü sıfatlardan temizleyip, dünya ve âhiret nimetlerinden vaz geçerler, gönüllerinde sadece Allah muhabbeti olur, gönüllerine bu muhabbeti yazarlar. Bunlar, mutma'inne nefiste karar kıldıktan sonra, bedenlerini da güzelliklerinden mahrum bırakırken, dünya lezzetlerini nefislerine haram ederler.

Hayvani sıfatlarla sıfatlanmadılar. Beşeriyet tozundan silkindiler, sildiler, süpürdüler ve canları aynasını bu zehirli suyla toprak kılıfından dışarı çıkardılar. Dost cemalinin müşahedesine müstagrak oldular. Ol şarab-ı lâ-yezaliden tatlı tatlı içerek mest ve hayran oldular ve âlemde yürüdüler. Çünkü, bu mestlerin halleri de bir türlüdür. Artık, bunların kendi vasıfları denilemez. Zira, külliyen kendilerinden fâni olup dururlar ve dost bekası ile beka bulurlar. Bunlarda nitelik kalmamıştır ki, kişi bunları vasfedebilsin. Amma, gücümüz yettiği kadar anlatmaya çalışalım ki, tâliplere faydası olsun ve şevkleri fazlalaşsın ve dost yolunda bahadırlık edebilsinler. Pervane gibi kendilerini aşk şem'ine vurarak fâni vücutlarını bâki eylesinler.

“Bir de hakka kullukta, imân ve tâ'atte, hayra koşmak ta ileri geçenler ki, ileri geçmişlerdir”. Vakıa sûresi: 10

Ebû Talip Mekki der ki:

Hak teâlâ, Davud peygamber aleyhisselâma buyurdu:

— Yâ Davud! Cenneti nice anarsın da bana âşık olmayı unutursun. Davud aleyhisselâm niyazda bulundu:

— Yâ Rab! Sana âşık olanlar kimlerdir?

Hak teâlâ hazretleri buyurdu:

— Bana âşık olanlar onlardır ki, gönülleri her türlü bulanıklıklar dan saf olmuştur. Benim muhabbetimden yürekleri yanmıştır. Ben de onların gönüllerini nice dilersem döndürürüm. Hem ben aşıklarımın gönüllerini rızadan yarattım ve onların gönüllerinin yollarını benden gayrisin den kestim.

Hak Teâlânın aşıklarının nefisin istekleri giderilmiştir. Onlar insanların maksat edindikleri şeylerden uzaktırlar. Bunlar, iki cihanda da hiçbir şeyi murat ve maksut edinmezler, illâ Allahu teâlâ. Dünyada hiçbir şey ile eğlenmezler. İllâ O'nun adıyla.

“İyi bilin ki, kalpler ancak Allahu Teâlâ’nın zikriyle yatışır, huzur ve sükûn bulur.” Ra'd sûresi: 28

Buna işarettir.

Zira bunlar cezbe aleminde kalmışlardır, sevgiliden başkasına meyilleri yoktur. Gerçi bunlar bu cihanda oturur, halk içinde bulunurlarsa da mânada iki cihandan öteye seyran ederler.

Bunlar daha öteye de yükselerek sülûk ederler, mâ'şukluk, mahbubluk ve Murat makamına erişirler, geri dönerek sohbete çıkarlar, oradan ayrılıp, beşeriyet âlemine gelirler. Bu Şeyhlik makamıdır. Zira, çıktıkları makamdan geri dönülmeden şeyhlik makamına erilmez. Onlar ki, hakkın dileği ile sohbete çıkar ve akla gelerek yine şeriat tahtına otururlar ve irşâd ederek halkı hakka iletmeye rehberlik ederler. Beşeriyet âlemine sırf bu maksatla çıkarlar. Onların zahirleri; tâatla, zikrullah ile ve en güzel ahlâk ile pür nurdur. Bâtınları dahi pür nurdur. Hakkın muhabbeti ile karar tutmuşlar, gönüllerine hakkın muhabbeti öyle dolmuştur ki, cihanın saadet veya şekavetin den el çekmişlerdir. Hak muhabbeti, gönüllerine öylesine dolmuştur ki, başka bir istek onların gönüllerine sığmaz. Bunların gönüllerine kalıb-i hak ederler ki, bu gibi gönüllerden Hak teâlâ haber verip buyurur:

“Yerlere, göklere ve arşa sığmadım. Takva sahibi, zahiren ve batınen arınmış mü'minler in kalplerine sığdım.”

Zira, bunların gönüllerinin genişliğinin nihayeti yoktur.

Onun için Hak teâlâ: (Yerlerim bana geniş olmadı. Göklerim de bana geniş olmadı. Arşım da bana geniş olmadı. O kulumun gönlü geniş oldu ki, o mü’min dir ve benden gayrısın dan arınmıştır.) Yani demek olur ki, ben onun gibi gönle sığarım, o gönül dünya ve âhiret isteklerinden arınmıştır. Hak teâlâ, gerçi mekândan münezzehtir amma, burada SIĞARIM buyurması: (O gönülde ki benim endişemden gayrı endişe olsa, o gönül safi olup benim cemalimi gösterici olmaz.) demektir. Bu konuda da söz çoktur amma yeri değildir. Zira, söz uzar ve maksattan uzaklaşılır. Burada, bu konuya ara vererek biz yine maksada dönelim:

IRCÎ'IY hitabı, nefs-i mutma'inneye hitab-ı sarihle (Açık Hitapla) gelir ve denir ki: (Ey benim rızamla, zikrimle ve ibadetimle karar tutmuş nefis! Ey gönlü bütün isteklerden kesilmiş ve bende karar tutmuş nefis! Ey zahiri benim sevdiğim güzel ahlâklarla bezenmiş nefis! Gel, Rabbine gel ki, ben seni o dünya zindanına zahirini ibadet nuruyla süslemen ve gönlünü de benden başkasına bağlamaman için gönderdim.

Muradımı yerine getirdin haydi huzurumuz a gel artık. Bundan sonra başka bir yere yakışmazsın. Biz seni Cemalimizin nuru ile şereflendirip süsleyelim.

Nefs-i mutma'inneye bu hitab-ı Rabbani gelince böyle denilir ve bundan da anlaşılır ki talip Hazret-i hakka çağırılmıştır, işte bundan sonra insan olmuştur, çünkü hazrete çağırılmıştır.

O gel dediği için ey kardeş, bu âşıkların canları hayatta iken bedenlerinden ayrılıp vasıl olur yine gelir. Bu hitap bazı âşıklara hal-i hayatında iken gelir ama kimse bu sırrı bildirmez. Ne var ki, dünyadan göçerlerken o hitap yine zâhir olur.

Nitekim, îbn-i Abbas radıyallahu anh vefat edince, bir mahbup kuş geldi ve İbn-i Abbas'ın cenazesine girdi. Onun gibi bir mahbup kuş yok idi ki, hiç kimse görmemişti. Bir saat kadar sonra o kuş yine çıktı ve gitti. Hikmeti neydi, kimse anlayamadı. Ne zaman ki, îbn-i Abbas'ı kabrine koydular:

“Ey huzura kavuşmuş insan sen ondan hoşnut oda senden hoşnut olarak Rabbine dön.”

Âyet-i kerimesi okundu. Okuyanın kim olduğunu bilemediler.

Nefs-i mutma'innenin iki sıfatı vardır:

Biri RÂDIYYE ve diğeri MERDÎYYE.

Cennetler de iki kısımdır:

Biri CENNET-Î UMUM, diğeri CENNET-î-HAS.

Cennet-i-umum da yemek, içmek ve şehvet vardır. Ona müstahak olan avam kullar içindir. (Emmâre, levvâme ve mülhime kavimleri gibi.)

Ama, cennet-i-has, Hak teâlânın didârına mensup olmuştur.

Ayeti Kerimede “Cennetime gir” Fecr sûresi: 27—28 denilen o has cennettir burası. Nefs-i mutma'inne kavmi olan has kulları içindir. Orada yemek ve içmek olmaz.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Dünya işleri için, namazı terk edenlerin kabirlerine, Allahu teâlâ cehennemden yetmiş kapı açar.”

— Rivayet olunur ki, Allahu teâlâ Davud aleyhisselâma vahyetti:

(Yâ Davud! Zikrim, zâkirler yani beni zikredenler içindir. Cennetim, bana itaat edenler içindir. Kifayetim, bana tevekkül edenler içindir. Ziyade kılmam, bana şükredenler içindir. Rahmetim, iyilik yapanlar içindir. Ünsiyetim, bana âşık olanlar içindir. Ve ben, bilhassa muhsinler yani iyilik yapanlar içinim.)

Meşayih rahmetullahi aleyh demişlerdir ki:

— Bu dünya hayatında,

Îrciy’ıy ilâ Rabbiki (Rabbine dön!)

“Hitabını bilmeyen ve bunun zevkini duymayanlar, salih amel de işleyemez, ahirette de imanın zevkini ve nurunu bulamazlar demişlerdir.” Doğrusunu Allah bilir.

Bu kadarı, nefs-i mutma'inne kavminden anlayana yeter ve kalan meşayih de mutma'innenin haberini bundan ziyade söyleyememişler dir.

Şimdi, zaman azdı ve kardeşlerin halleri döndü; haksızlık, azgınlık, serkeşlik ve münafıklık çoğaldı. Meşayih kalmadı. Beyler zalim oldular. Kadılar rüşvet yer oldular, ilme uymaz oldular, ilmi kendi havalarına çeker oldular, müderrisler fâsık oldular, tefsir ve hadis medreselerde okunmaz oldu, fakihler ve din ilmini bilen kişiler az kaldı, vâizler dünya için mescitlerde vazedip akçe toplarlar, ilimle beyler kapısında rağbet bulmayan dânişmendler şeyhlik tarikini tutup yüze gülerek halkın dünyasını alır oldular ve ağızdan Meşayihin o hale münasip sözlerini ezberleyerek meclislerde söylemeğe ve kendilerini halka ehl-i hal bildirmeye ve insanlara kendilerini sevdirmeye çalışır oldular, talip denilenler de ârifler donunu giyerek zikir meclislerinde susmaya ve riyakârlığa başladılar, halkın yemeğini gözetir oldular. Çok kişilerin halleri buralara kadar erişti. Gerçi, arada sükût hayırlıdır demişler. Nitekim, Cafer-i Sadık zamanında kendi müritlerinden ve sevdiklerinden çekilip tenha bir zaviyeye girip oturmuş. Müritleri ve muhipleri, bulunduğu mağara kapısına varmışlar ve:

— Yâ şeyh! Kerem buyur, yine bizim aramıza gel, bize nasihat eyle, mübarek nefesiniz bereketi ile ola ki bu bizim ölü gönüllerimiz dirilir. Bizim necatımıza sebep olursunuz, dediler.

O sultan şöyle cevap verdi:

— Bu zaman, ağız açmayıp dilsiz gibi olacak zamandır.

O zaman ki Cafer-i Sadık zamanı idi. Öyle olunca, bizim zamanımız şimdiki zamandır. Hicret-i Resûl aleyhisselâmın 852. Yılıdır (milâdi 1431). Ve bu mübarek Ramazan’ın son on günüdür. Yani, bu kitap o tarihte cem’ oldu demek olur.

Bize de bu zamanda uzlet lâzımdır ve evde dilsiz gibi oturup halka karışmamak elbette lâzımdır. Bunun için, bu fakir dahi nazar ettim ve gördüm ki, bu bizim müritlerimizin ve kardeşlerimizin halleri de bir türlü oldu. Dünya muhabbeti

Üzerlerine galip geldi. Nefs-i emmârenin çirkin huyları ile huylanmaya başladılar. Gelin şimdi bu yaramaz huyları bırakın, Allah’tan korkun ve Resulden utanın ve Meşayihin sırrını hazır görün deyince, mihnet eder oldular. Bu toplumun hallerinin buraya eriştiğini gördüm, ben de bunların aralarından uzlet edip çıktım ve kendimi gurbete bıraktım. Bu gurbet içinde avam dilinden nice nice nükteler işittim. Cahiller elinden nice nice zehirler içtim. Nice kere, bu hallere düşen kardeşlerime şefkat gözü ile nazar ettim. Bunların necatlarına sebep olur ümidiyle bu kitabı tamamen Türkçe olarak toplayıp derledim ki, faydası umumi olsun. Bu kitapta tefsirlerden, hadislerden ve bazı sahabe-i kiram sözlerinden ve bazı kibar-ı meşayih menkıbelerinden ve kendi ahvalimden münasip düşenleri söyledim.

Ümit ederim ki, bu hallere tutulan kardeşler ve o nefs-i emmârenin bendine esir olan biçareler bu kitabı okuyalar veya okutup dinleyeler ve kendilerinin huylarının cehennem huyları olduğunu bu kitapta görüp işiteler ve bileler. İnsaf edip Allahtan korkalar ve Resul’den utanalar ve Meşayihin sırrını hazır görerek o yaramaz huyları terk edeler. Nefis emmâreliğinden kurtularak kendilerini mutma’inne lik makamına eriştireler, Allah'ın rahmetine ve Resul’ün şefaatine ve Meşayihin himmetine lâyık olalar ve bu hakir müellif ki ABDULLAH BÎN MUHAMMED-ÎL-MISRIYYIR-RUMÎYYÎL- KADİRİ'yi duadan unutmayalar, inşa’allahu teâlâ.

Bi-avnillah cem'olan bu kitap, insanı terbiye ederek emmârelikten mutma'inneliğe döndürmek ve IRCÎ'IY hitabına kabiliyet kazandırmak için faydalı olması temenni ve ümidi ile, iki bölüm halinde tertip olunmuştur. Bu kitaba MÜZEKKÎN-NÜFUS adı verilmiştir. Her kim ki bu kitabı okur veya okutarak dinler ve bu kitabın içinde bulunan nasihatleri kabul ederek onunla amel ederse, şüphesiz nefs-i emmâreliğinden kurtularak mutma'innelikte karar tutacak ve IRCI'IY hitabı yukarıda anlatıldığı veçhile kendisine de gelecektir. Her gerçek mürit, sadık, muhip ve âşık bu kitabı sıdk ile ve ihlâsla okur veya okutarak dinlerse, elbette onun gönlüne bu tarik-i meşayihten ve netice-i aşktan bir nur hâsıl olacaktır ki, o nurla durumlarının muhasebesini yaparak kendilerinin ne sıfat üzere bulunduğunu da göreceklerdir. O nur, kendilerine delil olacak ve gönülleri yüzünü iki cihan muradından bi-avnillah hakka teveccüh ettirecektir.

Bu kitap, iki bölüm üzerine tertip olunmuştur. Birinci bölümünde dünya muhabbetini ve bu muhabbetin sebeplerini, dünyayı sevmenin ziyanlarını, bu sevgiyi terk etmenin faydalarını, dünyanın misalinin neye benzediğini, dünyaya muhabbet ederek dünyalık toplayanların misalinin de neye benzediğini ve nefs-i emmârenin sıfatları bildirilecektir.

İkinci bölümde, nefs-i emmârenin nasıl terbiye olunacağı, şeyhlik mertebesinin ne olduğunu ve makamı, müritlik makamı ile şartları ve edepleri, zikrullah ile meşgul olmak, çile ve halvet çıkarmak nasıl olacağı ve hazrete çağrılmak meselelerini beyan edecektir. Ve billah-it-Tevfik.

Şimdi ey aziz kardeş! Din yolunda bana yoldaş!

Hak teâlâ sana tevfik versin. Benim de sana vasiyetim budur ki, her ne zaman bu garip kitabı eline alırsan, aman aman buna rağbet et. Buna, El-hak nazarıyla bak ki, bu kitap seni yüceden yüceye eriştirmeye sebeptir. Bunun içindeki incileri, can kulağına itikatla sok ki, o inciler vahdet deryasından çıkarılmıştır. Bu kitabın içinde söylenen her söz; Kur'an, Hadis ve ashab-ı Resûlullah sözleri ile ve meşayih-i kibar haberleri ile söylenmiştir. Ve lâkin, bazı sözler de rümuz ile söylenmiştir. Rümuz ile anlatılmaya çalışılmıştır, değme kişi onu anlayamaz.

Bu kitaba itikat edesin ki, senin necatına sebeptir. Ne zaman ki bu kitabın içinde bulunan sözlere itikat eder ve bu sözlerle amel eylersen, nefs-i emmâreden kurtulur ve mutma'inne nefiste karar tutarsın. Sana da ÎRCÎ'IY hitabı gelir, erişir. Âşıklardan olursun, âşıklar içinde velilerden olursun, veliler içinde sultanlardan olursun, her ne dilersen Hak teâlâ onu sana asân eder ve verir, dilersen hastaları iyi edersin, ölü gönüller senin duanla dirilir, kara yüzler muhabbetinden ağarır, nice açlar senin sofranda doyarlar, iksir-i hakikî olup nice bakırları altın edersin, nice kırık gönülleri bütünlersin, nice kalpleri gıllü-gıştan (kararsız, şüphe içindeki) arındırır pâk edersin. Dilersen bir adımda doğuya veya batıya, Mekke'ye ve Medine'ye varır gelirsin. Yeryüzünde halk ile yürürsün ama bâtında arştan yukarı ve lâ-mekânda (mekânsız) seyredersin. Dünyada da merteben daha bunun gibi nice yücelir, Hak teâlâ sana kerametler ihsan eder. Âhirette de nice boynu zincirlenmişleri zebanilerin elinden alır, kurtarırsın. Hak teâlâ, sana gözler görmedik, kulaklar işitmedik ve gönüllere gelmedik daha nice mertebeler ihsan ve inayet buyurur.

Nitekim, Allah Hâdisi Kudsîde şöyle buyurur:

“Salih kullarıma, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbinin düşünemediği nimetleri hazırladım.”

Ey aziz tâlip ve gerçek dertli âşık!

Sana, emanetim olsun ki, bu kitabı kötüleyenler den, ayıplayıp kınayacaklar dan sakın. Zira, kötüleyenlerle eğri bakanlar ve lanet edenler bu kitaba lâyık değildir. Her kişinin aklı buna yetişmez. Hem olabilir ki, bir sözü anlayamayan bir kişi, inkâr cihetine sapmak suretiyle küfre veya nifaka yahut günaha ve Allah korusun islâm tarikinden düşmesine sebep olur. Bu kitap, olur olmaz herkese verilmez. Anlayamadığından dolayı bir sözü inkâr ederse, Allah korusun islâm tarikinden düşer.

Ey aziz:

Bir söz ki, Allah’tan veya Resulünden yahut ashaptan ya da meşayihten söylenirse sen ona inan İnanmak, kişiyi saadete götürür. İnkârı bırak ki, inkâr eden kişiler, bu kitabın saadetinden mahrum kalırlar.

- HİKÂYE

Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh, bir gün Bağdat şehrinde müritleri ile bir yere gidiyordu. Şat ırmağının köprüsü üzerinde birkaç oğlan çocuğunun oynadıklarını gördü. Çocuklar, mini mini bebekler yapmışlar, birine Muhammed ve birisine de Ayşe adı vermişler, düğün ediyorlardı. Çocuklar, şeyhi görünce hemen önüne çıktılar ve:

— Ya şeyh! dediler. Bizim düğünümüze buyur. Hazreti Muhammed'i evlendiriyoruz. İşte, bu Muhammed'dir bu da Ayşe.

Hazret-i şeyh, çocukların bu oyunlarını beğenmedi. Resûlullah ile Ayşe validemizin mübarek isimlerinin böyle bebeklere verilmesi ona kerih geldi ve asasının ucuyla her iki bebeği de köprünün kenarından aşağı suya attı ve müritleriyle yoluna devam etti. Evine vardı, halvet hanesine girdi, oturdu ve murakabeye daldı. Murakabesinde, Resûl aleyhisselâmın gelip geçtiğini gördü, davrandı ayağını öpmek istedi. Resûl-ü zişân, şeyhe hiç bakmadı. Bayezid-i Bestamî, niyazda bulundu:

— Ey iki gözüm nuru Resûlullah... Ben kulunuza hiç nazar buyurmazsınız. Hâtırı şerifiniz bana melûl mudur?

Fahr-i kâinat aleyhi ve âlihi efdal-üt-tahiyyat saadetle şöyle buyurdu:

— Beni oğlancıkların elinden aldın, hiç itibar etme den asanın ucuyla suya attın. Şimdi, benden itibar mı istersin? Bilemedin mi ki, adıma hürmet, bana hürmettir. Sünnetime hürmet, bana hürmettir.

Şeyh Bayezid-i Bestamî, büyük bir hata işlemiş bulunduğunu anladı ve derhal çocukların oynadıkları yere giderek, onlara hediyeler vermek suretiyle gönüllerini aldı.

- HİKÂYE

Hazreti Ömer radıyallahu anh, kölelerinden hangisinin Namaz kıldığını görürse onu azat ederdi. Onun bu huyunu bilen köleleri de namaz kılar ve cemaate gider ve Hz. Ömer de bu hallerini görünce hemen kendilerini azat eylerdi. Halbuki, bu köleler azat olduktan sonra asla namaz kılmazlardı. Maksatları, Hz. Ömer görsün ve azat etsin idi. Hz. Ömer de bu hali gayet iyi bildiği halde bu âdetinden asla vazgeçmezdi. Bir gün, yakınları kendisine:

— Yâ Ömer! Kölelerin seni aldatıyorlar. Azat olunmak için namaz kılıyorlar, dediler. Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle buyurdu:

— Aldanırsam, Allâh ile aldanayım. Aldatırlarsa, beni Allâh ile aldatsınlar. Dostla aldanan aldanmaz.

- HİKÂYE

İmam-ı Eb-ül-Leys rahmetullahi aleyh hikâye etmiştir:

Bağdat şehrinin hali vakti yerinde olanları hacca gitmeye karar vermişlerdi. Bunların hazırlandıklarını gören bir fakir ve salih dokumacı, kendi kendine:

— Varayım, şunlarla ben de hacca gideyim. Onların malları varsa benim de Mevlâm var, beni besler ve bana ihsanını eksik etmez, ben de Mevlâma sığınır birlikte giderim, dedi. O da hazırlığını yaptı ve hac kafilesinin Bağdat'tan hareket ettiği gün, peşlerinden yola koyuldu. Şehrin ileri gelenleri, hac yolcularını uğurladılar. Fakir dokumacının da uzaktan kendilerini takip ettiğini gören komşularından bir hoca katırını tepti ve ona yetişerek sordu:

— Hayrola komşu, sen de hacca mı gidiyorsun?

Dokumacı, safiyetle cevap verdi:

— Evet, ben de varayım. Rabbimin evini ziyaret edeyim Allah nasip ederse, dedi. Hoca, onunla eğlendi:

— Bineğin yok, azığın yok, bari birkaç bin akçacığın var mı?

Dokumacı, düşünmeden tekrar cevap verdi:

— Rabbim beni besler. Allahu teâlâ Rezzak-ı âlemdir. Hepimiz onun hazinesinden yemiyor muyuz?

Hoca, onun bu sözlerine güldü ve birbirlerinden ayrıldılar, dokumacı bir daha hoca komşusuna görünmedi. Mekke-i mükerremeye vardılar, Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler, Arafat'ta vakfeye durdular, döndüler veda tavafını da yaptıktan sonra, ülkelerine avdet etmek üzere Mekke şehrinden çıktılar. Hoca baktı ki, dokumacı da hac farizasını ifa etmiş, geri dönüyor, yaklaştı ve sordu:

— Komşu vardın beyti tavaf ettin mi?

— Şükür Allahu teâlâya ki, benim yüzümün karasına bakmadı ve bana o şerif makamı nasip etti, geldim sağlıkla tavaf ettim, şimdi de memlekete dönüyorum.

Hoca, onunla alay etmek istedi:

— Komşu, sana da hüccet verdiler mi? Beratını aldın mı?

— Nasıl hüccet verirler?

— Allah evine varana, cehennemden azad olduğuna dair hüccet verirler. İşte bizim hüccetimiz var, deyince biçare dokumacı bu söze aldandı ve ağlayarak hemen geri döndü ve Mekke-i mükerremeye doğru hızla uzaklaştı.

Hoca, yaptıklarını yol arkadaşlarına anlattı, hepsi dokumacının haline gülüştüler ve onlar da yollarına devam ettiler.

Dokumacı, o hızla Harem-i şerife girdi ve Beyt-i muazzamın kapısına başını koydu, yüzünü yerlere sürerek ağlamağa başladı ve niyazda bulundu:

— Ey âlemlerin Rabbi olan Allahım. Ey sultan-ı kadim-i bizeval. Sen kadirsin, gani padişahsın ve ihsanın bütün kullarına şamildir. O kullarına, yarın cehennemden azad olacaklarına dair hüccet vermişsin. Ben kuluna hüccet verilmedi.

Yoksa, ben azad olunmadım mı?

Bir yandan yalvarıyor, bir yandan da gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu. Öyle bir ân geldi ki, yorgun ve bitap düştü ve kendinden geçti. Gördü ki, bir kişi geldi ve:

— Kaldır başını yâ miskin. Al hüccetini var yoldaşlarına yetiş, dedi. Dokumacı, dehşet içinde kaldı ve baktı ki hakikaten elinde öyle bir berat var ki, kâğıdı dünya kâğıtlarına benzemez. Kokusundan canı mest oldu, beratı öptü başına koydu, yüzüne ve gözüne sürdü, itina ile koynuna yerleştirdi ve tekrar yola koyuldu. Bir müddet sonra da hemşehrilerine yetişti. Onlar, hâlâ işin alayında idiler ve aralarında garip dokumacıyı aldattıkları için gülüşüyorlardı. Yanlarına yaklaşınca sordular:

— Hüccetini aldın mı?

— Evet aldım.

Komşusu olan hoca ileri vardı ve:

— Görelim şunu, dedi. Dokumacı, ihtiram ile koynundan çıkardığı hüccetini hocaya uzatırken:

— Seninki ile bir arada dursun, demeyi de unutmadı.

Hoca, komşusunun uzattığı beratı aldı ve baktı ki ne görsün? Kâğıdı yeşil, yazısı ak nurdan, kokusu canları mest eyler. Hoca bunu görünce bir sayha vurdu ve kendisini katırından aşağı attı. Aklı başından gitti, bir müddet sonra kendine geldi, dokumacının hüccetini yüzüne gözüne sürdü:

— Yazık yazık benim geçen ömrüme, yok yere çürütmüşüm, diye ah edip ağlamaya başladı. Ah ne olaydı şu dokumacı komşum gibi fakir ve sadık olsaydım diyordu. Beni de Allah ile aldatsaydılar, tek onun eriştiği bu saadete ben de erişseydim.

Fakir dokumacı, sıdk-u sadakati bereketi ile ne mertebeye erişmiş ti. Onun fakirliği ile alay edenler ve hacca giderken alay yollu: (Bari birkaç bin akçen var mı?) diyenler, bütün servetlerini feda etseler böyle bir saadete nail olabilirler miydi?

Her ne hal ise, hacılar Bağdat'a döndüler. Dokumacı, hocaya:

— Hüccetim sende kalsın, dedi. Öldüğüm zaman kefenimin arasına koyar ve beni öyle defnedersiniz.

Hoca da bu vasiyet üzerine hücceti sandığına koydu ve kilitledi ve ticaretle meşgul olduğundan bir başka şehre gitti. Onun Bağdat'ta bulunmadığı sırada, dokumacı vefat etti. Cenazesini kaldırdılar. Bir müddet sonra hoca dönünce, komşusunun ölümünü öğrenerek feryat etmeğe başladı:

— Eyvah. Bende emaneti vardı. Vasiyetini yerine getiremedim, emanete hıyanet ettim, o ahirete gitti hücceti bende kaldı, diye ağlayarak gelip sandığı açtı ki, hüccet yerinde yok. Ne yapacağını şaşırmış bir halde:

— Varayım, kabrini açıp bakayım. Olur ki, birisi hücceti almış ve ona vermiştir, diyerek dokumacının kabrine gitti ve kabri açmaya teşebbüs edince, bir nida geldi:

— Bırak, kabrini açma! Biz ona hücceti veririz de sonra yabanda mı bırakırız. Hüccet yerini ve sahibini buldu, denildi.

Hoca, bu nida üzerine kendinden geçti ve olduğu yere yığıldı, kaldı. Bir de baktı ki, komşusu dokumacı karşıdan geliyor ve ona şöyle diyordu:

— Ey Hoca! Allah senden razı olsun ve sana selâm eylesin ki o hüccet bana geldi, münkir-nekire gösterdim bana bir şey demediler. Amma ben hücceti senin sayende aldım. Eğer sen bana: (Git, hüccetini al demeseydin, ben hüccetsiz gitmiştim.)

Hoca, evine döndü. Dokumacı komşusunun ruhu için hatimler okuttu, yemekler pişirtip dağıttı, fakirlere sadakalar verdi, bir çek hayır ve hasenatta bulundu.

Şimdi ey iş bilmez biçare:

Düğünlerde, derneklerde hokkabazlara, türlü maskaralık yapanlara bol bol akçeler verirsin. Hiç demez misin, hayır mı var, şer mi? Hak yoluna gelince* aldanırım diye korkarsın.

Bilmez misin ki:

Mü'mini salâh yoluna yöneltmek vaciptir. Hak teâlânın buyurduğu şu ayeti de hiç işitmedin mi?

“Fakat olur ki, hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olur. Sevdiğiniz şey de olur ki, şer olur.” Bakara süresi: 216

Demek ki, öyle şeyler vardır ki sen onu hayır sanırsın, halbuki o senin için şerdir, öyle şeyler de vardır ki, sen onu şer sanırsın, halbuki o senin için hayırdır. Şu hâlde, özellikle

Enbiyâ ve Evliya sözlerini inkâr etmek iyi değildir. Nitekim, Mevlânâ Celâlüddin hazretleri buyurur:

“Senin sıdkın (içten bağlılık), senin kılavuzundur.”

Hak teâlâ, Hadis-i Kudsîde:

(Ben, kulumun zannındayım) buyurdu.

Bu kitapta meşayih sözlerine ne çok yer verilmiş olduğu sorulacak olursa, cevap verir ve deriz ki:

Meşayih, yeryüzünde Allahu teâlânın askerleridir. Allahu teâlayı isteyen tâliplere yardım ve imdat etmek ve onları nefis, şeytan ve hevâları elinden kurtarmak için memur edilmişlerdir. Taliplerin gönüllerine şeytan tarafından bir vesvese veya nefisleri cihetinden bir telâş ve rahatsızlık gelse, Meşayihin menkıbelerini dinlemekle onu defederler. Tâlip, riyazet ve perhize boyun vermekten korkunca, meşayih sözünü dinlemek bu ürkmelerini ve korkularını da giderir. Bunun için:

Meşayihin kelimeleri, yeryüzünde Allahın askerleridir. Denilmiştir.

Hem de meşayih sözlerini dinlemek, kişiye muhabbet getirir ve gönlünden Allahu teâlâ muhabbetinden gayrı muhabbeti götürür. Zira, muhabbet denilen şey gönüllere ya gözden veya kulaktan girer. Kişi, görmek veya işitmekle âşık olur. Özellikle, Hak teâlâya âşık olmak böyle olur. Nitekim, Allahu teâlâ Kur'anda buna münasip olarak şöyle buyurur:

“Ey Rabbimiz! Biz, Rabbiniz celle şâneye imân edin diye insanları imâna davet eden bir münâdi işittik ona icabetle imâna geldik.”

Nitekim, ELEST hitabını işittikleri zaman, bazı canlar bu hitaptan sarhoş gibi âşık oldular. Bu âlemde de yine o taraftan bir haber can kulağına erişirse, hemen gönül yüzünü o yana döndürürler, bütün sevdaları terk ederler.

Şu var ki, meşayih sözlerini sıdk ile içtenlikle dinlemek, onlara muhabbet etmek ve muhip olmak, değme kişiye müyesser değildir. Zira, Meşayihe muhabbet ezeli saadettir. Gör şimdi, bu muhabbet, nice muhabbettir. Onun için bu muhabbet, değme gönüle konulmadı. Her kim meşayihi severse, bilsin ki onda Hak Teâlâ’nın muhabbeti eseri vardır. Zira, meşayihi seven, Allah için sever. Meşayihten ÜNS kokusu gelir. Bütün halk onları sever. Hemen cehd etmelidir ki, o muhabbeti zuhura getirebilsin ve ondan kemale erişsin. Zuhur bulmak gerektir ki, ondan kemâl bulunabilsin. Görmez misin ki, bir tohum yerin altında ne kadar yatsa, hiçbir zaman kemâl hâsıl olmaz. Ne zaman ki, kendisini yerin altından dışarı çıkarırsa, zuhur bulur, günden güne kemale erişir. Çünkü, aydan, güneşten ve havadan terbiye alır. Hem de ondan bir nice taneler hasıl olur. Bunu da zuhura getirmek, meşayih eşiğine düşmekle mümkündür, Meşayihe hizmet etmekle kabildir, meşayihten terbiye ve himmet almakla gerçekleşir. Zira, gerçek meşayih güneş gibi olurlar, müritlerinin gönüllerini terbiye ederler.

Nitekim, Şeyh sultan Ebû Süleyman Dârani'den (Rahmetullahi aleyh) sordular:

— Bu mertebeye nasıl eriştin?

Hazret-i şeyh cevap verdi:

— Erenlere hizmet edip, onların himmetlerini almakla eriştim.

Sadece Mürşidi Kamilin kapısında bekleyip hizmet etmekle kemale erişilebilir mi, diye sorulacak olursa; cevap budur ki, mücerret huzurunu beklemek ve eli altında bulunmak yeter. Meşayihin, cemali güneşine karşı, durmak, hamları hemen olgunlaştırır. Görmez misin ki, kaplumbağa yumurtasının üzerine hiç yatmaz. Yumurtalarının karşısına geçer ve kırk gün nazarını o yumurtalardan ayırmaz. Kırkıncı gün, yumurtaya baka baka yavru olur, canlanır. Meşayih nazarından da tâlibin gönlü yumurta misali dirilir ve hayat bulur. Allahu â’lem.

Kitabın başlangıcında sözü böyle uzatmaktan maksadın ne olduğu sorulacak olursa, cevabımız şudur ki, sadık müritler ve akıllı muhipler, bu önsözden işin önemini anlasınlar ve kitabı okurken zahmet ve meşakkate uğramasınlar ve asıl maksadın ne olduğunu peşinen öğrensinler diye böyle uzun bir başlangıca lüzum hasıl olmuştur.

İlâha pâdişâha bi-niyaza

Yüce dergahına geldim hudâya

Benim hacâtla gönlüm doludur

Veli nidem bu nefsim bed-hulûdur

Günah yükünü arkama urundum

Aciz toprağına yüzüm süründüm

Tevazu birle el sana getürdüm.

Kapma yüz karasını götürdüm

Bilirim padişah-ı bi-niyazsın

Sana yalvaranı mahrum komazsın

Verirsin kullarına istediğin

Bilirsin her kulunun ne dediğin

Yer-ü gök ehli hep senden umarlar

Kamusu hazretine yalvarırlar

Benim dahi günahım çok elim dar

Kapına geldim ey settar-ü gaffar

Getürürem şefi Mustafa'yı

Nebiler serveri kân-ı vefayı

Sen onunla olan dostluk hakkıyçün

O dostunla olan mesttik hakkıyçün

Dilerim hazretine ire âhım

İşitip affedersin her günahım

İnayet gözüyle bir gez bakasın

Beni hâşâ ki odlara yakasın

Bu imân hil'atin âhir nefeste

Çıkarıp kılmayasın beni haste

Beni uryan-ü rüsvay etmeyesin

Götürü beni oda atmayasın

Zebaniler eline vermeyesin

Kapından horluk ile sürmeyesin

Şuna kim sen imân ihsan edesin

Anı andan nice geri alasın

Göçücek canımız işbu bedenden

Ayırma gil bizi ey hak imândan

Bu EŞREFOĞLU mücrim RUMÎ miskin

Kapına geldim açu yalın algin

Seni senden eder ol şey'en lillah

Ayırma anı didârından Allah

Ki sendendir sana ermeğe çare

Senin derdinden oldu uş âvâre

Visalinin lengerîyle durgır anı

Didârın şerbetiyle kandır anı

Ümit sensin iki âlemde ancak

Bilürem sensin ol mâ'bud-ü mutlak

Duamı kıl kabul eyle beni şâd

Bi-hakkı Ahmed-ü Mahmud-ü Muhammed.

Ey aziz:

Bilmiş ol ki, bu dünya dedikleri LÂ-ŞEY'dir. Yani, HÎÇ'tir. Hiç olması, sonunda hiç olmasındandır. Fudeyl îbn-i Iyaz rahimehullahü teâlâ der ki:

Hak Teâlâ’dan bana erişti ki; kıyamet gününde dünya bütün ziynet ve güzellikleri ile süslenmiş olarak gelir ve:

— Yâ ilâhi! Beni şu, ednâ kullarına dâr eyle, yani kullarına duracak yer eyle, der.

Hak teâlâ buyurur:

— Ben senden razı değilim. Sen, benim düşmanımsın. Lâ şey, hebâ-i mensur ol!

Dünya, bir ânda hebâ-i mensur yani toz oluverir ve belirsiz hale gelir.

Demek ki, HİÇ yine HİÇ olur. Hiçe gönül veren ve onun yolunda ömür çürüten de hiç olur. Hiçi isteyen de hiçtir. Amma, hiçi hiçe sayan âriftir.

Şunu da muhakkak olarak bil ki, kişiyi Hak teâlâ yolundan uzaklaştıran ve nefs-i emmârenin yaramaz huyları ile ahlâklandıran da yine dünyadır. Dünya muhabbetine sebep, onun süsü ve ululuğudur, öğünmesidir, öğütmesidir.

Şunu da muhakkak olarak bil ki, Hak teâlâ dünyayı yaratalı dan beri, dünyaya bir kez bile inayet nazarı ile nazar etmemiş ve dünyayı düşman tutmuştur. Dünyaya muhabbet edenleri de düşman tutmuştur. Allahu Teâlâ’nın düşman tuttuğunu sen nasıl dost edinir ve ona muhabbet edersin? Evet. Allahu teâlâ dünyayı ve dünya ehlini düşman tutar. Hak Teâlâ’nın dünyayı düşman tutmasının sebebini bilir misin? Taliplerin yollarını keserek, onları mahrum bıraktığı ve zarara uğrattığı için düşman edinmiştir. Dünyayı, Enbiyâ da düşman edinmişlerdir. Zira, dünya onların da yollarını vurmuştur.

Dünya, kâfirlerin ve fâsıkların da düşmanıdır. Şu bakımdan onların da düşmanıdır ki, onları mekir ve hilesi ile tuzağına düşürmüş ve istidracla (sihirle) inandırmıştır. Onlar da bunu gerçek sanmışlar ve muratlarına eriştiklerini, keramete yetiştiklerini sanmışlar ve ferahlanmışlardır. Bu yüzden de âsi ve kâfir olarak mağrur, mahrum ve müflis cehenneme gitmişlerdir. Oysa, helâlden ve haramdan topladıkları malları ve mülkleri, davarları ve koyunları karılarına ve çocuklarına veya hiç sevmedikleri başkalarına kaldı, mirasını yiyenler güler, hükmeder oldular. Kendileri ise, toprak altında yatar ve şöyle çığrışırlar:

“Yâ rab! Beni, dünyaya döndür. Belki o bıraktığımla (terk ettiğim servetimle) salih bir amel işlerim.” Mü'minûn sûresi: 99

Onlara şöyle cevap verilecektir:

— Dünyada bunca ömür geçirdiniz. Dünyanın muhabbetine ömrünüzü yele verdiniz. Size verilen o günlerin kıymetini bilmediniz. Varın, bu sözü artık söylemeyiniz.

Çünkü, bilirler ki bu hal onların başına hep dünyadan ve dünya sevgisinden geldiğini anlarlar, o zaman dünyaya düşman olurlar ama fayda vermez.

Ey aziz:

Her kim, bu dünyaya gönül verir ve mal toplamakla meşgul olursa, sonunda pişmanlık taşıyla başını çok döver. Ne yazık ki, son pişmanlık fayda etmez. Bugün fırsat elde iken, ömür seninle yâr iken azim et gör. Gönlünü, bu murdardan ayır, bundan kurtul. Dünya mekruhlarını toplayarak, dünya uğruna ömür çürütenleri gör ki, onların sonları nereye ve neye varır? Topladıkları mallar, darmadağın olur ve miras yiyicilere kalır. Kendisi de. Azabını ve hesabını görür.

Aziz:

Sen, o sultanları gör ki, dünyaya geldiler ve lâkin dünyaya hiç itibar gözüyle bakmadılar. Dünyanın ardına düşerek, azmedip mal toplamakla meşgul olmadılar. Ahiret amelleri ile meşgul oldular. Gördüler ki, bu dünya âhiret yolunun üzerinde bir uğrak imiş, buna aldanmak neye gerektir, dediler. Yol tedarikinde bulundular, kafileden ayrılmadılar, bu dünyaya gönül verip aldanmadılar. Bu dünyaya itibar etmeyenlerin misalini sana söyleye vereyim ve dünya ile dünya ehlini temsilde sana anlatayım da sen de halini buna göre bilesin. Yolda kalanlardan mısın, yoksa menzile erenlerden misin?

Bir kafile, bir memleketten Mekke-i mükerreme'ye gitmek, Beytullah'ı ziyaret ve tavaf etmek, hacı olmak ve yine vatanlarına dönmek maksadıyla yola çıktılar. Yolları Bağdat şehrine uğradı. Kafilede bulunanlar: (Şehirde bizim işimiz yoktur. Şehir dışında bir yerde konaklarız, dinlenir ve yol hazırlıklarımızı görürüz, yine kalkar yolumuza devam ederiz.)

Dediler ve şehir dışında konakladılar. İçlerinden birisi:

— Vallahi Bağdat şehri dillerde söylenir bir şehirdir. Ben de sizinle konak yerinde konaklarım ama, buraya kadar gelmişken, varır Bağdat şehrini de gezerim, dedi. Kafiledeki yoldaşları:

— Gel gitme. Orada, nefsinin hevâsının hoşuna giden şeyler bulur, onunla oyalanır kalırsın. Biz yola çıkarız, gelir bizi bulamazsın. Çok kalacak değiliz, hemen yola çıkacağız, vazgeç gitme bizimle kal, dedilerse de dinlemedi ve tek başına Bağdat şehrini görmek maksadıyla arkadaşların dan ayrıldı.

Şehre girdi, yolu Bağdat'ın viraneleri ne düşer. Bakar ki, çengiler oynamakta, şarkılar söylenmekte, kahkahalar sokaklara taşıyor. Biraz duraklayıp bunları dinledi, bu eğlence ve sefahat âlemi kendisine hoş geldi, nefsi kuvvetlendi, gürledi ve baş kaldırdı. Birkaç adım daha yürüdü ve gördü ki bir kadın bir kapıdan başını çıkarmış, gelene geçene bakıyor. Göz göze geldiler, kadın kendisini hemen içeriye çekti. Ne yaptığını bilmez halde nefsinin esiri olarak kadının peşinden gitti. Kadın kendisine:

— Ey yiğit, dedi. Peşim sıra gelirsin, benden ne istersin?

— Seni pek sevdim, kendime sevgili edindim, cevabını verdi.

Kadın nazlandı:

— Beni sevdiğini söylüyorsun ama sen benden murat alamazsın. Bütün malını ve sermayeni bana vermeyince sana boyun eğemem, dedi. Biçare adam:

— Benim varım yoğum ne varsa hepsi şehir dışındaki kafilede ve arkadaşlarımın yanındadır. Burada garip bir misafir kişiyim, diye yalvardı. Bu defa kadın:

— Mademki bir şeyim yok diyorsun, gel benimle içki iç ki, benden murat alabilesin, teklifinde bulundu.

Bizim hac yolcusunun aklı başından gitmiş ve gözü dönmüştü. O kadından başkasını gözleri görmüyordu. Bu teklifi dc kabul ederek içki içmeye razı oldu. Karşılıklı bir hayli içtiler. Artık iyice sarhoş olmuş ve kendinden geçmişti. Derhal soyundu. Belinden, içinde paraları bulunan kemerini ve üstünde nesi varsa hepsini kadının önüne koydu. Biraz daha içtiler, iyice sarhoş oldu ve sonrada birlikte olup yattılar.

Sabah oldu, müezzinler sabah ezanı okumaya başladılar, uyandı kendine geldi, etrafına bakındı, yanında yatan kadına gözü ilişti. Ne görsün? İçkinin tesiriyle gözüne dünya güzeli gibi görünen o kadın, gayet çirkin bir şey değil mi? Gözlerinden çapaklar akar, ağzı gayet kötü kokar, hasılı murdar bir şey. Hemen kalktı ve giyindi, dört yanını aradı ne kemeri var ne paracıkları? Bütün varı yoğu elden gitmiş! Hızla sokağa fırladı ve arkadaşlarının kondukları yere vardı ki, kafile çoktan hareket etmiş. Kendisi, hilekâr ve yüze gülücü bir aşiftenin cazibesine kapılmış ve bütün sermayeyi kaptırmış müflis ve biçare ortalıkta kalakalmıştı. Ne yapacağını şaşırmış? Bağdat şehrini bilmez, orada kimseyi tanımaz. Nereye varsa kabul etmez kovarlar. Sonunda, işsiz güçsüz, aç ve perişan o avarelikle Ne’ûzü billâhi teâlâ cehenneme gitti...

Kıssadan hissemizi alalım:

Ehli dünya kimselerde ruhlar aleminden seçilmişlerden olan bir kafile ile yola çıktılar. Hak Teâlâ’nın Kâbe’sini görüp Allah'ın rızasını almak istiyorlardı. Yolları, Bağdat gibi olan bu dünyaya uğrar. İçlerinden birçokları, dünyaya meylederek gönül vermediler. Bu fâni dünyaya hiç karışmadılar. Bunlardan birisi, dünya Bağdat’ına geldi, gaflet içkisinden içti ve sarhoş oldu. Hilekâr ve büyüleyici kadın görünümündeki dünya, kendisine gönül verip, ömür sermayesini ve iman kazancını dünya yoluna harcayan o kişiyi baştan çıkardı. Bu halde iken ömrünün sonuna geldi ve Azrail aleyhisselâmın tekbir sesini işitti. Bu gafletten uyandı ve gördü ki, din ve iman sermayesi dünya yolunda harcanmış, kendisi çaresiz, ortada kalmış. Ne yapacağını bileme den, koşup kafileye yetişmek istedi, kafile de hareket edip yoluna gitmiş, bu acınacak halde iken Azrail geldi ve dinsiz, imansız müflislikle canını aldı. Ne'ûzü billah.

Şu hâlde, bu dünyaya gönül verip aldananlar, sonunda zarara uğrayıp mahrum ve mahzun ortada kalırlar. Misali buna benzer.

Ey aziz:

Mademki bu dünyaya geldin, saf ve pâk canların dünya karşısından nasıl davrandıklarını da gör? Onlar, aldatıcı dünyaya gönül vererek aldanmazlar. Hak teâlâ, onlara dünyadan ne verdiyse, kendi nefislerinden kesip Allah için fakirlere tasadduk eylediler. Kendileri yemeyip fakirlere yedirdiler, açları doyurdular, çıplakları giydirdiler, düşmanlarına el uzattılar, muhtaçların yardımına koştular, kapılarına gelenleri mahrum göndermediler. Daralmış gönülleri onardılar, hacetler bitirdiler ve şu Hadis-i şerifle amel ettiler:

“Her kim, bir mü'min kardeşinin bir hacetini giderirse, Hak teâlâ âhirette onun yetmiş hacetini giderir.”

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:

“Bir kimse, sizden bir hâcetini istese, siz o istediğini verin. Ertesi günü muhtaç olacağınızı bilseniz dahi verin, kardeşinizin hâcetini giderin.”

Allah dostları bu Hadis-i şerifle de amel ederler. Kendileri için gayet gerekli olanı dahi verirler. Kendileri kanaat ederler, eksikliğe sabrederler, Hak teâlâ da onları yüce mertebelere eriştirir.

Ey aziz:

Senin de aklın varsa, bu dünyada üç şeyle meşgul ol ki, yarın halka sıkıntı gelince sana bayram olsun:

1) Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terket.

2) Kabre varmadan, kabrini imar et.

3) Rabbin ile buluşmadan, Rabbini razı et.

Ey aziz:

Bu üç şeyi uygulaman gerekir. Elbette dünyayı terk edeceksin, Kabre girecek ve Allah’ın huzuruna çıkacaksın. Bu üç şey, mutlaka başına gelecek. Sana, kabrin nasıl imar edileceğini, Allahu Teâlâ’nın nasıl razı kılınacağını da birer birer anlatıvereyim inşâ'allahu teâlâ.

Şimdi, Önce dünya nasıl terkedilir ve dünyanın terki nasıl olur onu anlatalım:

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:

“Ed-dünya Mezra'at-ül-âhireti (Dünya, âhiretin tarlasıdır.)”

Mu’ az bin Cebel radıyallahu anh, bu Hadis-i şerifi yorumlarken:

— Bu dünya, insan oğullarının tarlasıdır. Azrail aleyhisselâm biçicisidir, mezarlar desteleridir, kıyamet harman yeridir, cennet ve cehennem ambarlarıdır. Cennet ehlini cennete, cehennem ehlini de cehenneme bırakırlar. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:

“Onlardan bir kısmı (Muvahhid ve muti olanlar) cennette ve bir kısmı (kâfirler) cehennemdedirler.” Şûra sûresi: 7

Bu dünya bir ekinlik, Azrail aleyhisselâm da biçici olduğuna göre, ekin de senin vücudundur. O halde, neden mağrur olup gafil olursun? Bu mağrurlukla kendini koyup salıverdin. Bir gün Azrail aleyhisselâm ölüm orağını alır, gelir seni de biçer, bırakır gider. Seni iletirler, o desteleri döğdükleri yerde bir çukura bırakırlar, amelinle kalırsın.

Şimdi ey azizim:

Bu hal başına gelmeden, bunun hazırlığını görüp, o günler için tedbirli ve tedarikli olman gerek. İbn-i Abbas radıyallahu anh buyurur ki:

— Yarın, kıyamet gününde Hak teâlâ dünyayı bir kadın şeklinde getirmelerini emreder. Gayet çirkin suratlı, saçları ağarmış ve karmakarışık, gök gözlü, dişleri sararmış, boğazı hırıldar, ağzından irinler akar ve gayet pis kokar. Yüzüne bakanlar, korkarlar ve iğrenirler. Acayip bir şeydir ki, ehl-i dünya onun hakikatini ancak o zaman görebilirler. Fakat, dünyada iken bilmediklerinden onun ardınca can verirler. Evliya ise, onun bu hakikatini görüp bildiklerinden ondan kaçarlar. Gözünü kaydırmaz, ona hiç gönül gözüyle bakmaz ve itibar etmezler ve pis kokularını duyarlar, onunla sohbet etmezler.

Eğer, Ehlullah’a dünyayı verince neden alırlar diye soracak olursan, cevaben deriz ki, onu sevdikleri için almazlar, bir muhtaca vermek amacıyla alırlar. Hem verene hem de kendilerine sevap olur.

Bazı Meşayihe sordular:

Bu dünyayı çekiştirirsiniz ama, verince de yok demez hemen alırsınız. Onlar da cevaben buyurdular ki:

— Biz onu cehennemden alır ve cennete harcarız. Almazsak nekes (cimri) oluruz.

Oysa, ehl-i dünya onun çirkin kokusunu duymazlar. Onun için ona münasip olurlar. Debbağları ve kirişçileri görmez misin? Dışarıdan gelenler, dükkânlarında bir an durabilirler mi? Ama, kendileri gece ve gündüz içeride dururlar da hiç kokusunu duymazlar. Zira, burunları alışmıştır.

Hatta, sorarsan:

— Kötü kokmuyor, derler.

Ey aziz:

Âdem atamız ile, Havva anamız cennetten yeryüzüne düştükleri vakit, bu dünyanın çirkin kokularını duydular. Akılları başlarından gitti ve kırk gün baygın kaldılar. Gönülleri döndü ve kustular. Her ne hal ise, İbn-i Abbas radıyallahu anh’ın anlattıklarına kulak verelim:

Mahşer halkı, dünyayı yukarıda tarif edildiği gibi çirkin bir kadın şeklinde görünce feryada başlarlar:

— Şu yalancı murdar kadın ki, leşten fena kokar. Vah bizlere ki bizim zahmetimiz bize yeter. Bu hepsinden fazla oldu, diyerek ağlaşırlar. Melekler derler ki:

— Bu kaçtığınız çirkin kadın kimdir, bilir misiniz?

Mahşer halkı cevap verir:

— Ne'ûzü billah, bilmeyiz!

Melekler tanıtırlar:

— Bu kadın, sizin çok sevdiğiniz ve uğruna ömrünüzü çürüttüğünüz dünyadır. Bunun hatırı için hatırlar yıktınız, gönüller incittiniz. Bununla öğünür ve sefa sürer diniz. Bunun uğruna gece ve gündüz demez koşup, dağlar, taşlar aşardınız. Şimdi, bunun hakikatini öğrenince neden kaçıyorsunuz?

Bir rivayete göre, Hak teâlâ dünyanın cehenneme atılmasını irade buyurur. Zebaniler hamle edip tutmak ve zincire vurarak cehenneme götürmek isterlerken, dünya da feryada başlar:

— Bugün adalet günüdür. Sen kimseye zulmetmezsin: Bana da zulmetme, adl eyle, niyazında bulunur. Hak teâlâ kereminden buyurur:

— Dileğin nedir?

Dünya niyaz eyler:

— Yâ Rab! Benim ehlimi bana ver. Hak tealâ, müsaade buyurur:

— Var sen ehlini çağır. Kim ki, dünyada sana ve senin muhabbetine müptelâ idi, şimdi yine sana gelir.

Bu müsaade üzerine, dünya hırlar gibi bir bağırır. Bütün mahşer halkına bir korkudur düşer. Yalnız âşıklar bu sesi duymazlar. Zira onlar hayatta iken onun mekrine ve hilesine kapılmamışlar, tuzağına düşmemişler ve birkaç günlük fâni lezzetine aldanmamışlardır. Dünya haykırmağa ve sevgililerini çağırmağa devam eder:

— Hani benim o sevgili âşıklarım. Nerede beni çok sevenler. Ne oldu benim endişemle gecesini gündüzüne katanlar. Hani benim derdimden öleceğini ve sonra tekrar dirileceğini akıllarına getirmeyerek dünü güne, günü yarına katıp çalışanlar nerede? Beni arzuladıkları için dağlar, tepeler, dereler, denizler ve yerler aşarak ana, ata, oğul, kız, kardeşlerini ortaya dökenler, başlar kestirenler, kanlar döktürenler. Hani benim için sıcak soğuk demeyerek uykuyu rahatı kendilerine haram edenler. Hani benim için ana-baba hatırı yıkanlar, komşularını incitip gücendirenler, benim için birbirlerini aldatanlar, gelsinler bana ulaşsınlar, diye avaz avaz haykırır.

Bütün dünya ehli, yani dünya sevgisiyle mal, mülk yığanlar, fakir hakkı yiyenler, zekât vermeyenler, hacca gitmeyenler, fakirlere sadaka vermeyenler, dökülen hazan yaprakları gibi yelin önüne katılmışçasına iradesizce dünyadan yana koştururlar, dünyanın üstüne düşerler.

Hak tealâ, bunların hepsini dünya ile birlikte cehenneme sürmelerini irade buyurur. Ne'ûzü billâhi tealâ.

Ey aziz:

Kıyamet günü, öyle bir gündür ki kişinin iradesi kendi elinde olmaz. Yalnız, o kimselerin iradeleri ellerinde olur ki. Bunlar dünyada iken iradelerini nefs-i emmârenin elinden alıp hakka teslim etmiş, bedenini ibadet ve tâ'at yolunda eskitmişlerdir. Hak tealâ da kıyamet günü onların iradelerini ellerine vererek:

— Gidin cennetin kapısına, dilediğiniz yerin sakini olun, diye onları taltif buyurur.

Kıyamet, o korkulu gündür ki, Hak tealâ İbrahim peygamber aleyhisselâma nida edip buyurur ki:

— Yâ İbrahim! Hiç senin evlâdın oldu mu? Senin belinden zürriyet geldi mi? Zürriyetinin adları nedir, bilir misin?

İbrahim aleyhisselâm, bu ilâhi soru üzerine düşünceye dalar. Başını önüne eğerek bin yıl kadar hiç kaldırmaksızın hesap eder. O kadar dalar ki, sayıların içinde belirsiz olur ve azmedip oğullarının adlarını aklına getiremez, ki Allahu azim-üş-şâna cevap verebilsin. Bundan da kıyas etmek gerektir ki, ne korkulu gündür. Hak tealâ tekrar sual ederek buyurur:

— Yâ kulum! Ben, seni dünyaya gönderdim. Senin için peygamber gönderdim. Kur'an gönderdim ve o kitabımın içinde nelerden sakınman ve nelere devam etmen gerektiğini açık açık bildirdim. Sen, yapma dediğimi yaptın.

İşte, o zaman insan inat ile inkâr edip:

— Yâ Rab! Ben, senin buyurmadığın yerlere varmadım, senin buyurmadığın işleri asla işlemedim, diye inkâra ve inada yeltenir. Nitekim, Hak tealâ buyurur:

“Muhakkak ki insan Rabbinin nimetleri ne karşı pek nankördür.” Âdiyat sûresi: 6

Halbuki, azalarımızın hepsi dile gelerek tanıklık edecek ve: (EVET. BÎZ İŞLEDİK YA RAB!) diyeceklerdir. Elimiz dile gelip: (Ben haram tuttum. Haksız yere vurdum.) diyecektir. Gözümüz: (Harama baktım.) diyecektir. Kulaklarımız: (Haram dinledim.) diyecektir. Karnımız: (Haramlar yedim.) diyecektir. Ayağımız: (Haram olan yerlere, günah meclislerine, yalan tanıklıklara, çalgılı düğünlere vardım.) diyecektir. Edep yerimiz: (Zina ve livatalar ettim.) diyecektir. Dilimiz: (Haram ile söyleştim.) diyecektir.

O halde, bunlar hep dile gelip aleyhimize tanıklık edince, o gün acaba biz ne diyebiliriz? Nitekim, Hak teâlâ azalarımızın tanıklık edeceklerini şu âyet-i celile ile beyan buyurmaktadır:

“Kulakları (işittiklerine) gözleri (Gördüklerine) ve derileri (İşlediklerine) aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.” Fussilet sûresi: 20

Fudeyl İbn-i Iyaz rahimehullah buyurur ki:

— Dünyanın ve âhiretin şerrini hep devşirdiler. Dünyayı sevmeye koydular. Her kim, dünyayı dost edinirse, iki cihanın şerrini başına almış olur. Dünyayı terk edenler ise iki cihanın mutluluk ve rahatını devşirmiş olur.

Ey azizim:

Aklını başına devşir. Bu dünyanın kötülüğüne nazar eyle. Bunun hiçliğine bak. Ahiretteki rüsvalığı düşün. Bu dünyadan sakın. Senden önce gidenler den ibret al. Gör ve anla ki, bu dünyayı sevmekle ahiretlerini haraba ve ziyana verdiler. Nihayet dünya da ellerinden çıktı, dünyada ki muradlarına bile yetişemediler. Üstelik âhiretten de mahrum oldular.

Kaldı ki, dünyayı sevmek ahireti ziyan eder. Âhireti sevmek dünyayı ziyan eder. Nitekim, Resûl aleyhisselâm buyurur:

“Her kim, dünyayı severse âhiretine ziyan verir. Her kim, âhiretini severse dünyasına ziyan verir.”

Şu hâlde, dünya seven âhiret ziyanına katlanır. Âhireti seven de dünya ziyanına katlanır. Şu var ki, bu dünyanın ziyanı dünyadadır. Âhiretin ziyanı ise gayet zordur. Zira, ebedî ziyandır. Dünyanın bekası yoktur, fânidir. Akıbet, ziyana varsa gerektir. Onun için, akıllı olanlar dünya için kederlenmezler.

Hadis-i şerifte de böyle buyurulmaktadır:

“Dünya isteyene âhiret haramdır. Âhiret isteyene de dünya haramdır. Allahu Teâlâ’yı isteyene, her ikisi de haramdır.”

Yani, dünyayı isteyenler âhiret zararını önemsemezler. Âhireti isteyenler de dünya zararını önemsemezler. Allahû Teâlâ’yı isteyenlere ise hem dünya hem âhiret haram olur. Allahu Teâlâ’yı isteyenlere, Allah'tan başka murat olmaz.

Bir kişinin, bu dünyanın fâni ve âhiretin bâki olduğunu bildiği halde, bâkiyi bırakıp fâniye tâlip olması elbette iyi alâmet değildir. Bunun sonu, Allah korusun imanın yitirilmesi dir.

Arifler demişlerdir ki:

Dünya fahişe kadın gibidir, kim olursa olsun evine gider ve koynuna girer, yüzüne güler ama hiç kimseye vefası yoktur. O halde, böyle bir kadına gönül vermek akıl işi değildir. Böylesi bir kadına gönül verenler alçak, namert ve haindir.

Bir Hadis-i şerifte de şöyle Buyurulmaktadır:

“Allahu teâlâ, dünyayı üçe ayırdı. Bir kısmını müminlere verdi. Bir kısmını münafıklara verdi ve bir kısmını da kâfirlere verdi. Mü'minler, dünyada âhiret azıklarını hazırlarlar. Münafıklar, dünyanın süsleriyle süslenirler. Kâfirler ise, gece gündüz yer, içer ve âhiret amellerini terk ederek dünya zevkleri ile meşgul olurlar.”

Ey aziz kardeşim:

Bizden önce bu dünyadan peygamberler de geçti acaba onlar nasıl yaşadı, nasıl hareket ettiler diye soracak olursan cevaben deriz ki, peygamberler gerçi dünyaya mâlik oldular ama kabul etmediler, saklayıp gönül vermediler. Nimetlerinden faydalanmadılar. Allahu tealâ her ne verdiyse, onlar da hak yoluna verdiler ve kendileri arpa ekmeği yediler ve aba giyin diler. Peygamberlerin hikâyelerini işitmedin mi? Halil İbrahim peygamber aleyhisselâm, bir kere (Allah senden razı olsun!) diyene bir deve verdi. Kâbe’yi yaptı, konuklarına çeşit çeşit yemekler yedirir, kendisi arpa ekmeği yerdi. Süleyman peygamber aleyhisselâm kaftan kafa hükmederdi. Bütün cihanın padişahı idi. İnsanlar, cinniler, vahşi hayvanlar ve kuşlar onun eli altında olmasına rağmen kendisi, zembil örer geçimini onunla kazanır, Aba giyerdi. Gerçi bu peygamberlere dünya verildi ama, dirliklerinde böyle idiler.

Süleyman Nebi aleyhisselâm, bir gün saltanat ve azametle havada tahtına oturup rüzgâr onu taşırken. Bir fakir kişi de bir ağaç altında ibadet ederdi. Süleyman aleyhisselâm, bunun bulunduğu yerden geçerken o âbid zat kendisine baktı ve azametini görünce:

— Yâ Süleyman! dedi. Hak tealâ sana ne büyük bir azamet vermiş ki, tahtını havada kuşlar gibi yürütüyorsun der.

Süleyman aleyhisselâm, bu kişinin yanına iner ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:

— Ey Allah'ın kulu. Sana bir şey söyleyeyim mi?

— Buyur yâ Süleyman.

— Sen ne zaman kalbinden sıdk ile aşk ile bir kere SÜBHANALLAH desen ve bu Allah indinde kabul olsa, benim bütün saltanatımdan daha âlâdır. Benim sultanlığımın zevali vardır, fânidir. Hâlbuki, senin o tesbihinin ecri bâkidir, asla fâni olmaz ve âhirette hazır bulursun.

Ahiret hayırlı (Nimetleri daim) ve bâkidir.

Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, onca gazadan birçok ganimet malı getirdi, hepsini fakirlere dağıtırdı, öyle zaman olurdu ki, dokuz günde bir arpa ekmeği yerdi. İleride, peygamberlerin ve velilerin cömertliği inşa'allahu tealâ beyan olunacaktır. Hele biz şimdi dünyayı söylüyoruz.

Demek ki, peygamberlerin itikadı böyle idi. Sen, bir akçeden ötürü bir kere SÜBHANALLAH demeyi terk eder, bu ömrü yok yere çürütürsün. Kur'an dan bir sûreyi yarım veya bir akçeye okursun. Bunun sonu pişmanlıktır. Sonradan pişman olacağına, şimdiden pişman ol. Bu murdar dünyanın muhabbetini gönlünden gider, çünkü senin helâk olman, dünya kaygısından olsa gerektir. Bu dünyanın endişesini gideremezsen, kendisini terk et, bırak elinden gitsin. Bunun çaresi budur. Elde bulunanın endişesi, gönüle girer. Zira, her ne dünya arzusu varsa, şeytan ona musallat olur. Her zaman ister ki, kişiye dünyayı sevdirsin. Bilir ki, dünyayı sevdiği için, dünyadan ahirete perişan gidecektir.

Hasan Basri hazretlerinin müridleri şikâyet ettiler:

— Yâ şeyhî dediler. Şeytandan gayet incindik. Hep bizi yaramaz işlere kışkırtıyor. Elinize geçen dünyayı sıkı tutun, size lâzım olacak diyor ve bizi hayırdan menediyor.

Hazret-t şeyh, gülümsedi:

— Şimdi burada idi, o da sizden şikâyet etti. Dedi ki:

«Şu âdemoğullarına nasihat eyle de benim hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına razı olsunlar. Ne zaman ki, Hak teâlâ beni huzurundan kovdu, dünya ve cehennemi bana mülk eyledi. Cenneti ve kanaati onlara verdi. Şimdi, bunlar kendi haklarını bıraktılar, benim mülküme tamah ediyorlar. Ben de onların imanlarını almayınca dünyayı kendilerine vermiyorum.» Müritleri, başlarını önlerine eğerek huzurundan çıktılar.

Şimdi, siz de şeytanın mekrinden emin olmak isterseniz, varın dünyayı terk edin ve endişesini gönülleriniz den çıkarın.

Bir gün, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi üzerinden bir şeyi def etmeye çalışırken gördüler. Bu arada (Defol. Benden uzak ol) buyuruyorlardı. Sordular:

— Yâ Resûlallah! Mübarek nefsinizden neyi def ediyorsunuz?

Saadetle buyurdular:

— Dünya, bana temessül ederek kendisini arz ediyor. Ben de onu kendimden defediyorum, uzak ol dediğim odur.

Onun gibi bir sultan-ül-enbiyâ, kendisinden dünyayı def eyledi. Bize de terk i lâzım oldu.

Bir gün yine Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il Mennân efendimiz, Ebû-Hureyre radıyallahu anha buyurdu:

— Yâ Ebû-Hureyre! Gel sana dünyanın misalini göstereyim.

Sonra, Ebû-Hureyre'nin elinden tutarak onu mezbele ile dolu bir dereye götürdü ve saadetle buyurdu:

— Bu dereye bak yâ Ebû-Hureyre!

O derede birbirine karışmış bir sürü insan kafası ve birçok pislikler vardır, Resul aleyhisselâm buyurdu:

— Yâ Ebû-Hureyre! Bu gördüğün kuru kafaların sahipleri kimi yiğit, kimi kocamış. Kimi kadın, kimi çocuk başları ve kemikleridir. Evvelce bunlar da bizim gibi insan idiler. Bunların da hırsları vardı, bunlar da yemek yer ve nefis elbiseler giyerlerdi, inerlerdi, binerlerdi, dört yana çırpınırlardı, şimdi kuru kuru kemik olup yatıyorlar Etleri ve derileri çürümüş, toprak olmuş, o türlü nefis yiyecekler yiyen ağızları çenelerinden ayrılmış. Bunların içlerinde öyle kişiler vardı ki, haram- helâl demezler boyuna mal devşirirler, para biriktirirlerdi. Kaim döşeklerde yatar ve saraylarda otururlardı. Şimdi, görüyorsun ki, bu mezbelelikte birer leş olarak yatıyorlar. Gelen geçen üzerlerine basıyor, çoğu bunlardan iğreniyor ama, aklı başında olanlar bundan ibret alırlar. Şu çöplükte gördüğün rüzgârın savurup dağıttığı paçavraların kimisi sof, kimisi ipek, kimisi yünlü idi. Bu iskeletlerini gördüğün kimseler onları giyer ve öğünürlerdi. Görüyorsun ya, onları da yel savurup çürütmüş. Sonra şu koyun kemiklerine de bak; aralarında at, katır, deve ve merkep kemikleri de var. Bunlar da bu kuru kafaların malları idi. Kimisine biner, kimisinin sütünü içerlerdi, işte, onlar da perişan bu çöplüğe atılmış, bir zamanlar hepsi ayrı ayrı birer güzellik gibi görünen şu insanlar, şu hayvanlar ve şu kumaşlar, sonunda bir çöplükte buluşup karışmışlar. İşte, dünyanın misali de budur. Dünyanın da önünde sonunda olacağı budur.

Yâ Ebû-Hureyre! Sen de ben de bundan ibret almalıyız, böyle olacağını anlamalıyız. Bugün, elimizde bulunanların hiç birisi bizim değildir. Bizden önce her birinin birer sahibi vardı, bizden sonra da yine her birinin birer sahibi olacaktır.

Sen, onları şimdi kendinin sanırsın. Yâ Ebû-Hureyre! Var şimdi ölmeden önce bu dünyayı terk et, bu dünyadan gönlünü arındır. Dünya seni terk etmeden, sen dünyayı terk eyle. Elinde bulunandan fakirlere ver. Yoksa, sen de yarın böyle olursun. Bu dünyaya aldanma ve bunun rahatına mağrur olma! Bu dünyada kim güldüyse sonunda ağladı. Bu dünyada kim rahat oldu ki, ona mihnet bulaşmadı. Yüzünü dünyaya çevirip şenlik edenler, sonunda gam ve tasa ile tanışır.

Ey aziz:

Bu dünyada hiç tasasız insan gördün mü? Herkesin kendisine göre bir tasası var. Her birinin, kendisine göre bir kavgası vardır.

Sultan İbrahim bin Ethem, onun için sultanlığı terk edip dervişliği tercih etti. Kendisini mürşit eşiğine bırakarak cihanın tasasından kurtuldu.

Lokman hekim, oğluna vasiyet ederdi:

— Aman oğul! Dünyayı ver, âhireti satın al. Sakın, âhireti dünyaya verenlerden olma.

Ey aziz:

Bu dünyanın sana birkaç misalini söyledim. Birkaçını daha diyeyim, iyi dinle ola ki bunun fâniliğini anlayarak, gönlünü bundan geçirir, kanaat cübbesine bürünüp hakka teveccüh ederek oturursun. Elinde olandan da fakirlere tasadduk edersin.

Dünya gölgeye benzer, duruyor sanırken o yürüyüp gidiyor Lâkin, sen yürüdüğünü göremezsin. Bir süre sonra bakarsın ki, gitmiş. İnanma bu gölgeye, bunun yok olması tezdir. Onun için, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Dünya hayatı bir saattir onu da tâat ve ibâdetle geçiriniz.”

Bu dünyanın lâtif bir misalini daha anlatayım:

Meselâ, bir kimse bir gece rüyasında sultan olur, tahta çıkar oturur. Sağında ve solunda vezirleri, bir izzet, bir ikram ona kulluk ederler, hürmet gösterirler. Kapıcılar, hizmetçiler, çeşit çeşit hizmetkarlar görür ve sanır ki, bütün bu gördükleri gerçektir. Bu hal kendisine gerçekten vaki olmuştur. Bu halde iken, gözlerini açar ve uyanır ki, yatağında yatmış ve uyumuş ve bütün gördükleri rüyadan ibaretmiş. Ne beylik var ne sultanlık? Ne vezir var ne kapıcı ne hüküm ne hükümet? Bu kişi, o zaman nasıl melûl ve meyus olur ve nasıl tasalanır.

Şimdi, bu dünyanın en büyük hoşluğu padişahlıktır. Oysa, oda bir gün ölür ve kabre götürülür, bırakır giderler. Sen de bir gün olur uyanırsın ki, üryan püryan bir beze sarmış ve bir çukura yatırıvermişler ve seni de bırakıp gitmişler. Bütün dünya saltanatı, o hay ve huy bir yalan rüya gelir geçer. O zamanki hasreti gör, eğer salih amelleri olmazsa, nefs-i emmârenin o çirkin sıfatlarının hepsi korkunç bir canavar şeklinde gelir ve o daracık çukurda onun üzerine saldırırlar. Üstelik, o çukurun içinde de yılan, çıyan, sıçan, kurbağa ve saire gibi hayvanlar da türlü nimetlerle beslenmiş ve semirmiş o nazik vücudu kemirmek için harekete geçerler. O nefs-i emmâre sahibinin üstüne, bir taraftan o sıfatının korkulu canavarları ve diğer taraftan da yılan, çıyan türü hayvanlar üşüşüp kendisine azap ederler. Kabirde, nazik tenini dünya canavarları yiyip dururken, o hayıflar eder, pişman olur, ömrünü yok yerlere harcadığını anlar. Meğer, o eğlence sandığı şeylerin hepsi birer gam imiş. O rahat dediği mihnet imiş.

Sen öyle zannedersin ki, bugün sen âlemde padişahsın veya vezirsin veya izzetli ve hürmetli bir kulsun. O kuruntuları bırak! Bütün bunlar sana bir rüya gibidir, tez uyanır ve gerçeği anlarsın. Şimdi, lâyık olan odur ki, insaf edesin, önünü ve sonunu düşüne sin. Evvelini sorarsan, sidik yolundan gelmiş bir katre meni idin. Sonunu sorarsan, çürümeye mahkûm bir murdar gövdesin. En sevgili dostlarımızı, analarımızı, babalarımızı, ciğerpare yavrularımızı öldükten sonra bir gün yanımızda alı koyabiliyor muyuz? Acele götürüp toprağa sokmuyor muyuz? Bir iki gün ölüsü kalsa, kokusundan kimse yanma varamıyor.

Evet; evvelin bir katre su idi ki, o su donuna bulaşsa onunla namaz bile kılamıyordun. Sonun da kokmağa ve çürümeye, yılan ve çıyanlar a yem olmağa mahkûm murdar bir gövde olduğuna göre, bu iki murdarın ortasında bu ululanmak niye? Bu hükme ve hükümete, bu izzet ve devlete, bu geçici rahat ve saadete aldanıp itibar ederek âhiret tedarikini terk etmek nedendir bilir misin? Çünkü, nefs-i emmârenin o çirkin ve kötü huyları ile huylandın, sana kibir, ucub, mal sevgisi, makam sevgisi, hırs ve hased üstün geldi. Oysa, buna benzer kötü ve çirkin sıfatları kendilerine huy edinenler, bu sıfatların yarın korkunç birer canavar şeklinde kendisine refik olacaklarını nasıl unutabilir? Hiç düşünmez misin ki ululukta, hükümde ve hükümette rahat bile olsan, sonunda Azrail elinde zelil ve hakir kalacaksın.

Ey aziz:

Vücut sultanlarının ve dünya ulularının dünya ile halini ve misallerini anlattım, işittin, artık kalanını da ona göre kıyas eyle.

Gel, şimdi bu kez salihlerin ve fakirlerin dünya ile halini ve misalini işit ki, nicedir. Salihlerin ve fakirlerin misali de şudur: Bir kişi uyurken bir rüya görür. Kendisini, türlü mihnetler içinde hapsetmişler, azığını bile vermezler. Âciz kalmıştır, ne yapacağını bilemez. Birden uyanır ki, kendisi yumuşak döşekte, evinde ve barkında dır. O gördüğü belâ ve mihnetin rüya olduğunu anlayınca sevinir ve: (El-hamdülillah ki, rüya imiş.) der. Bu fakir ve salihler de şunun gibidir ki, ölünce kabirlerine koyarlar. Canı, yine gelir ve bedenine girer. Uykudan uyanır gibi uyanır ki, ne görsün? Bir lâtif makamda, hoş döşekler döşenmiş, güller açmış, bülbüller öter, bir bahçede kendisi padişahlara lâyık bir şekilde oturmaktadır. Yanında güzel yüzlü cariyeler, karşısında el pençe divan dururlar. Bu fakir şöyle şâd olup sevinir ve der ki:

— O benim zahmetim ve mihnetim dünyada imiş. Elhamdülillah, o dünya mihnetinden kurtuldum.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.” Buyurmuşlardır.

Ey aziz:

Bu dünyada nefsine hoşluk verenler ve tasasız yürüyenler, ölünce öyle bir mihnet ve tasaya düşerler ki, kurtulmaları kolay olmaz, belki de hiç kurtulamaz. Ama, dünyada zahmet çekenler, fakirlik ve miskinlik ile bağrı pişenler, doyuncaya kadar yemek, gereği kadar giyinmek bulamayanlar, öyle bir hoşluğa ve rahatlığa, öyle bir sultanlığa ulaşırlar ki, hiçbir zaman tükenmez.

Ey aziz:

Bu dünya, bir karışık rüyaya benzer, fâni lezzetine aldanıp, mağrur olma.

İki cihan fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu tealâ aleyhi ve sellem efendimiz:

Bu dünya ile benim münasebetim, şu atlı yolcuya benzer, çok sıcak bir günde, yol üstünde bir ağaç gölgesinde biraz gölgelendikten sonra atına binip yoluna devam eder.” buyurmuşlardır.

Aklı başında olan kimseler, bu fâni dünyanın biraz gölgelenecek bir yer olduğunu bilir ve herhalde onun fâni lezzetine meyletmezler. Açlığım, tokluğum, evim, barkım, oğlum, kızım, davarım, bağım bahçem demez, dünya yüzünde bir kara taşın bile kendisine ait olamayacağını bilir, bugünlük ve yarınlık ömür için âhireti terk ederek nefis isteklerine bağlanmazlar. Her zaman şunu düşünürler. Önünde sonunda bu mülkten göçeriz, kabre varırız, nice yıllar toprak olur yatarız, haşr oluncaya kadar orada kalırız, o halde orada ne lâzımsa onun hazırlığında olmamız gerek, derler.

' Nitekim, Hz. İsa aleyhisselâm buyurur:

“Bu dünya bir köprüdür. Bu köprüden geçin, fakat asla onu imar eylemeyin”.

Evet, bu dünya bir köprüdür. Ondan ahirete geçilir. Bu köprüye ayak basanlar, öteki ucunun kabir olduğunu bilmelidirler. Sen, köprüye adımını attığın ân, öteki ucunda bir başkası kabre ulaşır. Oysa, sen o menzili uzak zannedersin.

Şunu iyice bilmek gerektir ki, köprüye ayak basar basmaz, varacağı yer görünür. Bu dünya köprüsünün üzerine birçokları kibirle saraylar ve köşkler yaptırdılar. Ecel yeli esip hepsini tarumar etti. Şimdi, hiçbirisinin izi ve tozu bile kalmadı. Birçokları da geldi (BENÎM) dâvasında bulundu, sonunda yalan çıktı, kendisinin olduğunu ispat edemedi.

Süleyman mülkü Süleyman'a erişti. O mülk bu yalancı fâni dünyadır. Mülk, bu mülktür. Süleyman nerede?

Ey gafil biçare:

Filân hasta olmuş, falan zayıf düşmüş, feşmekân ölmüş diyorsun da o günlerin senin de başına geleceğini neden düşünmüyorsun? Er geç Azrail elinde hor ve zelil olacağını neden aklına getirmiyorsun? Ey dertsiz: Nasıl olurda, bu fâni cihana ve bu vefasız ömre kibirlenirsin? Meşayih eşiğine var, o fâni kapılardan ümidini kes. Reva mıdır ki, Hazreti hakka yüzü kara varasın? Sen, burada bu dünya âleminde bir aziz, hürmetli ve vakarlı kişi olup ta, yarın kıyamet gününde namusun kırılsın ve zebanilerin topuzları altında cehenneme sürülesin bu lâyık mıdır? Var şimdi bu fâni dünya için karışıklığa düşme, kimsenin hatırını kırma, kimseyi aldatma, elinde olandan fakirlere ver ki, bu kirli dünyanın gamı içinden çıksın.

Çünkü, bu kirli dünyanın haram endişesi haramdır. O haram endişelerle Allahın huzuruna varıp, el bağlayıp durduğunda acaba Allâh’ tan utanmaz mısın? Şunu bilmez misin ki, bir kişi elini bağlayıp namaza durunca, gönlü bir başka endişeye kapılsa, iki kıbleye tapmış gibi olur. Biri, namaz kılarken yüzünü döndüğü kıbledir ve diğeri de aklına gelen o endişedir, ondan iki kıbleye tapmış gibi olur. Böyle namaz kılan kişilerin, yarın huzuru hakka çağrıldıklarında yüzleri enselerine dönmüş olacaktır. Melekler derler ki:

— Yâ Rab! Bu kulun neden senden yüzünü çevirir?

Hitab-ı ilâhi gelir:

— Bu kulum, namaz kılarken yüzünü kıbleye döndürdü ama, gönlünü başkasına çevirdi, onun için şimdi yüzü benden döndü.

Bazı meşayih buyururlar ki:

— Namaz kılarken, gönüllerini Allahu tealâ'dan ayıranların, kabirlerine bir melek gelir ve yüzlerini kıbleden döndürür. Ondan sonra münkir-nekir gelir ve o kişiye türlü azap ederler, Allahu â'lem.

Bir gün Hz, Yakup aleyhisselâm namaz kılıyordu. Yusuf aleyhisselâm da kundağının içinde yanı başında yatıyordu. Yakup aleyhisselâm namaz kılarken, göz ucuyla oğlu Yusuf aleyhisselâma baktı. Hak tealâ, derhal Yakup aleyhisselâma buyurdu:

— Ey Yakup! Bana ibadet ederken, oğlun Yusuf'u gönlüne getirip göz ucuyla ona bakarsın, izzetim hakkı için, sana âhirette edeceğimi, dünyada edeceğim ve benden başkasına nazar eden gözlerini, baktığının ayrılığı ile ağlamaktan kör olacak. Benden başkasına meyleden gönlünü de meylettiğinin gamı ile dolduracağım.

Yakup aleyhisselâm, işte bu sebepten oğlu Yusuf aleyhisselâmı kaybetti, ağlamaktan gözleri görmez oldu, Yusuf'a kavuşuncaya kadar gönlünün gamı gitmedi, uyku dahi uyuyamadı.

Aziz:

Hz. Yakup aleyhisselâm, suret gözüyle bütün ömründe bir kere Yusuf'a nazar ettiği için bu muamelelere maruz kaldı, ya daima namaza durduğu zaman gönüllerine fesat endişeleri girenlere ne denilir?

Aziz: Bu dünyadan kişinin gönlü ne hal ile giderse, kıyamet gününde o hal üzere olur. Zira, mahşer gününde âdemoğullarının içini dışına döndürürler. Şu hâlde, o zaman insanın gönlü sureti olacaktır. Şimdi, bu kavmin bazılarının gönülleri de dönmüştür. Hazret-i haktan başkasına teveccüh etmiştir ve bazılarının gönülleri de büsbütün hayvan suretine değiştirilmiştir. Bazı insanların ahlâk çirkinlikleri ondandır. Nitekim, Mevlâna Celâlüddin hazretleri buyurur:

“Çirkinleşme bedeni, dünyada bu ümmetin;

Gönül çirkinleşmesin, varsa akl-ü himmetin.”

Ey Aziz:

Ceht eyle, gönül yüzünü Haktan döndürme! Yoksa, yarın o suret üzere yaratılır sın. Bu musibet, büyük musibettir. Birçoklarına bu musibet dünya derdine düşmekten vâki olur. Bu zarar, büyük zarardır, başka zararlara benzemez. İnsan olsun da ölünce çirkin bir canavar suretine dönsün, Ne’ûzü billâhi tealâ.

Bu dünya hayatında iken gönül yüzlerini Allahu tealâ'dan başkasına döndürenler, Allah dostları olamazlar. Bir kısım insanlar da vardır ki, gönül yüzlerini Allahu tealâ'dan başkasına döndürüp dururlar. Zira, onların gönülleri dünya muhabbetine müptelâ olmuştur. Dünya sevgisi gönüllerini almış ve canlarını helâk etmiştir. Bunun sonu, Allahu â'lem imanın zevalidir.

Görmez misin, Karun'a ne eyledi? Karun'u malı ile yere geçirdi. Hak tealâ celle ve âlânın hışmına uğradı ve cehennemi boyladı.

Eğer, dünya nedir diye sorulacak olursa, cevap odur ki, bu dünyanın malıdır. Onun için, Hak tealâ dünya metaını bu âyette beyan edip buyurdu ki:

“İnsanlara kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, salma ve güzel atlar, deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanlar, ekinler kabilinden şehevat sevgisi bezendi. Fakat, bunlar dünya hayatının geçici meta'ıdır. Nihayet, varılacak yerin bütün güzelliği Allahu tealâ yanındadır.” Âli İmran sûresi: 14

Demek ki, dünya malı bunlardır. Allah azze ve celle hazretleri bunları birer birer beyan buyurduktan sonra:

“Ey iman edenler! Mallarınız ve evlâtlarınız sizi, Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” Münâfikun sûresi: 9

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de:

“Mal ve şeref sevgisi, suyun baklayı yetiştirdiği gibi, nifakı besler ve yetiştirir.” buyurmuşlardır.

Bu âyet-i kerimeler ve Hadis-i şerifler ile Ashab-ı Resul aleyhisselâm sözlerinden ve meşayih menkıbelerinden muhakkak olarak anlaşılmaktadır ki, dünyayı sevmekte ve dünya malı edinmekte hayır yoktur. Zira, bu dünyanın özelliği odur ki, kim dünya ile meşgul olursa, ölümü unutur, ölümü uzak sanır yani TUL-Î-EMEL sahibi olur ve gönlü kararır.

Gönlü kararan kişi de Allah’ı bırakır, hatta unutur.

Ey Aziz: Allah’ı unutur demem sana acayip gelmesin. Hiç Allâh unutulur mu diye hayret etme! Allah’ı dil ile anmak onu dil ile zikretmek kolaydır. Allah’ı anmak; her türlü kötülüğü yapıp, gaflet içinde Allah’ı anmak zikir değildir. Bilakis, onun buyurduklarına tamamen uymak ve cânı gönülden Allah’ı anmak, zikretmek esastır; yoksa, YA ALLAH demesi kolay olur her dile...

Bunun için Hak teâlâ buyurur:

— Ya kulum! Sen, Allahu Teâlâ’yı unutursan, Allahu tealâ da seni unutur. Nitekim:

“Onlar, Allahu tealâyı unuttular. Allahu' tealâ da onları unuttu.” Tevbe sûresi: 67 buyurulmuştur.

Gerçi, Allahu tealâ unutmaktan münezzehtir. Allah’ın unutması nasıl olur, inşâ'allahu tealâ bu husus aşağıda bildirilecektir, oradan öğrenirsin. Şimdi dünyayı ve dünya malını anlatıyoruz, onu tamamlayalım. Mal, kişiye ölümü unutturur, demiştik. İşte, sana delilini veriyorum, anlayabildiğin kadar anla!

-HİKÂYE

Bir kişi, Fahr-i kâ'inat aleyhi efdal-üt-tahiyyat efendimize geldi ve:

— Yâ Resûlallah! Benim gönlüm hiç ölümü anmaz arz etsem de kabul etmez dedi.

Efendimiz saadetle buyurdular:

— Malın var mıdır?

— Evet, çok malım vardır yâ Resûlallah!

— Git şimdi, o mallarını kendinden önce ahirete gönder. Çünkü, sana ölümü unutturan, hep o mallarının şerri dir. Eğer, Hak tealâ yoluna vermezsen, sonra hasrete düşersin.

O kimse, Resûl-ü zişânın bu öğüdü üzerine bütün mallarını fakirlere dağıttı, Hak yoluna onlardan fariğ oldu.

Sual — Bu malın hepsi yaramaz mıdır? Yoksa, iyisi ve hayırlısı da var mıdır?

Cevap — Mal iki türlüdür: Salih mal ve fâsık mal.

Fâsık mal, şerli maldır. Salih mal, hayırlı maldır. Meselâ; hayırlı mal, İbrahim, peygamber aleyhisselâmın malıdır ki, onunla Kâbe’yi yaptı, konuksuz ekmek yemedi. Ne zaman önüne yemek getirilse, konuk gelmesini bekler, biraz ertelerdi. Eğer, konuk gelmezse kalkar bir mil kadar yürür konuk arardı. Bulamazsa, biraz oturup yine kalkardı, etrafı araştırırdı. Tâ ki konuk buluncaya kadar yemek yemezdi.

- HİKÂYE

Bir gün, İbrahim aleyhisselâmın kapısına bir derviş geldi, Allah rızası için sadaka istedi. İbrahim aleyhisselâm, ona bir şeyler verdi. Derviş, bir komşusunun kapısına gitti. Halilullah düşündü:

— Eğer, o tarafa da kapım olsaydı, bu derviş oraya da gelirdi, dedi ve o tarafa da bir kapı açtı, ki Allah adıyla birisi gelir bir şey isterse, o taraftan da verebilsin.

Ey Aziz:

Senin evin dört köşedir, bir kapısı vardır. Ona da kapıcıları koyarsın ki, kimse gelip seni rahatsız etmesin. Ey biçare! Aklını başına al, bugün fırsat elde iken vermek gerekir. Kendinden önce ahirete bir şeyler göndermek gerekir. Yoksa, sen gidince bu malın alınır ve hiç sevmediğin birisine verilir. Son pişmanlık fayda vermez.

Resûlallah efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Salih insanlar için helalden kazanılmış mal ne iyidir.”

Yani, ne güzel maldır o mal ki, sahibi salih kişidir, demektir. Bundan da anlaşılıyor ki, mal hayırlı değildir, ancak hayra sarf edilen mal hayırlıdır. Şerre harcanan mal da şerlidir, ki sahibini cehenneme iletir. Sözün kısası; şöhretlere, oyunlara, sabaş denilen yerlere, rüşvetlere, şehvetlere verilen ve fakirlerden esirgenen mal şerli maldır. Sahibini cehenneme götüren mallar bunlardır. Mal ona denir ki, sahibini cennete iletir.

Ey Aziz: Bu mal, bir merdivene benzer. İnsan vardır, o merdivenle kuyuya iner. İnsan vardır, aynı merdivenle köşklere çıkar. Onun için, malı hayırlı yerlere sarf etmelidir. Mescitler, köprüler yaptırmalı, açları doyurmak, çıplakları giydirmek, borçluları borçlarından kurtarmalıdır. Mal böyle yapanları ahirette yüce mertebelere ve âli makamlara eriştirir ama fakirlerden esirgenir, ödünç ve dileğe verilmezse aşağıya, cehennem derelerinden bir dereye eriştirir. Ne'ûzü billâhi tealâ.

MALIN HAYIRLISI VE ŞERLİSİ

Ey aziz:

Sana, lâtif bir misal daha söyleyeyim, işit ve öğren ki, dünyada mal sahibine nasıl zararlı olur, nasıl hayırlı olur. Bu dünyada mal isteyenin misali şuna benzer. Bu dünya, derin bir suya, dünya ehli de gemiye benzer. Gemi, suyun içinde bulundukça su ne kadar fazla olursa olsun gemiye asla zarar vermez, her tarafa yürür ve maksuda ulaşır. Fakat, geminin içine su dolacak olursa, derhal batar. Şu hâlde, bu dünya da kişinin dışarısında bulunursa, ne kadar çok olursa olsun, ziyan etmez. Fakirlere verilerek, hayırlar ihsan edilerek âhirette onca mertebeler hasıl olur. Eğer, dünya gönüle girer ve sevgisini içeri doldurursa, elbette sahibini büyük bir tehlikeye maruz bırakır. Firavun, Şeddâd, Nemrud, Karun ve Takyanos gibi niceleri dünyayı sevdiler ve dünyalık toplamakla meşgul oldular, ötesini unuttular ve neticede dünyadan imansız gittiler. Zira çoğunlukla dünyayı seven ve dünya malı toplayanlar, onun elinden kurtulamazlar. Onun için:

Suç ve günahın başı, dünya sevgisidir. Gönüller sultanı Allah dostları “dünya malı toplamaya dikkat etmelidir.” buyurmuşlardır. Onlar dünyaya ehli ile yol arkadaşı olmadılar. Zira, dünya ve ehl-i dünya ile yol arkadaşı olmak, ateşle arkadaş olmak gibidir. Ateşten nasıl sakınılırsa, dünyadan ve dünya ehlinden de sakınmalıdır. Unutmamalıdır ki, küçücük bir kıvılcım, bir şehri yakar ve kül eder. Dünyanın zerre kadar muhabbeti de tıpkı bunun gibi gönül şehrini fesada verir, iman nurunu söndürür.

Dünya malı toplayanların birisi de Karun idi. Biliyorsun, nasıl malı ile birlikte yere geçti. Birisi de Firavun idi. Oda, askeri ile birlikte denizde boğuldu. Şimdi, dünya malı toplayıp Tanrılık dâvası ettiği için nice oldu, sana birkaç kıssasını anlatayım ki, dünya yavaş yavaş kişiye nasıl tesir edermiş bil.

Firavun dedikleri kimsenin adı KÂBUS idi. Kâbus, Mu'-sab'ın oğlu Mu'sab da Reyyân'ın oğludur. Bunun kıssası, A'raf sûre-i celilesinin tefsirinde beyân olunmuştur. Kâbus, Mısır'a sultan olduğundan dolayı adı FÎRVAUN oldu. Mısır ülkesinde padişah olanlara FÎRAVUN derler, İran ülkesinde padişah olanlara KÎSRA, Rum ülkesinde padişah olanlara KAYSER, Çin ülkesinde padişah olanlara FAĞFUR derler.

Bu sebeple, Firavuna da Firavun dediler. Bu firavun dedikleri, önceleri karpuz satan cimri bir kişi idi. Pazarda dilim dilim karpuz keser: (Bir dilimi bir pula) diye bağırarak satardı. Topladığı karpuz çekirdekleri ile damlar doldurmuştu. Ondan sonra, Mısır'da birkaç yıl karpuz yetişmedi, kıtlık oldu. Kâbus, bir kaşık dolusu karpuz çekirdeğini bir akçeye sattı, çok mal topladı. Sonunda, o mal gibi aşağılık bir sebeple Mısır'a sultan oldu. 400 yıl yaşadı. Gayet yüksek bir köşk yaptırdı. O köşke, atla çıkar ve inerdi. Yokuşu çıkarken, atının arka ayakları, inerken de ön ayakları uzardı. Bu sebeple:

“Ben, sizin benden gayrı ilâhınız olduğunu bilmiyorum.” Kasas sûresi: 38

Diyerek övündü. Kırk yıl sonra da: Ben, sizin yüce Rabbinizim demeye başladı.

Âlemlerin gerçek Rabbi ve mürebbisi ve mâliki olan Allah azze ve celle hazretlerinin kullarına lûtfu ve keremi çoktur. Buyurur ki:

— Eğer, Firavun ENE RABBÜKÜM-ÜL-Â'LÂ (Ben sizin yüce Rabbinizim) yerine bir kere Sübhane Rabbiyel-â'lâ deseydi, izzetim hakkı için onun bütün hatalarını affeder ve cennetime koyardım.

İmam-ı Gazali rahimehullah buyurur:

— Her nefsi emmârede, bu kibirlilik dâvası gizlidir ama Firavun bunu açıkladı.

Kibirliliği terk etmek gerektir ki, kibirlinin yeri cehennemdir. Nitekim, Hak teâlâ Hadisi Kudsi de şöyle buyurur:

“Büyüklük ve ululuk bana hastır. Kim onlardan birisini kuşanırsa onu cehenneme atarım.”

Firavun, kibri yüzünden Musa olabilir diye yetmiş iki bin oğlan çocuğunu katletti. Firavunun sakalı sekiz karış ve yeşil, boyu da yedi karış idi. Mısır'da Nil ırmağına:

Bu nehirler, benim altımdan akar görmüyor musunuz derdi.

Ey Aziz: Buna istidrac derler ve bu gibi şeyler insanı Allahu Teâlâ’nın cezasına uğratır. Bu hal dervişlerde de meydana gelir, Her neye emredip hükmetse öyle olacağı zannı gelir. Fakat, dervişler buna itibar etmezler zira; bu hale nefsin karışması ihtimali vardır. Nefis karışınca bu istidrac olur. Bu kitabın daha sonraki bahislerinde istidrac neye derler, keramet neye derler, velâyet neye derler, inşâ'allahu tealâ açıklanacaktır.

Evet, Firavun bu istidraca inandı. Nefsi neyi arzulasa yerine geldiğini gördü ve dünyaya a çok hırslandı. Hırsı arttıkça da Allahu Teâlâ istidracını arttırdı, daha fazlasını verdi. İstidracı büyüdükçe uğrayacağı felaket ve musibetin derecesi ve cezası büyüdü. Firavun istidracına güvenip ilahlık davasın da bulunmaya başladı.

Yukarıda, dünya Allâh'ın düşmanı, Nebilerin, velilerin düşmanı olduğu gibi kâfirlerin de düşmanıdır demiştik. Zira, kâfirler istidraca aldanır ve sonunda imansız ahirete giderler.

Bu dünya dedikleri bir zehirli yılandır. Her kim, ona yakın olursa, sonunda onu sokar ve zehirler. O halde, akıllı olan kimseler bu dünyanın azından ve çoğundan geçerler ve bilirler ki, bu dünya ile başa çıkmak o ifrit yılanla başa çıkmak gibidir. Yılanın birisinin koynuna girdiği halde ona zarar vermediği pek nadirdir. Meğer ki, yılancı olsun da sokar sokmaz ilâç ile tedavi eylesin. Dünyada insana saldırıp muhabbet zehrini bırakmak istediği zaman ilâcı onu fakirlere dağıtmaktır, ikisini bir araya getirmemek tir.

Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh buyurur:

Bir gün yolda giderken, Rabia hatun ile karşılaştım, iki avucunu yummuş gidiyordu. Kendisine sordum:

— Yâ hatun, avuçlarında ne var? Bana dedi ki:

— İpliğimi iki akçeye sattım, o iki akçeyi iki avucuma aldım, gidiyorum.

Lâtife ettim:

— Ey âhiret hatunu. İkisini bir avucuna alsan da bir elinle tesbih çekip Allah Allah desen olmaz mı?

Bana şu cevabı verdi:

— Yâ şeyh! Bunların ikisi bir araya gelince fitne çıkarırlar, kişiye Allahu Teâlâ’yı unuttururlar. Onun için, ikisini bir araya getirmekten korkarım ki, gönlüme yol bulmasınlar ve gönlümden Allah muhabbetini çıkarmasınlar. Bana fitne ve hile edeceklerini bildiğim için, ben bunların ikisini asla bir araya getirmem.

Gördün mü irfanı?

İşte, bunun içindir ki Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu korkudan ashabını, evlâdını, eş ve gelmiş gelecek ümmetini haberdar etmiş ve dünyanın azından ve çoğundan uzak kalınmasını ihtar buyurmuştur.

Meşayih de müritlerini dünyanın muhabbet ve fitnesinden korumak için dünya malının çokluğundan yıldırmışlardır. O halde, bize de müritlerimizi, muhiplerimizi ve evlâtlarımızı dünyadan ve dünyanın hoşluğundan ve çokluğundan vazgeçirmek için mümkün olabileni yapmak düşer. Tâ ki, Allahu Teâlâ’ya tevekkül etsinler ve dünyanın fitnesinden emin olsunlar.

Enes bin Malik radıyallahu anh buyurur ki:

Hazret-i Fahr-i kâ'inat aleyhi Efdal-üt tahiyyat efendimiz bir gün hane-i sadetlerinden çıktılar ve Ebû-Zer'in elinden tutarak buyurdular:

Yâ Ebâ-Zer! önümüzde gayet sarp bir yokuş vardır. Oradan, yükü hafif olanlardan gayrı hiç kimse geçemez.

Ebâ-Zer radıyallahu anh sordu:

— Yâ Resûlallah! Acaba, ben o yükü hafif olanlardan mıyım?

— Evinde bugünkü yiyeceğin var mıdır?

— Vardır.

- Yarınki yiyeceğin de var mıdır?

— Yoktur yâ Resûlallah!

— Yâ Ebâ-Zer! Eğer, yarın ki yiyeceğin de olsaydı, sen yükü ağır olanlardan sayılırdın.

Bundan da anlaşılıyor ki, bu dünyada bizim gibi zayıflara yeteri kadarı kâfidir. Fazlası bizi zahmete bırakırmış.

Rivayet olunur ki; Selman-ı Fârisi radıyallahu anh hastalanmıştı. Saad bin ebi Vakkas radıyallahu anh, kendisini görmeye gitti ve Selman-ı Fârisi hazretlerinin ağladığını gördü ve sordu:

— Yâ Selman! Niçin ağlıyorsun, Resûl-ü zişân senden razı olduğu halde âlem-i cemale intikal buyurdu. Yoksa, ölümün aklına geldi de onun için mi ağlıyorsun?

— Yâ Saad! Ben ne öleceğim ne de dünyaya haris olduğum için ağlamıyorum. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurdular ki, sizden birinizin azığı bir binici azığı kadar olsun. Halbuki, benim çevre yanımda bu kadar eşya var, halim nice olur, onun için ağlıyorum, dedi.

Saad bin ebi Vakkas, buyuruyorlar ki, dört yanıma bakındım ve Selman-ı Fârisi'nin odasında bir ağaç çanakla bir su tulumundan başka bir şey göremedim. Meraklanarak sordum:

— Yâ Selman Burada ne var ki ağlıyorsun?

İçini çekerek bana şu cevabı verdi:

— Yâ Saad! Allahu tealâ'dan utanıyorum.

Demek oluyor ki, Resûl-ü zişânın ashabı dünyadan bu derece korkarlardı. Oysa, sen dünya malı ile keseler doldurursun ve onun muhabbetiyle gönlünü öldürürsün üstelik, hiçte kaygılanmazsın. Malûm oldu ki, sende din derdi yokmuş.

Aziz:

Kişinin Hak tealâ'dan korkusu ne kadarsa, dinden nasibi de o kadar olur. Allahu tealâ, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi mi'râca dâvet buyurduğu zaman, sekiz cenneti bütün süsleri ile, hurileri ile, gılmanları ile, rıdvanları ile sağ yanma getirdi. Dünyayı da bütün süsleri ve ihtişamı ile sol yanına getirdi. İki cihanın fahri, Hak Teâlâ’nın habibi ve bütün peygamberlerin sultanı Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, ikisine de nazar etmedi.

Fakat, dünyayı çok azarladı:

— Ey hilekâr ey, vefasız, ey acı ve tatlı gösterici, ey buğday gösterip kepek satıcı, ey düşmanla dostu bir tutucu, ey hayız görmez, yıkanır arınmaz, ey ahdinde durmaz ve andın tutmaz gadredici, aldatıcı ve büyüleyici, ey veliler aldatıcı, ey kâfirleri pâyimal (kafirlerin ayakları altında kalmış) edici. Benim kardeşlerim sana nikâh kıyarken mihr-i müeccel verdiler fakat çabucak seni üç talâk ile boşadılar. Ben, seni asla dilemedim ve mihr-i müeccel de vermedim ki, seni boşayayım. Var git, yanıma gelme. Gözüm seni görmesin. Sen, beni ve benim aslanlarımı kendine uyduramazsın, benim gerçek yiğitlerim hiçbir zaman sana meyledip gönül vermezler ve senin hilelerine aldanmazlar, buyurarak dünyayı kovdu.

Resûl aleyhisselâmın, o gün dünyaya daha neler dediğini yazmaya kalksam, bu kitap çok uzun olur. Maksat, dünyanın kötülüğünü ve çirkinliğini bildirmektir.

Daha sonra, Habib-i Kibriyâ efendimiz dönüp cennetlere bir kere nazar etmedi. Hak tealâ, Resulüne hitap ederek buyurdu:

— Habibim Ahmed ve Resulüm yâ Muhammed Sekiz cennet, senin âşıkındır. Seni sevenlerin yeridir. Niçin bakmıyorsun?

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz niyazda bulundu:

— İlâhi! Ben, senin evini görmeye istekli değilim. Benim arzum, ancak senin hazretin dir. Ben, seni isterim. Senin tecellin için sakladığım şu gözlerimi, neye cennete baktırayım?

Hitab-ı ilâhi şeref-sâdır oldu:

— Ey Habibim! Kuş kanadı ile, er himmetiyle erer neye ererse! Eğer, sen cennetime aldansaydın, seni cennetime koyardım. Madem ki cennete aldanmadın ve dünyaya da hiç meyletmedin, gel sen benim didârıma lâyıksın.

Ey aziz:

Sen de gerçek ümmet isen, ol hazretin yürüdüğü yoldan yürü. Ol server-i Enbiyâ, iki cihanın muradına aldanmadı. Sen ne oldun ki, dünya muradına bulaştın? Şimdi, gel himmetinin kanatlarını aç, iki cihandan öteye uç, Hakkın cemalini görmeye can gözünü aç.

Ey kardeş:

Eğer, didâra müştak ve hakka tâlip isen, sana lâzım olan odur ki, Allahu tealâ'dan korkasın. Zira, korku kişiyi şevke yetiştirir. Şevk, aşka yetiştirir. Aşk da Allahu Teâlâ’ya ulaştırır.

Nitekim, Şeyh Zünnûn-ü Mısri’ ye sordular:

— Allahu Teâlâ’ya ne ile eriştin?

Şu cevabı verdi:

— Korku ile hasta oldum. Şevk ile yandım. Aşk ile öldüm ve Allahu tealâ ile dirildim.

Demek ki, mertebeye erişmek için kişiye korku gerektir. Kişinin korkuyu kendisine âdet edinmesi gerektir. Zira, kişide korku olmayınca, dünyayı terk edemez.

Nitekim, Hak tealâ Kurânında buyurur:

“Benden korkanlar, şirk ve mâ'siyyetlerden sakınanlarsa, muhakkak ki âhirette âfet ve intikalden emin bir makamdadırlar.” Duhân sûresi: 51

Bu korku denilen şey de birkaç mertebedir. Peygamberler korkusu, başkalarının korkusu var. Bunların hepsi, aşağıda korku bahsinde inşâ'allahu tealâ beyân olunacaktır.

Biz, şimdi burada Resûl-ü zişânın ve gelip geçmiş diğer peygamberân-ı izâmın ve Hak velilerinin dünyadan nasıl tedirgin olduklarını anlatacağız:

Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh, bir gün huzur-u Resûlullah'a girdi. Resûl-ü ekrem efendimizin bir hasır üzerinde yatmakta bulunduklarını gördü. Mübarek tenine hasırın değdiği yerler çukur çukur iz bırakmıştı. Hz. Ömer radıyallahu anh bu hali görünce ağlamaya başladı. Aleyhissalâtü vesselam efendimiz sordu:

. — Yâ Ömer! Niçin ağlıyorsun?

— Yâ Resûlallah! Nasıl ağlamayım ki, Kisrâ ile Kayser'in bunca nimetleri vardır, kaim ve yumuşak döşekleri vardır, üzerinde yatarlar. Onlar Allahın düşmanları iken bu rahat ve saadete nail oluyorlar da sen ki Allahın dostu ve sevgilisisin, mübarek yanını hasır yol yol etmiş. Ne var yâ Resûlallah! Bıraksan da altına bir abacık olsun döşesek.

Hâtem-ül-enbiyâ efendimiz saadetle buyurdu:

— Yâ Ömer! Onlar öyle bir kavimdir ki, bu yerin rahatlığı için âhiret rahatlarını terk eylediler. Biz, öyle bir kavimiz ki, dünya rahatlarını terk edip, âhiret rahatlarını kabul eyledik. Yâ Ömer! Bu dünya, ahirete nispetle şuna benzer: Bir kişi, bir denize serçe parmağını soksa, ne kadar yaş kalırsa, dünyada ahirete nispetle odur. Bu dünyanın sebatı şuna benzer ki, var iken yok olur. Yazık yazık o kişiye ki, böylesine bir hayale aldanır. Yâ Ömer! Kişi, dünyada ne kadar hoşluk sürerse, ahiretteki nasipsizliğinden dir. Bu dünyayı zahmet ile geçirelim ki, âhiret günü rahatlıklarını bulalım.

Şimdi ey aziz:

Eğer, ben bu dünyayı sevmem dersen, dünyadan kaçmalı ve kaçınmalısın. Çünkü, kişi sevmediğin den kaçar. Yalnız kendin kaçman ve kaçınman kâfi değildir. Oğlunu ve kızını da kaçırmalı, kaçındırmalısın. Oysa, eline geçen dünyayı çocuklarına bağışlar ve artsın diye uğraşırsın, sonra da: (Benim hiçbir şeyim yok.) diye ağlarsın ama gece gündüz dünyayı maksut edinir ve onunla meşgul olursun. Bundan da malûm oldu ki, seversin. Zira, sevilmeyen istenilmez. Ey biçare: Bir fakire bir şey verdiğin zaman, canından keser gibi verirsin. Öyle ki, verdiğin ne ona yarar ne de sana yarar. En büyük bağış ve ihsanın budur. Ama kendi nefsin için olmayacak yerlere harcarsın, on bin mi, yirmi bin mi, belki de daha ziyade nefsine hoş gelen şeylere verirsin, gelir yerler diye malını çürütürsün. Demek ki, senin malın salih mal değildir. Salih mal ona derler ki, çoğu hak yoluna harcanır. Evvelce de söyledik. Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselâmın malı gibi. Kendisi aba giyerdi ama fakirlere verdiği vakit bin bin akçeler verirdi. Kendisi arpa ekmeği yerdi, fakirlere türlü türlü nimetler yedirirdi. Sen, fakirlere sofra artıklarını verirsin. Bu zamanın zenginleri, bir meteliği iki fakire vermek isterler. Evlerinde pişirip yedikleri yemeklerin kokusundan, fakirlerin aklı gider, komşularına bile bir lokma tattırmazlar ama söze gelince SÂLÎHLERDEN geçinirler, malımız da salih maldır derler. Bilmezler ki, kendileri cimrinin âlâsıdır. Resûl-ü zişân fakirlere akçe verdiği zaman, yıkar ve miskler öyle verirdi. (FAKİRLERİN ELİ, ALLAHU TEALÂ'NIN ELİDİR) buyururdu.

Aziz:

Sana cimrilik ettirip, malını hak yoluna verdirmeyen bilmiş ol ki şeytandır. Zira, şeytanın âdeti budur. Bir kişi, bir fakire bir şey verecek olsa, şeytan hemen gelir ve men eder. (Malını yok yere çürütme! Kimseye verme! Bilinmez ki; sonunda kötürüm mü olursun, ihtiyarlar pir-i fâni mi olursun! O zaman sana lâzım olur. Elinde varken neden çürütesin de fakir olasın! Yarın sen fakir düşer, nâmerde muhtaç olursun!) der ve fakire vermeye bırakmaz. Şeytanın telkini budur. Eğer, sana bunları söyleyen bir insan dahi olsa, bil ki o insan şeklinde bir şeytandır. Nitekim, Hak tealâ Kur'an aziminde buyurur:

“Şeytan, sizi fakirlikle korkutur. (Der ki, malını elinde tut, Sadaka verirsen kendin fakir olursun.) Size cimriliği ve zekât vermemeyi emreder. Hak tealâ ise, (Sadaka ve zekât vermekle) size mağfiret ve fazlı kerem vaz ediyor.” Bakara sûresi: 268

O halde, bu dünya bir gölge gibidir, ister, Allahu Teâlâ’nın sözünü tut ve âhiret yoluna doğru yürü; istersen şeytanın sözünü tut ve cehennem yoluna doğru yürü! Cehennem yolu odur ki, Hak Teâlâ’nın verdiği malı fakirlerden esirger ve kıskanırsın; nefsine, oğluna, kızma ve ehl-i beytine harcarsın. Artanını da sandığa koyup kilit vurursun. Cennet yolu da odur ki, nefsinden, ehlinden ve ıyalinden kısıp, fakirlere doyurur kalanı çoluk çocuğuna ve kendine ayırır. Nitekim, Hz. Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhüma, nefislerinden kısıp fakirlere yedirirlerdi. Bazan, kendileri üç gün, üç gece hiçbir şey yemezlerdi.

Fahr-i kâ'inat sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, âlem-i cemale intikal buyurduktan sonra, Hz. Zübeyir radıyallahu anh, Ayşe validemize yirmi bin dirhem gümüş getirdi. Ayşe anamız, o paranın hepsini fakirlere bölüştürdü. Akşam olunca, cariyesine:

— Orucumu bozacak bir şey var mı? diye sordu.

Cariye bir tabak içinde, birkaç zeytin tanesi getirerek:

— Evde bundan başka yiyecek bir şey yok, dedi.

Bugün, o kadar parayı fakirlere dağıttın. Ne olurdu, şunun içinden birkaç akçe de bana verseydin de et alıp yemek yapsaydım.

Ayşe validemiz, cariyesine şu cevabı verdi:

— O Allah’ın, Nebilerin, velilerin ve benim düşmanım olan akçeler evimize girince, korkumdan seni unuttum, buyurdu.

Bu kıssa, Hadis kitaplarından rivayet olunmuştur.

Bu dünyayı sevmediklerini söyleyen kişiler, ne gariptir ki, mallarını keselere koyar ve sandıklarda saklarlar ve sabahlara kadar onun hırs ve telâşından gözlerine uyku girmez. Lâf sırasına gelince: (Biz, bu dünyayı ve dünya malını sevmeyiz.) derler. Bunlar, bu sözü ya bilmediklerinden veya insanları aldatmak maksadıyla söylerler. Amma, yarın huzuru hakka varınca ne diyeceklerdir?

— Senin muhabbetin için yarattığın bu gönlü, dünya muhabbeti ile doldurarak getirdik mi diyeceklerdir? Yoksa bize söyledikleri gibi mi söyleyeceklerdir, bilinmez.

Ey aziz:

Bu fâni mülk ne gönül verilecek yerdir ne de aklanacak yerdir. Bu zindan şuna benzer ki, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz böyle buyurmuşlardır:

— Bu dünya bir leştir. Onun talibi, ancak itlerdir.

Bu sebeple, hakka tâlip olanlar ondan ibret alır ve dönüp yan gözle bile bakmazlar.

Dünya ehlinin misali şuna benzer: Bir kişi, bir dağ başında bir ejderha yavrusu buldu, pek beğendi: «Ne güzel şey olur şu» dedi, koynuna koydu, evine götürdü, besledi, büyüttü. Fakat, bir gün birdenbire o ejderha o kişiyi yuttu veya sokarak öldürdü.

Ne'ûzü billâhi tealâ min. şer'rid-dünya ve mâ fiyhâ.

FAKİR MÜELLİFTEN BEYİTLER

Bu dünya ejderhadır yutar ıssın,

Bu ejderhayı sen niçin seversin?

Bu dünya zehirli bir yılandır,

Cefası çok, sefası hep yalandır.

Bunun ağusunu şeker sanırlar,

Onun içindir ki, buna aldanırlar.

Kime kim parmağıyla bal verdi,

Oda tas ile sonra zehir verdi.

Kim kim yüzüne şu'le bıraktı,

Oda sihriyle sonra oda yaktı.

Kime kim bir saat yoldaşlık etti,

Anı gör gel ki sonra nice yuttu.

Buna gönül verenler oldu mahzul,

Bunu terk eyleyenler oldu makbul.

Buna çün leş dedi fahr-i âlem,

Niçin aldana buna âkil âdem,

Bu dünya leşdir, çirkin kokulu;

Hezâran mekr-ü hile içi dolu.

Bunun kokusunu burnun duyaydı,

Damağında dimağın söküleydi,

Veli mezkûm olupsun duymazsın,

Anınçün dünyaya sen doymazsın.

Götür at dünyayı dünya itine,

Ne aldandın bunun sen lezzetine.

Çü derdin var, yürü dermanın iste,

Ki dünya hubbu canın kıldı haste.

Eğer haste değilmiş şeydi canın,

Îşiteydi bu sözleri kulağın.

Ey aziz:

Sana yukarıda bir kere daha demiştim. Âdem ata ile Havva ana, yere indiklerinde bu dünyanın çirkin kokularını duyar duymaz, akılları başlarından gitti, kırk gün baygın yattılar. Zamanla, burunları o kokuya alıştı da kendilerine geldiler. Senin de burnun bu kokulara alışmasaydı, bu leşi gönlün kabul etmezdi. Nitekim, debbağlar ve Kirişçiler de dükkânlarındaki çirkin kokulara alışmışlardır. Sen girsen bir an duramazsın, amma onlara hoş gelir, içinde otururlar, çalışırlar, yemek yerler ve hiç incinmezler.

Bu dünyanın murdarlığı ve çirkin koktuğu da Nebilere ve Velilere muhakkaktır. Yahya bin Mâ’ az rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Hikmet, göklerden iner ve gönüllerde karar eder. Fakat, içinde bir zerre dünya kokusu bulunan gönülde kalıcı olmaz. Öyle ise bu murdarın muhabbetini gönlünden sür çıkar, cömertliği kendine âdet et ki, yarın huzuru hakka varınca:

— Ya kulum, benim sana verdiğim dünyayı ne eyledin? Gel hesabını ver, buyurulduğu vakit utanmayasın.

“Allahu Teâlâ’n, verdiği bütün nimetlerin hesabını soracağı mutlak ve muhakkaktır. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Sonra da yemin ederim o gün o (Sizi meşgul eden) nimetlerden elbette sorulacaksınız.” Tekâsür sûresi: 8

Fakat, Hasan Basri rahmetullahi aleyh der ki:

— Hak teâlâ, fakirler ile yenen nimetten sual eylemez. Vallahu â’lem...

Şimdi ey aziz:

Dünyanın yaramazlığını ve Allahu tealâ katındaki horluğunu işittin ve öğrendin. Bu dünyanın fâni olduğunu, buna gönül verenlerin cefasını da anladın. Dünyanın misalini, dünya malının salihini ve fâsıkını, hayırlısını ve şerlisini, dünyaya haris olup gönül verenlerin dünyadan nasıl gittiklerini de gördün. Şimdi de sana dünyayı hak yoluna verenleri ve cimrilik ederek vermeyenleri de söyleyeyim, işit var sen de ona göre hareket et.

Ey aziz:

Bilmiş ol ki, cömertlik âdemoğlunun cennete girmesine sebeptir. Cimrilik de cehenneme girmesine sebeptir. Zira, cimrilik şeytandandır ve cömertlik Rahmandandır. Vaktaki, bir kişi cömertlik etmek dilese ve elinde olandan hak yoluna vermek istese, şeytan gelir ve ona der ki:

— Elinde olan dünyayı sıkı tut, dağıtma! Yoksa, yarın fakir olabilirsin. Halk içinde senin izzetin dünya iledir. Dünyan gidince, kimse yüzüne bakmaz. İhtiyar olursun, kötürüm olursun, hasta olursun ve daha kim bilir başına neler gelir? Dünya malını dağıtırsın, yarın kendin o mala muhtaç olursun. Onun için, dünyalığını dağıtma.

Şeytan aleyh-il-lâ'ne, işte bu ve bunun gibi fitnelerle halkı cömert olmaktan soğutur ve bunu başarabilmek için de her türlü hileye başvurur. Zira, şeytanın muradı seni

Cimri etmek ve cehenneme sürükleyerek kendisine eş edinmektir. Bilir ki, nekes olanlar asla cennete giremezler. Resul aleyhisselâm:

“Cimri, zahit dahi olsa cennete giremez, buyurmuştur.”

Cimrilik, nefs-i emmârenin çirkin sıfatlarındandır. Şu hâlde, sana lâzım olan, şeytanın bu gibi sözlerine ve telkinlerine uymamak ve bahadırlık ederek fakirlikten korkmamaktır. Böyle yaparsan, şeytanı kahredersin. Onun için, daima hak yoluna vermeli, fakirlerin gönüllerine girmeli, yemek mi, harçlık mı ne gerekiyorsa, muhtaç olanlardan esirge memelidir. Zira, Hak tealâ sana verdiği malı sakla diye buyurmadı, ölüm sana ulaşmadan malından ver, doyur buyurdu. Cömert ol diye emreyledi. Resûl aleyhisselâm da müjdeledi:

“Cennet, cömertlerin evidir.”

Bahusus, Hak tealâ buyurur:

— Ey kulum! O malı fakire verirsin, öyle bil ki sanki bana vermiş olursun, ben de sizin mallarınıza bereket ihsan ederim, bir verdiniz se on ihsan eylerim.

Nitekim, Kur'an-ı aziminde de buyurur:

“Bir hayır amelle gelen kimse için, onun on misli ecir vardır.” En'am sûresi: 160

Bir diğer âyeti kerimede de şöyle buyrulmaktadır:

"Her neyi ki, hayra sarf ederseniz, Allahu tealâ karşılığını (Dünyada ve âhirette) verir.” Sebe' sûresi: 39

Şu hâlde, siz hakkın emrine muhalefet etmeyin, verin. Eğer, malınızdan verirseniz, iki yüz dirhem den beş dirhem veriniz. Eğer, ektiğiniz mahsulünüzden verirseniz, onda birini veriniz. Borçlu gelirse, borcunu ödeyiniz. Düşmüşler, çaresizler gelirse ellerinden tutunuz ve yardım ediniz, ki yarın Hak tealâ da sizin elinizden tutsun ve yardımda bulunsun. Fakirler için verdiğinize minnet etmeyiniz (başa kakmayın). O size minnet ederse (o iyiliğinize teşekkür ederse) revadır. Zira, azığınızı ahirete iletmiş olursunuz. Fakirlere minnet edince, bütün verdikleriniz bâtıl olur. Yani, âhirette verilecek olan şey size verilmez. Nitekim, Hak tealâ:

“Sadakalarınızın ecrini, başa kakarak ve eziyet ederek iptal etmeyiniz”. Bakara Sûresi: 26

Buyurmuştur.

Kişi, verdiğini unutup Allah'a ısmarlamalı ve fakat günahını unutmamalıdır. O günah için, bir gün ah edip pişmanlıkla gözyaşı dökünce, Hak tealâ kereminden günahları affeder. Çünkü, fakirlere vermek Allahu Teâlâ’ya vermektir. Fakirlerin eli, Allahu Teâlâ’nın elidir. Minnet etmek hatadır.

Şimdi ey aziz:

Ne vakit fakirlere azdan veya çoktan Allahu Teâlâ’nın verdiğinden bir şeycik verilince, onu unutmak gerektir. Yarın, Hak teâlâ onu ortaya getirecektir. Ecri ne ise verecektir. Cimri olmamak gerektir. Mal elde iken, mala mâlik olmak gerektir. Yoksa, bir gün o malı bırakır, gidersin ve malların başkalarına kalır. O malın sahibi de âhirette azabını görür. Mala mâlik olmak demek, onu hak yoluna vermek ve kişinin elinin bağlanmaması demektir. Hak yolundan esirgenen az veya çok ne olursa, Allahu tealâ onu kıyamet gününde bir yılan şekline sokar, o yılan kovalaya kovalayarak mal sahibini yakalar ve onun boynuna dolanır. Başını kaldırarak, sahibinin tam tepesinden sokar. Onun acısı geçmeden bir daha, bir daha sokar. Melekler de o mal sahibine derler ki:

— Bu; senin çok sevdiğin, cimrilik edip fakirlerden kıskandığın malındır. Sonunda seni kovalaya kovalaya yakalayan, seni ağlatıp inciten odur. Ne kadar ağlasan ve yalvarsan, kimse senin imdadına gelmez. Eğer, sen dünyada iken fakirlere verseydin, o verdiklerin bugün burak olur, cennet hülleleri halinde sana ikram olunurdu. Sen cimrilik ettin, fakirlere vermedin, göreceğin azap budur, dünyada fakirlerin feryadına yetişenlerin, âhirette feryadına yetişirler.

Hak Teâlâ’nın:

“O cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına ateşten halka olur.” Âli-İmran sûresi: 180

Buyurması buna işarettir.

Demek oluyor ki, kişiye malından fayda ve hayır yoktur. Meğer ki, kendi eliyle vermiş bulunsun. Nitekim Hak tealâ buyurur:

“O gün ne mal ne evlât fayda verir. Meğer ki, Allahu Teâlâ’ya (Küfür ve mâ'siyyetten) sâlim bir kalple gelmiş olsun.” Şuarâ sûresi: 88-89

Zira, kişinin geride bıraktığı vârislerindir. Mirasçıları, onun mallarını hemen aralarında taksim ederek paylaşırlar ve afiyetle yerler, o malı vebaliyle toplayan da yerin altında azap görür.

Ey aziz:

Görüyorsun ki; mal fâni, ömür fâni, dünyanın hoşluğu ve rahatlığı da fâni. Eğer, bana inanmazsan şöyle bir etrafına bak! Hani, senden önce gelenler neredeler? Hepsi fâni oldular. Demek ki, fâniyi bakiye değiştirmek hayırlıdır. Bunu iyi bil ve bu cihanın malını öteki cihan için bol bol ver ki, bu günler ticaret günleridir. Bu kadar sözden aklını başına devşir. Ey canımın canı! Eğer ahirete inanıyorsan, eğer cimri değilsen, elinde olandan fakirlere ver, fakirlerden dünya malını kıskanma, senden yardım isteyenlerin hacetlerini hemen gör, onları azarlayıp kovma ki, kovmak ve azarlamak şeytandandır. Dilersen cimri ol hem haktan hem halktan ırak ve cehenneme yakın ol. Bak, iki cihan serveri ne buyuruyor:

“Cimri, Allahu tealâ'dan ıraktır. Halktan da ıraktır ama ateşe yakındır. Cömert kimseye ise, Allahu tealâ yakındır, halk da yakındır ama ateş uzaktır”

Biri, kendi malını fakirlere vermeye kıyamaz. Birisi de hem kendi kıyamaz hem de başkalarının hak yoluna vermelerine engel olur. Bunlar, kendi malını vermeye kıyamayanlardan daha şerlidirler. Zira, Hak tealâ bu gibiler için:

“İnsanları imân, infak ve salih amellerden men edenler.” Kalem sûresi: 12

Buyurmuştur.

Firavun ile şeytan, bir gün hamamda oturuyorlardı. Kurnanın bir yanında firavun, diğer yanında da şeytan yer almışlardı. Şeytan, Firavun ile eğlenmek istedi, sihir yaptı ve hamamın suyunu dondurdu. Firavun su almak istedi, tası kurnaya uzattı. Su buz haline geldiğinden tas çarptı, su alamadı, bir daha, bir daha denedi. Buzu kırarak su almaya muvaffak olamayınca Şeytan sordu,

— Neye kızdın?

— Baksana su birdenbire dondu, su alamıyorum»

— Haydi, göster kendini suyu tekrar sıcak hale getir bakalım.

— Bunu nasıl yapayım?

— Demek âciz kaldın.

— Evet, âciz kaldım.

— Hani sen milletine: (Ben, sizin yüce Rabbinizim.) diyordun. Hem İlâhlık dâvası güdüp hem de âciz kalmak olur mu?

Firavun, işi anlamıştı. Şeytana çıkıştı:

— Bu işleri başıma getiren hep sensin. Şimdi de karşıma geçmiş gülüyorsun.

Bu söz üzerine şeytan sihiri bozdu ve su sıcak akmaya başladı. Firavun, şeytana sordu.

— Acaba, Allah'ın seninle benden başka şerli kulu var mıdır?

. — Vardır.

— Kimdir?

— İyilik etmek isteyeni bu iyiliğinden men eden, iyiliğe engel olan, senden de benden de şerlidir.

Ey aziz:

İlahlık dâvası edenden, cimri daha yaramaz ve şerli olunca, sen niçin cimri olasın? Cömertlik iyi huy ve cimrilik kötü huy olduğu için Hak tealâ kullarını cimrilikten men edip cömertliğe teşvik eder:

“Şeytan, sizi fakirlikle korkutur. (Der ki: Malını tut, sadaka verirsen fakir olursun.) Size, cimriliği ve zekâtı vermemeyi emreder. Hak teâlâ ise, {Sadaka ve zekât Vermekle) size mağfiret ve lütuf vaad eder, Allâh her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.” Bakara sûresi: 268

Şu hâlde, cömertlik Rahmandan oldu ve cömert kişiler Rahmani oldular. Cimrilik şeytandan oldu ve cimriler şeytanî oldular.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Mallarınızı zekât ile temizleyip arındırınız, hastalarınızı hayır ve sadaka ile tedavi ediniz, belâları dua ile karşılayınız.” diye tavsiye ederken, Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, asla iyilik ve hayra (yahut cennete) nail olamazsınız.” Âli İmran sûresi: 92

Server-i Enbiyâ aleyhi ekmel-üt-teâlâ efendimiz buyurur:

“Namaz, dinin direğidir. Cihad, amelin zirvesidir. Sadaka, acayip şeydir. Sadaka, acayip şeydir. Sadaka, acayip şeydir. (Üç kere tekrar buyurmuşlardır.)”

Bir diğer Hadis-i şerifi de Hz. Ayşe radıyallahu anha validemiz rivayet buyurmuşlardır:

“Cömertlik, kökü cennette ve dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Her kim, o dallara yapışırsa onu cennete çeker. Cimrilik, kökü cehennemde ve dalları dünyaya sarkmış bir ağaçtır. Her kim, o dallara yapışırsa onu cehenneme çeker.”

- HİKÂYE

Resûlullah (SAV) efendimiz, bir gün Kâbe-i muazzamayı ziyaret ederken, İlâhi bu ev hürmeti için beni bağışla diye dua eden birini gördü.

Efendimiz, kendisini ikaz buyurdular:

— Böyle deme!

— Ya ne diyeyim?

— hürmetimin hakkı için beni bağışla de. Zira, Mü’minin hürmeti, bu evin hürmetinden fazladır.

*Yâ Resûlullah! Ben günahkâr bir insanım, çok büyük günahlarım vardır. Malım ve davarım çoktur. Fakat, ne zaman birisi gelse ve benden bir şey istese, hemen yüreğimden sıcak bir ateş çıkar, son derece öfkelenirim, benden bir şey istediği için o kimseye kızarım ve ona hiçbir şey veremem.

İki cihan serveri, o adamın bu itiraf ı üzerine:

— Irak ol benden yâ fâsık! buyurdular. Irak ol ve beni de ateşinle yakma! Nefsim kudret elinde bulunan Allahu azim üş-şâna yemin ederim ki, eğer bin yıl ömrün olsa, gündüzlerini oruçla ve gecelerini sabahlara kadar namaz kılmakla geçirsen, cimri olduğun için kıyamet gününde seni yüzü üzerine cehenneme atacaklar dır.

Evet, cimrilik küfürdendir, küfür cehennemdendir. Cömertlik, imandandır ve imân cennettendir. Onun için, cimrilerin yerleri cehennemdir.

Cimrilik, nefs-i emmârenin çirkin ve kötü sıfatlarındandır. Cömertlik ise, nefs-i mutma’innenin sıfatlarından bir sıfattır. Allahu teâlâ katında sevgilidir.

Cimrilik eder ve malını fakirlerden esirgersen, bu âyet ve Hadislere göre yerin cehennemdir. Eğer, cömert olur ve malını Allah yolunda fakirlerden esirgemezsen, yine bu âyet ve Hadislere göre, yerin cennettir.

Fakat, cömertlik de birkaç mertebedir. Zekâtını çıkarıp verene de cömert derler. Abdullah ibn-i Zübeyir, Resûl aleyhisselâmın âlem-i cemâle intikalinden sonra Ayşe anamıza yüz seksen bin akçe hediye verdi. İşte, Allah yolunda cömertlik böyle olur: Yoksa, zamanımızın zenginleri gibi, en çok verdiği zaman bir fakire 40 akçe verir, onu da daima yanına gelip giden ve yüzüne gülenlere verir veya kendisine yaramayan eski ve işe yaramaz şeyleri verir.

Keşşâf'tan rivayetle nakil olunmuştur:

Hak teâlâ hazretleri, meleklere buyurur:

— Dünyada beyler veya yardımcıları ile beraber olmak için veya bunlara bir hacetlerini iletmek maksadı ile verilenleri getirin. Melekler, bu ilâhi emir üzerine bu eşyaları getirirler. Bunlar, hâlis kan bedevi atlas, nefis kumaşlardan dikilmiş elbiseler, yünlü ve ipekli nefis kumaşlardır;

Hak teâlâ hazretleri, tekrar irade buyurur: '

— Getirin o mallan ki, dünyada benim rızam için fakirlere verilmiştir.

Melekler, bu eşyaları da getirirler. Bunlarda, parça parça ekmekler, bakır akçeler, bir pul, iki pul, eski ve yamalı gömlekler, eski takkeler, gayet zayıf koyunlar, sığırlar ve keçilerdir.

Herkes, verdiği hayır ile huzuru hakka getirilir. Bazı kimselerin sadakaları iyi ve güzel iseler de bazılarınınki yukarıda tarif olunduğu gibi eski püskü şeyler, zayıf koyunlar, keçilerdir.

— Ey miskin Âdemoğlu! Reva mıdır ki, Allah rızası için şunlar gibi eski püskü, işe yaramaz şeyler verdin de abes yerlere, şöhretlere, şehvetlere, fesatlara, riyâlara, dalkavuklara bunlar gibi nefis şeyler verdin. Varın gidin ey hayâsızlar, azarlaması ile layık oldukları yerlere gönderirler.

Kişinin hayrat ve hasenatı yarın kıyamette Hak teâlâ hazretlerine arz olunduğun dan ötürü, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, fakirlere verdiği akçeleri yıkar, temizler öyle verirdi.

Ey aziz:

Sakın, sana verilen bu mal artık sorulmaz zannetme! Bu mallan kendinin de sanma! Mal, o vakit senin olur ki, sen ölmeden evvel onu ahirete göndermiş olasın ve orada hazır bulasın.

Aziz: Şu mallan ki, Hak teâlâ sana verdi ve sen de onları ya kendini övenlere veya şöhretlere yahut Şeddâd gibi yüksek yapılara ve Firavun gibi yemelere, içmelere, sözün kısası olmayacak bâtıl yerlere harcadıysan, mutlaka cezasını göreceksin. Zira, mal kişiye eğreti olarak verilmiştir, alınır ve bir başkasına verilir. Nitekim, senden önce de bir başkasında idi, ondan sana geldi. Çevrende daima görüp durursun ki,

Bunca zahmetlerle biriktirilen birçok mallar başkalarına miras kalır. Mirasçıları o malları âfiyetle yerlerken, o malı toplayanlar da azabını ve hesabını görürler. Acaba, bunlardan neden ibret almazsın? Neden kendine gelmezsin ey gafil adam? İnsanım, marifetim vardır dersin, dâva edersin.

Ey kardeş: Bir dağ canavarını bir okla nasıl vurup düşürürler. Sana, Allâh ve peygamber oklarını vururlar, hiç tesir etmez. Çünkü, bu okları şeytan senden defeder. Daha önce gelip geçenleri görmez misin ki, bir söz ile nasıl uslandılar ve nasıl dünyayı terk ederek ahirete teveccüh ettiler. Senin ise, talebin ve himmetin ancak dünyaya dır. Âhireti âdeta inkâr ediyorsun. Onun için, bu sözler sana tesir etmiyor. Ey biçare: Ne olur, şu derdine bir deva ve çare arasan, nefsanî hevâlardan vazgeçip, fâni kapılardan uzak olsan. Şu meşhur hikâyeyi işitmedin mi?

Sultan İbrahim bin Edhem, Belh şehrinin padişahı idi. Kırk veziri vardı. Günde 4000 koyun boğazlanır ve sarayı halkına yemek hazırlanırdı. Bir söz ile aklı başına geldi, tövbe etti ve bu fâni padişahlığı terk ederek bâki mülkte sultan oldu.

Onun tövbesinin sebebi şudur: Bir gün, evinden dışarı çıkmış, divanda oturuyordu. Bir arap, bir deve katarını çekerek saray kapısından içeri girdi. Hiç kimse, onu önleyemediler. Kapıcılar ve çavuşlar ve sair halk, ne kadar uğraştılarsa da onu dışarı çıkaramadılar. Sultan, bu hali görünce kendisi kalktı ve devecinin karşısına dikilerek:

— Ey kişi! dedi, nereden gelip nereye gidiyorsun?

— Bir deveciyim, bu kervansaraya konmaya geldim.

— Ne acep söylersin? Burası kervansaray değil, padişah sarayıdır.

— Pekâlâ, şimdi bu saray senin midir?

— Benim mülkündür.

— Senden evvel kimindi?

—Babamındı.

— Ondan evvel kimindi?

— Dedemindi.

— Peki, şimdi onlar nerede?

— Onlar öldüler, gittiler. Şimdi, bu saray benimdir.

— Yâ İbrahim! Ben, sana demedim mi? Bu saray değil, kervansaray imiş. Onlar konmuş ve göçmüş, sen de göç ben konayım.

İbrahim Edhem hazretleri, hikmeti hemen anlayıp bir gün, kendisinin de ölüp toprak olacağını bildi; kendisinin de padişahlığının da fâni olduğunu anladı. Bir kere ah eyledi ve padişahlığı hemen terk etti. O tacı, tahtı, sultanlığı, rahatı, refahı ve saadeti döktü gitti ve yokluğu kabul etti. Bir eski aba giydi, vardı Mekke-i mükerremede mücavir oldu.

Ey hakikatli Nefs gözünü aç, gücün yetiyorsa dervişliği talep et.

İbrahim Edhem kuddise sirruhu, sırtında odun taşıp pazarda satardı. Taşıdığı yükünü yarım paraya satar, yarısını kendi nefsine harcar, diğer yarısını da Mekke-i mükerremedeki mücavirlere sadaka eylerdi. Yedi yıl bu yolda nefsiyle mücahede etti.

Yatsı abdestiyle, her gece sabah namazını kılardı.

Adam olan işte böyle olur. Derhal bir okla düşer ama, senin bilmem ki halin nedir? Bunca oklar, yalnız oklar da değil, bunca kılıçlar, mızraklar sana vurur, yine de hiç tesir etmez.

Aziz: Bazı kişiler görürsün ki, kendi mallarından sadaka vermek şöyle dursun, halktan gelen sadaka-i müslimine dâhi kıyamazlar: (Bizim hakkımızdır!) der, alırlar bir yana koyarak biriktirirler. O para ile güzel cariyeler alırlar, kızlarına altınlar, inciler ve birçok kıymetli eşya alırlar, sözün kısası nefsanî zevklerle meşgul olurlar. (5- 10 Kölem ve Cariyem oldu. Akçem ve altınım birkaç bini buldu. Bunlar, bana ölünceye kadar yeter. Varın şunu da bir fakire verin.) demezler, ölünceye kadar mal ve toplaralar ama yine de: (Biz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabının yolları üzerindeyiz. Biz âlimlerdeniz. Biz şeyhlerdeniz,) derler.

Resûl-u zişân aleyhi salâvatullah-ü-Mennân efendimiz böyle mi yaptı? Ashabı kiram böyle mi yaptı? Ashabı kiramdan birisine bir baş şeker hediye ettiler, almadı ve

— Falan kardeş benden müstahaktır, dedi.

Ona götürdüler, o da almadı ve bir başkasına gönderdi. Böylece yedi kişi hep birbirlerine gönderdiler. Nihayet, o şeker ilk defa hediye edilen ashabın evine geldi. Bunun üzerine,

Allahu teâlâ Cebrail aleyhisselâm vasıtası ile bu âyet-i kerimeyi gönderdi:

“Kendilerinin muhtaç oldukları şeyi dahi, onlara cömertlikle ikram ederler.” Haşr sûresi: 9

Hasan Basrî hazretleri buyurur ki:

Ashaptan bir zat oruç tutardı. Akşam olunca, evinde yiyecek hiçbir şeyi bulunmadığından, orucunu su ile bozardı. Ertesi gün, yine oruç tutardı. Böylece, üç gün hiçbir şey yememiş ve açlıktan zayıf düşmüştü. Ensar’dan bir zat, onun bu haline vâkıf oldu ve kendisini evine yemeğe çağırdı. Ensar’dan olan o zatın evinde oğlancıkları vardı. Karısına:

— Evde bir konuk doyuracak bir şey var mı? diye sordu.

Kadın

— Ancak bir konuğa yeter, dedi. Ensar:

— öyle ise, onu konuğumuza yedirelim ve biz sabredelim, dedi. Kadın, analık duygusu ile:

— Oğlancıkları ne edelim? diye sordu. Ensar:

— Onları akşam olmadan uyutalım, sonra da yemeği konuğun önüne getirelim, bir bahane ile mumu söndürelim, biz de birlikte sofraya oturalım ama elimiz gitsin gelsin bir şey yemeyelim, konuk bizi de yer sansın, yemeğin hepsini konuk yesin, dedi.

Akşam oldu, yemeği konuğun önüne getirdiler, mumu düzeltir gibi yaparak söndürdüler. Sofraya oturdular ve ev sahipleri güya yermiş gibi gidip geldiler ama ağızlarına bir lokma almadılar. Yemeğin hepsini konuk yedi ve kendileri çocukları ile birlikte aç yattılar.

Neyse, sabah oldu. Ansar, sabah namazını kılmak üzere mescide geldi ve fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizle karşılaştı. Efendimiz, kendisine:

Allahu teâlâ, sizin işlediğiniz işten razı oldu. (Beğendi), buyurduktan sonra, şu âyet-i kerimeyi okudu:

“Kendilerinin muhtaç oldukları şeyi dahi, onlara cömertlikle ikram ederler.” Haşr sûresi: 9

İşte, ashabı kiramın hali ve dirliği buydu. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, dokuz günde bir yediği meşhur ve o yediği de arpa ekmeği idi. Onu da doyuncaya kadar yemezlerdi. Yalın ayak yürürler ve eyersiz merkebe binerler eski aba giyerlerdi ki, bunlar malûm ve muhakkaktır. Demek ki, onların fakirliği irade edip ellerinde bir şey olunca, fakirlere vermek âdetleri idi.

Ey kardeş:

Sen de kıyamet günü onlarla birlikte olmak istersen, cömert ol ve cömertliği âdet edin. Fakirlikten korkma, elinde olanı fakirlerden esirgeme. Evlât, zevce ve mal çokluğu, kıyamette sana fayda etmez ve seni azaptan kurtarmaz. Nitekim, Hak teâlâ kelâm-ı kadiminde buyurur:

“O gün ne mal ne evlât fayda verir. Meğer ki, Allahu teâlâya (küfür ve mâ'siyyetten) salim bir kalple gelmiş olsan.” Şuarâ sûresi: 88 — 89

- Eğer, malını karına bırakacak olursan, senden sonra başka bir kocaya varır. Kızına bırakırsan, o da bir kocaya gider ve ona yedirir. Oğluna bırakırsan, abes yerlerde çürütür, sen vebalde kalırsın. Eğer, mal kadınınsa ve kocasına kalırsa, koca bir başka kadın alır, onunla yer içer ve hiçbir faydası olmaz. Demek ki, kişinin ardından kalan mal, hayırlı mal değildir. Birçok defalar tekrar edildiği gibi, elinle fakirlere verdiğin mal, hayırlı maldır. Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“Sizin indinizde olanlar fânidir, tükenir. Fakat, Allahu teâlâ indindeki (Rahmet hazineleri) daim ve hâkidir.” Nahl sûresi: 96

Yani, sizin sadakalarınız ve hayırlarınız hep katımızdadır. Benim katımda olan, âhirette sizin mâlınızdır. Fakat, fâni olan bu dünya evinde sizin elinizde bulunan, sonunda fena bulup gitse gerektir.

Aziz:

Sana söyleyecek bir haberim var. Bir kişi, bir fakire sadaka verse ve o sadaka Allâh katında kabul görse, o sadaka varıp veren o kişiye dua eder ve der ki: (Ben, fâni idim, sen beni bâki eyledin. Allahu teâlâ da seni cennette baki eylesin.) Sadakanın bu duasını işiten melekler de (Âmin) derler. Hak teâlâ hazretleri de buyurur ki:

— Ey benim meleklerim! Sizler tanık olunuz ki, o kulumun sadakasını kabul eyledim ve onun sahibini bağışladım.

Eğer, Allah için verilmeyerek, sadakalar ambarlarda yitirilse veya koyunlara verilse yahut kölelere, cariyelere, bağlara ve bahçelere bağışlanarak onlara bakıp övünürse, o mal durduğu yerden sahibine der ki:

— Sen, beni hapsettin, Allahu teâlâ da seni cehennemde hapis eylesin. Sen, beni fakirlerden esirgedin, Allahu teâlâ da senden rahmetini esirgesin.

Demek oluyor ki, fakirlik zenginlikten iyi imiş.

Haberlerde gelmiştir ki; Musa aleyhisselâm bir gün münâcattan sonra vatanına gelmeyi diledi. Hak teâlâ buyurdu:

— Yâ Musa! Falan kuluma var benden selâm et: Onun ömründen, benim katımda daha kırk yıl vardır. Fakat, bu kırk yıllık ömrünün yirmi yılını zenginlik, yirmi yılını da fakirlik ile geçirse gerektir. Var imdi o kuluma sor. Hangisini seçer? önce yirmi yıl fakirlik mi olsun, yoksa yirmi yıl zenginlik mi? O kuluma danış.

Hz. Musa aleyhisselâm, vardı gitti ve o kişiyi buldu ve kendisine Allahu teâlânın selâmını ve fermanını bildirdi O kimse:

— Varayım hatunuma danışayım göreyim hatunum ne der? dedi ve karısına giderek meseleyi anlattı:

— Kadınım, dedi. Benim ömrümden 40 yıl varmış. Bunun 20 yılını fakirlikle ve 20 yılını da zenginlikle geçirecekmişim. Hak teâlâ kereminden Musa peygamber ile haber göndermiş, fakirliği mi önce vereyim, zenginliği mi diye soruyor.

Kadıncağız, düşündü taşındı ve sonra:

— Bana kalırsa önce yirmi yıl fakirliği kabul edelim. Zira, ihtiyarlıkta yoksulluk zor olur. Gücün kuvvetin gider, rençberlik edemez, çalışamazsın. O zaman zengin olur sak âhir ömrümüzde rahat ederiz, dedi.

Adam, karısının yanından ayrıldıktan sonra, kendi kendisine: (Kadınların fikri salih olmaz, önce zenginlik gelsin, sonra fakirliğe razı olalım,) diye düşündü ve Musa peygambere vararak:

— Yâ Nebiyallah! dedi. Fakirlik gayet iyi bir şeydir. Fakirlerin gönüllerinin kırıklığı hiçbir zaman gitmez, Ne olaydı, daim fakir olaydım. Sen peygambersin, kelimullah sın, fakirsin. Firavun, zengin olduğu için kibre, düştü, sana uymaz. Mademki Hak teâlâ böyle takdir buyurmuş, bana önce zenginliği ihsan buyursun, sonraki fakirliğe de razıyım. Hiç olmazsa ömrümün sonunda fakir olayım ve Allahu teâlânın huzuruna fakir olarak varayım.

Hz. Musa aleyhisselâm, bu kişinin sözlerini Hak teâlâya arz etti. Allahu teâlâ da bu dileği kabul buyurdu ve o saatte o kişi öyle zengin oldu ki, o memlekette ona gelen dünya malı, hiç kimseye verilmemiş ti. Gün olurdu ki, bin kırmızı altın gelirdi ve o kişi geleni ertesi güne bırakmaz, hak yoluna dağıtırdı. Köprüler, mescitler yaptırır, açlar doyurur, çıplakları giydirir, borçluları borçlarından kurtarırdı. Yirmi yılı tamamı tamamına bu şekilde geçirdi. Zenginlik süresi dolunca bu kişinin karısı:

— Ey kişi, yirmi yıldır bunca zenginlik içindesin. Gün oldu evimize bin kırmızı altın girdi. Ama, senin ne yoksulluğun bilindi ne zenginliğin. Yediğin yine arpa ekmeği ve arpa bulamacı oldu. Çocuklarının giydikleri de yine eski abadır. Getir görelim elinde ne kaldı? dedi.

Adam, karısına cevap verdi:

— Elimde buçuk pulum kaldı, şimdi onu da bir fakire veririm.

Bu sırada, Hz. Musa aleyhisselâm yine münacatta bulunuyordu. Hak teâlâ buyurdu:

— Yâ Musa! O kulumun halini bilir misin?

— Yâ ilâhi! Kullarının halini yine sen bilirsin.

— Yâ Musa! Bugün, o kuluma verdiğim yirmi yıl zenginliğin müddeti tamam oldu. Var o kuluma sor bakalım verdiğim malı ve parayı ne yapmış ve nerelere harcamış?

Musa aleyhisselâm geldi, o kişinin kapısını vurdu. Kapı açılınca, kendisinin ve oğlancıklarının eski abalar içinde, başlarında birer eski takke ile dolaşıp durduklarını gördü ve sordu:

— Hak teâlâ beni sana gönderdi ve var sor bakalım, o kulum benim verdiklerimi yirmi yıldan beri nerelere harcamış buyurdu, dedi.

Adamcağız, başını önüne eğerek:

— Yâ Nebiyallah! Hak teâlânın izzeti için, o dünya malı bana geleli den beri bir gece yatıp rahat uyku uyuyamadım. Beni kendisine meylettirmesinden korktum, Allahu teâlânın hışmına uğramaktan çekindim. Elhamdülillah ki, şimdi geldim fakirlik devresine eriştim. Şimdiden sonra ölsem de gam değil.

Hz. Musa aleyhisselâm, bu işe şaştı, vardı yine Tur dağına çıktı. Hak teâlâya niyazda bulundu:

— Yâ Rab! O kulun ne acayip kuldur. Kendisine bunca mal verdin, şimdi elinde bir pul yok. Kendisinin ve çocuklarının sırtlarında birer eski aba, evlerinde ve barklarında hiçbir şeyler yok. Verdiğin dünya malından hiçbir eser göremedim. Her ne ki ihsan buyurmuşsan, hepsini fakirlere dağıtmış.

Hak teâlâ hazretleri buyurdu:

— Yâ Musa! İzzetim hakkı için, madem ki o benim verdiğim malı bu dünyada kendi nefsine vermedi ve benim yoluma verdi ben de fakirlikle geçireceği yirmi yılı da zenginlikle geçirmesini ihsan eyledim. Yâ Musa! Var o kuluma söyle.

Fakirlikle geçirmesi gereken bu yirmi yılı da zenginlikle geçirecektir.

Hz. Musa aleyhisselâm, bu haberi o kişiye bildirdi. Son yirmi yılı da yine zenginlik ile geçirdi ve eline geçen bütün dünya malını durmadan hak yoluna verdi.

Bundan da anlaşılıyor ki, Allah için fakirlere verilen kesilmezmiş.

“Ey Huda rahmettüğün hergiz melâmet görmedi.

Kakıyup hışmettiğün, âlemde rahat bulmadı.”

Ey Aziz:

Cömertliğin bazı fayda ve faziletlerini anlattım, şimdi biraz da fakirliğin fayda ve faziletlerinden söz edelim de fakirlik mi iyi, yoksa zenginlik mi iyi ayırt edebilesin.

Gerçi, cömertliğin faziletleri bundan ibaret değildir ve sayılamayacak kadar çoktur ama, bir ambar buğdayın çeşnisi, bir avuç buğdayda da olur, kalanı da ona göre kıyas olunur.

Şimdi ey aziz:

Hak teâlâ, senin kalbini bütün gamlardan, tasalardan, hırs ve vesveselerden ve cismini karanlıklardan temyiz eylesin.

Eğer, baki olan hayırlar nedir, bu fakirlik dedikleri nedir, sorulacak olursa, bu fakirlik dedikleri bir gizli padişahlıktır ki, hiç kimse onun lezzetini bilmez, ancak fakirler bilir.

Sultan İbrahim Edhem rahmetullahi aleyhi buyurur ki:

— Eğer, fakirlerin ettikleri zevk ve sefa, zorla alınmak mümkün olsaydı, dünya sultanları asker gönderip onu fakirlerin ellerinden alırlardı. Bu fakirler, cennet içinde birer padişah olsalar gerektir.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de şöyle buyurmuşlardır:

Miraç gecesi, bana cenneti arz ettiler. Halkının çoğunluğunun fakirlerden olduğunu gördüm. Cehennemi arz ettiler, halkının çoğunluğunun kadınlardan olduğunu gördüm.

Fakirlere SULTAN denilmesinin mânası ve sebebi şudur ki, bunlar dünyada şeytana kul olmaktan kurtulmuş ve hür olmuşlardır. Şeytandan azat olmuşlardır. Zenginler ise, şeytanın kullarıdırlar. Zira, şeytan zenginleri yedi türlü bağla bağlamıştır, âdeta onları esir etmiştir. Nitekim, Hak teâlâ o yedi tuzağı Kuranda beyan buyurmuştur:

“Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş ve güzel atlar, deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanlar, ekinler kabilinden nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insanlara süslü gösterildi. Fakat, bunlar dünya hayatının geçici mallarıdır. Nihayet, varılacak yerin bütün güzelliği Allahu teâlâ yanındadır.” Âli İmran sûresi: 14

Şeytan bu yedi bağ ile bunları evlât edinmiş, dünyanın bu malları ile meşgul etmiştir. Artık, onları koyu vermez. Bunlara, bu bağlardan kurtulmak müyesser değildir. Meğer ki, Hz. Ebû-Bekir radıyallahu anha ve diğer azizlere olduğu gibi hakkın inayeti ola. Onlar, bütün mallarını hak yoluna verdiler ve Hak teâlânın rızasına erdiler. Hz. Ebû-Bekir radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize getirip seksen bin nakit altın takdim etti. Efendimiz de aldılar ve fakirlere dağıttılar.

Aziz: Fakirlik yaramaz ve hor bir şey olsaydı, seyyid-i kâinat ve mefhar-i mevcudat Hz. Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem, fakirliği ihtiyar buyurmazlardı. Eğer, zenginlik iyi bir şey olsaydı, Allah azze ve celle hazretleri, kâfirlere yiyecek ekmek vermezdi. Şu hâlde, aklı başında olan kimseler, bundan fakirliğin ulu bir saadet olduğunu anlarlar. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemin sıfatı olduğunu bilirler. Bunun içindir ki, Allâh dostları bütün mallarını fakirlere dağıtmış ve fakirliği seçmişlerdir.

Hak teâlâ, yarın kıyamet gününde fakir kullarını çağırarak

— Ey benim kullarım! Ben, dünyada size dünyalık vermedim ve sizi fakir eyledim. Bu vermeyişim, sizleri sevmediğimden değil, belki sevdiğimden idi. Sizleri o kadar sevdim ki, sevgilim Muhammedimin sıfatı ile sıfatlandırdım. Bugün Resulümün ümmeti olabilesiniz diye. Ey benim fakir kullarım! Eğer, ben sizlere dünyada çok mal verseydim, bugün hesabı da sizlere zor ve çetin olurdu. Benim sevgili kullarım kıyamet gününün sıkıntısını çekmesinler istedim. Görün şimdi hesap nice olur. Eğer, sizler de zengin olsaydınız, size de böyle hesap sorulacaktı. Şimdi ey benim fakir kullarım! Eğer, sizleri dünyada fakir eyledimse, bugün zengin eyleyeyim, bütün eksikliklerinizi bitireyim. İşte, cennet sizler içindir, istediğinize girin.

Ey biçare! Veyl kendisini şeytana ve dünyaya esir etmiş zavallı! İşte, o gün zarara uğrayanlardan olacaksın. Eğer, bir kişinin bin yıl ömrü olsa, o bin yılı da açlıkla ve çıplaklıkla geçirse şu zikrolunan mertebeye göre henüz azdır. Arifler, bu mertebeleri bildikleri için, padişahlığı terk ederek fakir oldular.

O zaman ki, Âdem peygamber aleyhisselâm, topraktan altını çıkarıp sikke yapınca şeytan derhal eline aldı ve dedi ki:

Seni sevenler, benim kulumdur.

Altın ve gümüşü seven hırslı fakirlerde, cimri zenginler hükmündedir. Bahis edilen fazilet fakirlere mahsus olup, fakirliğe razı olanlaradır. Fakirim veya dervişim diye kapılarda şikâyet etmeyenlere, beylerden ve ululardan bir şey ummayanlara, yalnız Allahu Teâlâ’dan umanlara mahsustur. Onlar Tıpkı, ashab-ı sûffa gibidirler, onlar fakirliği ve muhtaçlığı sevmişlerdir. Ashab-ı sûffanın, İşleri gece ve gündüz Allahu teâlâya ibadet ve tâ'at idi, ticaret ve kazanç la uğraşmazlardı, hiçbir alışverişte bulunmazlardı, Medine-i münevvere de mücavir olup dilsiz gibi otururlardı. Ne kavim ve kabile ne de oğul kız gibi dertleri olmamış hepsinden el çekmişler, ümitlerini kesmişler, mescid-i Küba'da geceleri sabahlara kadar Kur'an okurlardı, zikrullah ile meşgul olurlardı. Resûl-ü zişân gazaya gidince, birlikte giderlerdi. Bir gün, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, bunların üzerine geldi ve gördü ki, bunların hepsi sabır içinde kanaati ihtiyar etmişler, benizleri sarı, tenleri arık ve lâkin gönülleri sevinç ve sürur doluydu.

Bunu görünce, efendimiz saadetle şöyle buyurdular:

— Ey ashab-ı sûffa! Sizlere müjdeler olsun. Ümmetimden hangi kişi bu halde olursa, cennette benim refikim olacaktır.

Rivayet olunur ki; Cebrail ve Mikâil aleyhimüsselâm bahse girmişlerdi. Cebrail aleyhisselâm:

—Hak teâlâ hazretlerinin katında; sabırlı fakir, şükreden zenginden sevgilidir, diyordu.

Mikâil aleyhisselâm ise:

— Hayır, Allahu teâlâ hazretlerinin katında şükreden zengin, sabreden fakirden sevgilidir, diyordu.

Hitab-ı izzet geldi:

— Varın, arş-ı Rahmanda kubbe-i sahranın altındaki nura sorun, o size cevabını versin, buyuruldu. Vardılar, o nura sordular. O nur bunlara cevap verip dedi ki:

—Sabreden fakir, şükreden zenginden efdal dir.

Zira, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, fakirliği ihtiyar etti. Süleyman peygamber aleyhisselâm, şükreden zenginlerden idi, Cebrail ve Mikâil aleyhimüsselâm tekrar sordular:

— Sen kimsin? Adın nedir?

O nur cevap verdi:

— Ben, o nurum ki, Nu'mân bin Sâbit benden yaratıldı.

(Yani, imam-ı â'zam Ebû-Hanife-i Kıfî rahmetullahi aleyh)

Böyle olduğuna göre, fakirlik —hâşâ— horluk değildir.

Ne zaman ki, fakir hakka niyaz ederek: (Yâ ilâhi! Hacetimi sen ver.) dese, fakirin yalnız bu münâcatı; zenginlerin yüz bin akçe sadaka vermesinden üstündür.

Musa aleyhisselâm, Hak teâlâya niyazda bulundu:

— Yâ ilâhi! Ben garibim. İlâhi! Ben hastayım. İlâhi Fakirim diye yalvarır.

Hak teâlâ hazretleri buyurdu:

— Benim Mevlâsı olduğum fakir midir? Benim tabibi olduğum hasta mıdır? Benim yanında olduğum garip midir? Yâ Musa! Ben, o kulumu severim ki, elinde bir şeyi olmadığı zaman, tıpkı anasından ekmek isteyen çocuk gibi hacetini benden ister. Yâ Musa! Sen de yemeğinin tuzunu ve nalınının tasmasını benden dile ki, bu bana hoş gelir.

Allahu azim-üş-şân, Habib-i Kibriyâ efendimize buyurdu:

— Habibim Ahmed Resulüm yâ Muhammed! Senin için, Mekke derelerini kızıl altınla doldurayım nereye gidersen, yanın sıra yürüsün ve hacetin oldukça al harca.

Server-i Enbiyâ efendimiz niyazda bulundu:

Bir gün tok ve bir gün aç olayım. Doyunca, sana şükredeyim. Acıkınca, sana yalvarıp yakarayım.

Fakirlik, Hak teâlâ katında sevgili olduğu için, o iki cihan fahri, fakirliği ihtiyar etti, zenginlik istemedi.

İblis, bir gün Süleyman aleyhisselâmın huzuruna bir ihtiyar adam şeklinde gelir. Süleyman aleyhisselâm, İblise sorar:

— Ey şeytan, İsa peygamber ümmetine ne yapacaksın der.

Şeytan cevap verdi:

— Onları, Allâh’ tan ayrı bir Allah’a davet ederim ki, onu Allâh sanırlar, putlar ve sanemler düzerler ve ona Allâh diye taparlar (Ne’ûzü billahi teâlâ).

Süleyman peygamber, tekrar sordu:

— Muhammed ümmetine ne etsen gerektir?

Şeytan, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:

— Onları da altın ve gümüş ile öyle aldıracağım ki, Lâ ilâhe illallah demekten çok altın ve gümüşü seveceklerdir, lâ ilâhe illallah demeyi terk edeceklerdir, altın ve gümüş toplamakla meşgul olacaklardır.

Demek oluyor ki, altın ve gümüş toplamakla meşgul olup, gönül verenler şeytana uymuş olurlar. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, daima bu duayı ederdi.

“Allahım Her kim beni severse, ona iffet ve kanaat ihsan buyur. Her kim, bana düşmanlık ederse, onun malını ve evladını çoğalt.”

İbn-i Abbas radıyallahu anhtan rivayet olunan bir Hadis-i şerife göre:

“Bütün ümmetlerin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır, buyrulmuştur.”

Kaç defadır tekrar ediyoruz: Fakirler, Allahu teâlânın kullarıdırlar. Zenginler, şeytanın kullarıdırlar. Zenginler, dünyayı diledikleri gibi kullandıklarını sanırlar ama mânada baksan dünya bunların arkalarına binmiştir ve onları günden güne cehennem yoluna sürmektedir.

Sabırlı fakirlere, Allahu teâlâ üç haslet verir. Zenginler, salih dahi olsalar, onlara bu hasletler verilmez:

Birisi budur ki, her fakire cennette kızıl yakuttan bir köşk ihsan buyurur, öyle yüksektir ki, cennet ehli onları gökteki yıldızlar gibi görür ve sorarlar:

— Bu köşkler kimlerindir? Cevap gelir ki:

— Bu köşklerin sahipleri fakirlerdir. Sizler, onların zevklerine ve sefalarına eremezsiniz. Nitekim, onlar da dünyada sizin fâni zevk ve sefalarınıza erememişler dir. Sizler, bu köşkleri ancak uzaktan görebilirsiniz. Nitekim, siz dünyada onların hallerini bilmediniz, hatta dünyada iken onlardan kaçardınız, denir.

Birisi de budur ki, fakirler cennete zenginlerden 500 yıl birisi de budur ki, fakirler bir kere ihlâs ile:

Sübhanallahi vel-hamdü lillahi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber

(Allahu te âlâyı teşbih ve takdis ederim. Hamd-ü sena ona mahsustur. Hak mâ’bud yoktur, ancak Allahu teâlâ vardır. Allahu teâlâ çok büyüktür.)

Derlerse, Allahu Teâlâ indinde aynı duayı okuyan zenginin okumasından daha kıymetlidir. Dünya padişahları gözünde, altın ile gümüşün ve toprağın farkı nasılsa, Allahu teâlâ indinde de zenginlerin amelleriyle fakirlerin amellerinin itibarı aynen öyledir.

Fakirlerin ameli altın gibidir. Zenginlerin ise gümüş gibidir. (Hatta, bazı zenginlerin amelleri kara pul gibidir.)

Fakirler vardır ki, amelleri cevher gibidir. Lâ ilâhe illallah demeleri iki cihandan daha kıymetlidir

Bir fakirin bir akçe sadakası, zenginin yüz bin akçelik sadakasından üstündür. Nitekim, Resûl aleyhisselâm buyurur:

“Fakirin sadakası, zenginin yüz bin dirhem sadakasından hayırlıdır.”

Dahhâk radıyallahu anh der ki:

Fakir pazara varsa, bir şey görse ve canı istese de gücü yetip alamasa ve sabretse, sevabı zenginin yüz bin akçe sadaka vermesinden fazladır. Fakat, almaya gücü yetse de nefsine karşı gelmek için almasa yani nefsinin istediğini verme se, sevabı daha da fazla olur.

Ey azizim:

Fakirlerin canları, zenginlerin canları gibi olmaz. Zenginlerin canları zorla alınır. Fakirlerin canları, lütuf ile ve danışılarak alınır. Resûl aleyhisselâm buyurur:

— Fakir olanlara nefis rahatlığı kalp feragati ve hesap hafifliği vardır. Zenginlere ise, nefis tedirginliği, kalp vesvesesi ve azap şiddeti vardır.

Yarın, kıyamet gününde zenginler fakirleri görünce:

— Ah ne olaydı, bizde fakir olaydık. Eğer, dünyada iken fakirliğin mertebesini bilseydik, bütün malımızı hak yoluna verir ve kendimize bir öğün ekmek alı koyardık, biz de fakir olurduk, diye hasret ve nedamet edeceklerdir.

Fakirlerde, zenginleri hesapta zebaniler elinde mahcup ve perişan götürülürken görünce, yüksek sesle:

— Şükür yâ ilâhi ki, bizi fakir eylemişsin. Eğer, biz de zengin olsaydık, şimdi bu zahmetleri çekecektik, diyeceklerdir.

Hâtem Zâhid der ki:

— Her kim, Allahu Teâlâ’dan cennet umarsa, varsın fakirlerle bölüşsün. Bunlar, cennetin beyleridir.

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuşlardır ki, meâl-i münifi şöyledir:

Allahu teâlâ, kereminden öyle ihsan eder ki: “Varın, dünyada her kim size iyilik ettiyse, su, yemek veya elbise verdiyse, onların ellerinden tutun, alın ve cennete iletin, buyuracaktır. Zira, bunlar devlet erbabıdırlar. Her kim, bunlarla dünyada iyi geçindi ise ve hatırlarına riayet ettiyse, elinden tutar ve cennete götürürler. Hiç kimse, bunlara karşı gelip mâni olamaz.”

Selmân-ı Farisi, Cüheyb ibn-i Sinan-ı Rûmî, Bilâl beni Hammâr-ı Habeşi ve diğer ashab-ı Resulün çoğu eskiler giyer, fakirlerden idiler. Aybe't-ü ibn-i Hasıyn derler bir arap beyleri vardı. Huzur-u Resûlullah'a gelerek:

— Yâ Resûlallah! Biz senin sohbetine geleceğiz. Fakat şu eski giyinenleri aradan çıkar. Zira, biz onların kokularını duymak istemeyiz, rahatsız oluyoruz. Bir meclis bizimle, bir meclis de onlarla buluş dedi.

Hak teâlâ, fakirleri sevdiği için bu âyeti gönderdi:

“Sabah-akşam, Rableri celle şâneye itaat ve dua ederek, rızasını kazanmaya çalışanlarla beraber sabret. Dünya hayatının ziynetine kapılıp ta gözlerini onlardan ayırma ve kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, heveslerine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere itaat etme.” Kehf sûresi: 28

Allahu azim-üş-şân, Nebisine ve Habibine böyle buyurunca, acaba fakirleri görünce yüzünü çeviren ve fakirler hakkında olur olmaz sözler söyleyenlere ne buyuracaktır?

Ashab-ı Resûlullah dan Eba-Derdâ, önceleri tacir idi. Oldukça zengindi, malını hak yoluna verdi, kendisine ve karısına hiçbir şey bırakmadı. O kadar ki, karısıyla kendisinin bir tek gömlekleri vardı. Dışarı çıkarken, o gömleği Eba-Derdâ radıyallahu anh giyerdi, kadın tandıra girerdi ve zikirle meşgul olurdu. Bir gün, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize:

— Eba-Derdâ, gayet âbid ve zâhit kişidir. Fakat, sabah namazlarına biraz seyrek geliyor. Bazan, namazdan sonra geliyor ve tek başına kılıyor, bazen bir rekâta erişiyor, dediler. Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Eba-Derya’nın çağrılmasını irade buyurdular. Eba-Derdâ geldi ve efendimiz kendisinden sordu:

— Yâ Eba-Derdâ! Ben, senin halini bilirim. Fakat, bunların günahkâr olmalarını istemiyorum. Sabah namazlarına neden seyrek veya geç geliyorsun? Söyle de anlasınlar.

Eba-Derdâ radıyallahu anh hazretleri, ağlamaya başladı:

— Yâ Resûlallah dedi. Ben, isterdim ki bu gizli sırrım açılıp, dile düşmeyeyim. Mademki emir buyurdunuz, söyleyeyim. Hatunum ile ikimizin bir gömleğimiz vardır. Sabah namazı vakti girince, hatunum o gömleği giyer ve namazını kılar. O zaman, ben tandırın içine girerim. O namazını kılınca tandıra girer, bu defa da gömleği ben giyer buraya gelirim. Vakit olur ki, imamla kılmaya yetişirim, bazen da yetişemem.

Efendimiz, kendisine şefkatle baktılar:

— Yâ Eba-Derdâ! Buyurdular. Hak teâlâ hazretlerine senin için niyazda bulunayım, senin için dünya dileyeyim, var kendine ve ehline elbise al.

Eba-Derdâ cevap verdi:

— Yâ Resûlallah! Ben ne elbise ne de dünya nimeti istemem ama müsaade buyur, varayım bir kere hatunuma danışayım. Eğer, hatunum dünyalık dilerse, gelir size arz ederim, dedi ve evine giderek karışma olup bitenleri anlattıktan sonra:

— Resûl aleyhisselâm, Allahu Teâlâ’dan bizim için dünyalık dilemek ister, ne dersin? diye sordu.

O âhiret hatunu şu cevabı verdi:

— Yâ Eba-Derdâ! Hâşâ ki, ben sultanlığı kulluğa değişmem. Rahman kulu iken, şeytan kulu olmam. Eğer, sen elbet bana dünya gerek dersen, beni bırak, ondan sonra var dünya dile. Evvelce, dünyan çok iken fakirlik isterdin. Fakir olsam derdin. Fakir, âhiret sultanı olur derdin. Şimdi, fakir oldun fakirliğin kadrini bilmezsin. Allah tan da mı utanmazsın ki zenginlik istersin? Vallahi, bana dünya gerekmez. Var git, Resûl hazretine söyle ki, bizim için dünya dilemesin ama şunu dilesin ki Allahu teâlâ seni ve beni dünya afetinden saklasın, dedi ve ağlayıp feryat eyledi.

Eba-Derdâ radıyallahu anh, karısının sözlerini aynen efendimize arz etti. Resûlü zişân:

— Bari birinize bir gömlek edinelim, buyurdu.

Eba-Derdâ radıyallahu anh, buna da itiraz etti:

— Yâ Resûlallah, ikimiz bir gömleğe muhtaç olmayınca, ibadet lezzetini ve imân halâvetini bulamadık dedi. Ben, ticaret yaparken ibadetten zevk almaya çok çalıştım ama başaramadım. Mecburen ticareti terk ettim ve ibadeti sıkı sıkı tuttum. Muhakkak olarak bildim ki, âhiret isteyene dünya haram imiş, dünya isteyene âhiret haram imiş. Dünya ve ahiret bir arada bulunmazmış, Âhiret isteyene, dünyayı bırakmak gerekmiş ki, dünya fethedilmiş olsun.

Eba-Derdâ radıyallahu anh, henüz bu sözü tamamlamıştı ki, Cebrail aleyhisselâm geldi:

— Yâ Muhammed Allahu teâlâ, sana selâm ediyor, dedi. Buyurdular ki, her kim cennet ehlini görmek dilerse, Eba- Derdâ'yı görsün.

Şimdi, ey akıllıyım diyen kişi:

Eğer, bu kıssadan bir şeyler anladınsa akıllısın. Eğer, anlamadıysan gafilsin.

Kendi isteğiyle fakirliği seçenler den birisi de Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh idi. Ebû-Bekir hazretleri, gayet zengin idi. Varını hak yoluna verdi ve kendisini bilerek ve dileyerek fakirliğe terk etti. Bu dünyanın bir leş olduğunu ve bu leşe rağbet ederek haktan uzak düşmenin doğru olmayacağını anladı ve tüm malını, varını yoğunu hak yoluna feda etti. Resûl-ü zişân efendimize, kırk bini aşikâr ve kırk bini gizli olarak seksen bin altın verdi. Bununla da yetinmedi, kalanını da dört yana öylesine dağıttı ki, dünyada bir şeyi kalmadı hatta, elbise olarak bir eski kilime büründü. Bu kilimin deliklerinden mübarek gövdesi görünürdü. Evine çekildi sabır ve şükür ederek oturdu. Bu yüzden, Resûl aleyhisselâmın sohbetlerine dahi devam edemez oldu. Fatıma't-üz-Zehra radıyallahu anha validemiz, onun çıplaklığından dolayı babasının sohbetlerine iştirak edemediğini sezdi ve bir başka kilim göndererek:

— Varın şunu götürün, babamın sohbetine gelsin, diye haber gönderdi. Kilimi, cariyenin elinden alınca, öpüp başına koyan Hz. Ebû-Bekir radıyallahu anh, tâ'zim ile arkasına aldı ve yavaş yavaş Allah dostunun huzuruna varmak üzere yola çıktı.

Resûl-ü ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz, bu sırada bahçede hurma ağaçları arasında geziniyorlardı ki, Cebrail aleyhisselâm bir kilime bürünmüş olduğu halde huzur-u Resûlullah’a geldi. Resûl-ü zişân, Cebrail aleyhisselâmın selâmını aldıktan sonra onun kilime bürünmüş olmasına şaşarak sordu:

— Yâ Cebrail! Seni bu şekilde hiç görmemiştim. Ne oldu?

Bugün bir kilime bürünmüşsün.

Cebrail aleyhisselâm cevap verdi:

— Yâ Resûlallah! Ebû-Bekir-is-Sıddıyk kilime büründüğü için, bugün yalnız ben değil, göklerdeki bütün melekler kilime büründüler. Hak teâlâ, sana selâm ederek buyurdu: (Habibim sorsun, Ebû-Bekir benden razı mıdır? Ben ondan razı oldum.)

İşte bu haslet ve Hak teâlânın rızasına mazhar olmak, Ebû-Bekir hazretlerine dünyayı terk ederek fakirliği irade etmesinin mükâfatı idi. Bundan da anlaşılıyor ki, fakirlik Hak teâlânın rızasını kazanmaya sebeptir. Şu var ki, Allah rızası her kula müyesser olmaz. Hak teâlânın rızası için, dünyayı terk etmek gerektir.

Azizim: Bir insan dünyayı terk edince, işte böyle terk etmeli ve Allah rızasını bulmalıdır. Yoksa, hak yoluna diye verir, sonra da verdiğin kişinin başına kakar san, o hiç olur. Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“Sadakalarınızı, minnet ve eziyet ederek boşa çıkarmayınız.”

O, Ebû-Bekir idi diyecek olursan; evet o Ebû-Bekir-is-Sıddıyk idi ama erenlerden ve hatunlardan daha nice kimseler vardır ki, kendi istekleriyle fakir olup, bütün varlıklarını hak yoluna verdikten başka, canlarını dahi feda etmişlerdir. Eğer, onların mübarek isimlerini sayacak olsam kitap pek uzun olur. Erenlerden örnek isterseniz? Ebû-Bekir hazretleri yeter. Hatunlara da örnek olarak Hatice't-ül-Kübrâ validemizi söylemek yeter. Allah onlardan razı olsun. Basra’nın sultanı Neşvâne hatun, Şeyh Mansur'a irade götürüp, elini aldıktan ve tövbe ettikten sonra canlarını dahi feda ettiler. Kitabın ikinci babında, onların hak yoluna nasıl can verdiklerinin hikâyesi de anlatılacaktır. O zamandan bu zamana kadar, daha niceleri dünyayı terk ettiler ve daha niceleri de eder dururlar. Hak yolunda baş, can ve mal terk edenlerin hepsini demeğe kalksak, söz uzar. Aklı olana bu kadarı da yeter. Bizim maksadımız, İnsan nefsini emmârelikten kurtaramayınca ve gönlünden dünya muhabbetini çıkarmayınca, bu mertebelere erişilemeyeceğini anlatmaktır. Demek isteriz ki,

Dünyayı elden çıkarmayınca ve muhabbetinden vazgeçmeyince, dünya insanı felâkete götürür.

Zira, bu nefs-i emmâre dedikleri yedi başlı bir ejderha gibidir. Azmedip bir başını kesersin, bir başı daha çıkar. Fakat, asıl büyük bir başı vardır ki, diğer başları hep ona tâbidir. İşte, o başı kesilirse, kalan başlarının hepsi kurur, gider. Bilmiş ol ki, nefsi emmârenin en büyük başı DÜNYA SEVGİSİ' dir. Eğer, dünyanın sevgisini ve tasasını gönlünden külliyen kesebilirsen, kalanını da azmedip başarırsın ve kısa zamanda nefsin emmâreliğinden kurtulursun. Fakat dünya muhabbeti gönül de zerre kadar bulundukça, ömrünü bu yolda çürütsen, nefsin çirkin ve kötü sıfatlarından birisini bile gideremezsin. Nerede kaldı ki, hepsi giderilebilsin.

O halde, nefsini emmâreliğinden döndürüp mutma'inneliğe eriştirmek istersen, evvelâ onu dünyadan iğrendirmelisin. Kişi, dünyadan ne zaman iğrenir, onu da sana söyleyivereyim ve inşâ'allahu teâlâ bunun kolay yolunu da sana göstereyim.

Fakat, sen de bana dikkatte kulak ver ve dinlemeye, anlamağa çalış!

Bilmiş ol ki, insanın bu dünyadan iğrenmesinin en önemli sebebi, ölümü hatırlamaktır. Nefis, dünyaya meyil ettikçe, ölümü gözüne getiriver. Ona, dünyada ölüm olduğunu bildir.

Daha evvel dünyaya gelenlerin hepsinin dünya malı topladıklarını ve sonra hepsini yüzüstü bırakıp gittiklerini düşün.

Allahu Teâlâ’yı isteyen âşıkların, dünyayı nasıl terk ettiklerini ve bu suretle Allahın rızasını ve visalini bulduklarını göz önüne getir. Muhakkak olarak şunu da iyice bil ki, nefsi emmârelik üzere bulunduğu müddetçe kimse haktan yana bir adım varamaz.

Zira, Şeyh Bayezid-i Bestamî

Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti ve:

İlâhi! Sana ulaşmak nasıl olur? dedi. Hak teâlâ, Bayezid-i Bestamî’ ye buyurdu ki:

“Nefsinden ayrıl, bana öyle gel!”

(Nefsinden ayrıl) tabirinden murat, nefs-i emmâreden dir ki, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmak için de sık sık ölümü hatırlamalıdır, özellikle, dünyayı sevmek sıfatını öldürmelidir. Kişiyi dünyadan iğrendirecek şekilde ölümü hatırlamanın da nasıl olacağını sana söyleyeyim. Nefs-i emmâre, ara sıra baş kaldırıp dünyaya meyl ettikçe, ölümü hatırlamak çomağı ile başını döversin. Yukarıda, bu ejderhanın en büyük başı dünya sevgisidir demiştik, işte o başı öyle döversin ki, artık takatten kesilir ve dünyaya meyletmez olur.

Bir gün, Ashab-ı kiramdan Eba-Derdâ radıyallahu anha bir kişi geldi ve ondan yardım istedi:

— Yâ Ebâ-Derdâ! Benim, büyük bir hastalığım var. Bana, bu hastalığı mı iyi edecek bir ilâç salık ver.

— Hastalığın nedir?

— Benim gönlümde muhakkak dünya muhabbeti vardır. Gönlüm âdeta kararmıştır. Abdestimin ve namazımın nurundan eser göremiyorum. Zikirden, teşbihten ve ibadetten zevk alamıyorum.

— Bu senin hastalığın, hastalıkların en büyüğü ve kötüsüdür. Eğer, vaktinde tedavi etmez sen, bunun sonunda imansız gitme tehlikesi vardır.

— Aman yâ Eba-Derdâ! Lütfet söyle, ne yapayım?

Sık sık hastaları yoklamaya git, cenaze namazı kıl ve kabir ziyaretlerinde bulun. Bu üç şeyi muntazaman yaparsan, bu hastalık hemen senden def 'olur, gider. Senden, dünya muhabbet ve meşguliyeti zail olur. Bu dediklerimi yapacak olursan, gönlün nurlanır ve basiret gözün açılır.

O kişi, bu üç şeye devam etti, fakat hastalığı geçmedi. Tekrar Eba-Derdâ radıyallahu anha geldi ve:

— Söylediklerini yaptım, ama dünya muhabbeti benden gitmedi, dedi.

Eba-Derdâ hazretleri sordu:

— Hastaları yokladın mı? Cenaze namazı kıldın mı? Kabir ziyaretine gidip uzun uzun oturdun mu?

— Yâ Eba-Derdâ! Günlerden beri hep bunlarla meşgulüm.

— Öyle ise, sen bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin. Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Hasta yoklamaya gittiğin zaman, farz et ki, bir gün sen de onun gibi zayıf ve hasta düşmüşsün, döşeğine uzanmış yatıyorsun, bir yudum suyu bile zorla içiyorsun, işin sonunda böyle olacağına göre bu kavga ve telâş niye ki? Mademki sonunda tıpkı o hasta gibi yataklara düşecek, halsiz ve mecalsiz kalacaksın, boğazından bir yudum su, bir lokma yiyecek geçmeyecek. Nefsine ihtar et ve: (Şunun haline bak ibret al, senin de sonun budur, o halde şu dünya muhabbetinden el çek) deyiver.

Cenaze namazı kılmaya gittiğin zaman, tanıdığın veya tanımadığın kim olursa olsun, kaba tahtadan bir tabutun içine yatırmışlar ve musallaya bırakmışlar. Dört kişi sırtlarına alır ve o ebedî yolculuğa doğru hızla götürür, giderler. Bu cenazeyi görünce nefsine de ki: (Ey nefis! Şu cenaze farz et ki sensin. Bütün sevdiklerini, malını, mülkünü, evini, barkını bırakmış gidiyorsun. Zira, bu tabut denilen şey öyle bir binektir ki, ona herkes binse gerektir: Tabut; öyle bir binektir ki, her insan ona binecektir. Önünde sonunda sen de bu bineğe bineceksin. Kişinin başına gelecek şeyi, gelmişe saymak hayırlıdır. Çünkü:

Her gelecek yakındır.

Biriktirdiğin bu mallar, bu davarlar hepsi ortaya dökülüp kalacaktır, öyle ise gel ölmeden âhiret tedarikinde ve hazırlığında olalım. Bu fâni şeye gönül vermeyelim. Bak, bu cenazeyi görüyorsun ya; evinden, barkından, oğlundan, kızından, kavminden, kabilesinden nasıl yüz çevirmiş? Bütün sevdiklerini ve sevdiği malları nasıl terk etmiş? Bütün malını arkada bırakmış da yanına bir yudum su ve bir öğünlük ekmek bile almamış. Baş açık, yalın ayak, çırılçıplak olmuş, hepsini bırakmış gidiyor. Kimse bilmez ki, hali nice olacaktır? Bir gün, sen de bunun gibi olacaksın, şimdiden buna hazır ve hazırlıklı ol! dersin.

Mezarlığa varınca, kabirlerde yatanları gözünün önüne getir ve onların hallerini düşün. Düşün ki, nasıl harap olup giderler. Gelen, geçen üzerlerine basar, ayaklar altında kalmışlar, o nazik tenleri çürümüş, o güzel ağızlar çenelerinden ayrılmış, o yakışıklı başlar gövdelerinden kopmuş, o elâ gözleri yılanlar, çıyanlar yemiş. Gece gündüz Kur'an okuyan, zikreden o bülbül diller, kim bilir hangi böceklere yem olmuş, kemikleri birbirinden ayrılmış, öyle yatıyorlar. Dünyada 40- 50- 80- 100 yıl ömür sürenlerin ömürleri hebâ-i mensur olmuş, gitmiş. Nefs-i emmârenin kötü ve çirkin sıfatları ile türlü türlü azaplara duçar olmuşlar, nefs-i emmârenin Hak teâlâ tarafından sevilmeyen ve reddedilen sıfatları, birer canavar şeklinde cesetlerine üşüşmüş, azap ediyorlar. İşte, mezarlığa gidince bütün bunları göz önüne getirirsin. Onların hallerine ibret gözüyle bakarsın ve dönüşünde nefsine dersin ki:

— Ey nefs! Hâlâ imâna gelmez misin? Bu murdar dünyanın muhabbetinden usanmaz mısın? Mevlâ muhabbetine hâlâ gönül vermez misin? Senin de sonunun onlar gibi olacağını düşünmez misin? Başına gelecekleri hiç aklına getirmez misin? O mezarlıkta yatanların hepsi de senin gibi izzetli ve hürmetli insanlar idiler. Onlar da bu dünyada yer, içer, güler, eğlenir, alır, verirlerdi. Hüküm ve hükümet ederlerdi. Yıkanır, paklanır, temiz ve nefis elbiseler giyerlerdi. Üzerlerine toz kondurmazlardı. Gördün ya, şimdi kara topraklara karışmış yatıyorlar. Evlerini, barklarını, mal ve mülklerini, evlât ve iyallerini bırakıp gitmişler, her biri bir çukurda yapayalnız ve belirsiz yatıyorlar. Ey nefs! Bir gün sen de tıpkı onlar gibi, tek ve tenha, amellerinle baş başa yatacaksın. Gel, bu dünyadan gönlünü geçir, biraz salih amel kazan, bu karanlık çukura düşmeden, yılan çıyan başına üşüşme den gel hazırlık görelim, o günlere hazır olalım, dersin.

Eğer, hasta yoklamaya gittiğin zaman söylediğim gibi düşünür, cenaze namazı kıldığın zaman söylediklerimi hatırlar ve mezarlığa gidince orada yatanların hallerini göz önüne alarak aklını başına devşirir irsen, dünya muhabbeti kısa zamanda senden gider, gönlün nurlanır ve ibadetten zevk alırsın.

O kişi, Eba-Derdâ radıyallahu anh’ın dediği gibi yaptı ve gerçekten kısa zamanda dünya muhabbeti hastalığından kurtuldu, dünyadan iğrenmeye ve tiksinmeye başladı, gönlü nurlandı ve basiret gözleri açıldı, hakkı bâtıldan seçti, elinde olanları fakirlere dağıttı ve sırtına bir aba giyerek bir mescit köşesine sığındı ve ömrünün sonuna kadar ibadet ve tâ'at ve Eba-Derdâ radıyallahu anha dua ile meşgul oldu. Her zaman:

— Ey Eba-Derdâ! Allahu teâlâ senden razı olsun. Benim, ölü gönlümü dirilttin, derdi.

Şimdi ey aziz:

Ölümü sık sık anmak, birçok saadetlere sebeptir. Evvelâ, ölümü sık sık ananlar, dünyadan iğrenir ve tiksinirler. Sonra, dünyayı kendilerine uzak sanır ve gönül vermezler, öleceklerini ve ölüm sonrası hallerinin başına geleceğini, günahlarının çoğalacağını düşünerek sık sık tövbe ve istiğfar ederler.

Ölüm, zan edildiği kadar kolay bir iş değildir. Bir kişi, ölürken birçok azaplar çeker ve öldükten sonra da birçok azaplar çeker, sonuna kalanların halleri türlü türlü olur.

Ölüm, öyle bir şeydir ki, mâmurları harap eder, cemaatleri dağıtır, lezzetleri giderir, gözlerden yaşlar akıtır, yürekleri yakar, başları açık ve bedenleri çırılçıplak bırakır; anaları, babaları, kardeşleri, evlâtları ve bütün sevenleri yakalarını yırtarak gözyaşları arasında halkın ortasına götürür.

Ölüm, öyle bir şeydir ki; o zarif ve nefis kumaşlardan dikilmiş elbiseler soyulur, çıkarılır, meşâyihane kisveler burada bırakılır.

Ölüm, öyle bir şeydir ki, birisine 300 kılıç darbesi vurulduğu zaman nasıl zahmet çekerse, ölüm ânında da o kadar zahmet ve meşakkat çekilir.

Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyat efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Ölümün şiddet ve acısı, müminlere üç yüz kılıç darbesinin şiddet ve acısı gibidir.”

Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh da buyurur ki:

— Ölüm, şuna benzer. Dikeni gayet çok bir ağaç, bir insanın boğazından içeri sokulsa, her dikeni bir damara saplansa ve sıkı sıkıya oraya takılsa, sonra o çalıyı çok kuvvetli bir kişi tutup kuvvetle çekse, bütün damarları nasıl kopar ve o insan nasıl acı duyarsa, ölümün acısı da aynen böyledir.

Aziz: Şimdi de sana can acısından, ölüm halinde ve öldükten sonra başına geleceklerden bazı haberler vereyim de durumunu ona göre ayarla.

Abdullah îbn-i As derler bir kişi vardı. Bu zat diyor ki, benim babam:

— Acaba, ölenler ölümü nasıl vasıf ederler? derdi. Biz de:

— Deli olurlar, onun için vasıf edemezler, cevabını verirdik. Nihayet, ölüm geldi babama da erişti. Babam:

— Ey oğul! dedi. Vallahi, bu ölüm dedikleri çok büyük bir şeymiş ve gerçekten dille anlatılması mümkün değilmiş ama ben sana şimdiki halimden biraz anlatayım, bildiğim kadarını söyleyeyim. Şimdi, benim halim şuna benzer. Bağrımın üzerine koca koca dağları koydular. Canım, iğne deliğinden çekilir gibi çekiliyor. Sanki, yer ile gök birbirlerine sıkışmış da ben aralarında kalmışa döndüm.

Gerçekten, bu ölüm dedikleri şeyin, dille söylenmesi kolaydır ama başa gelince anlaşılıyor ki, pek yaman ve pek zor bir meseledir.

Azizler buyurmuşlardır ki, üç şeyi dille vasıf etmek mümkün değildir: ÖLÜM- CENNET- CEHENNEM.

Bu fakir müellif diler ki; ölümden, cennet ve cehennem den bu kitapta biraz bahsetsin de işitenlere fayda olsun.

Ey aziz:

Ölenlerin hallerinden zerre miktarı, dünya halkının üzerlerine verilmiş olsaydı, takat getirmez ve hepsi helâk olurlardı, yeryüzünde bir tek kişi diri kalmazdı.

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurur:

“Eğer, hayvanlar ölümün ne olduğunu bilmiş olsalardı, semiz et yiyemezdiniz.”

- HİKÂYE

Meşayihten birisi, bir gün müritleri ile giderken, bir sürü koyuna rastladılar. Şeyh dedi ki:

— Ey dervişler. Bu kadar zamandan beri size ölümden haber veririm, hiçbirinizi bu fâni, yalancı, aldatıcı, gadredici dünyadan vazgeçiremedim. Bir türlü, nefislerinizin kötü huylarını terk etmediniz. Bari, şu koyunlara ölüm var olduğunu söyleyeyim bakalım, bunlar da sizin gibi aldırmazlar mı, yoksa halleri başka türlü olur mu?

Hazret-i şeyh, bu sözleri söyledikten sonra, koyunların üzerlerine doğru yürüdü ve onlara;

“Her nefis, ölümü tadıcıdır.” ayetini okur

Bütün koyunlar, hemen bir araya toplandılar ve meleşerek bağırmaya başladılar, öyle ki bir çoğu helak oldu. Bazıları da bir daha ot yemediler, inleye inleye ölüp, gittiler. Hasılı, o sürüden hiçbir koyun kalmadı.

Şimdi ey aziz:

İnsanoğlu, hayvandan efdal, hatta meleklerin efdalinden ve ekreminden de efdal ve ekrem iken ve makamı âlâyı illiyyin iken, ne zorun var ki, kendini esfele sâfiliyne bıraktın da hayvandan da aşağı oldun? Peygamberlerle haşr olacak, Firdevs-i âlâda türlü türlü nimetler bulacak iken, şeytanla cehenneme gitmeye ve zincirlere vurulmaya lâyık ve razı oldun?

Neden, o kötü nefsine uydun da Allah’a ve peygambere uymadın? Sana, bunca öğütler verilir, kabul etmezsin, nice sözler söylenir, işitmezsin. Acaba, nefsinin sonunu inkârı mı ediyorsun? Ey biçare: Ne olur, şu derdine bir çare arasan, şu kibiri ve inadı bırakıp, nefsini götürsen bir mürşit kapısına teslim etsen olmaz mı?

-HİKÂYE

İsa peygamber aleyhisselâma dediler ki:

— Yâ İsa! Senin dirilttiğin ölülerin hepsi yeni ölenlerdir. Bunda mutlaka bir illet vardır. Eğer, gerçek isen eskiden kalmış bir ölüyü dirilt de görelim.

İsa aleyhisselâm:

— Seçin, dedi. Kimi isterseniz onu kaldırayım.

Teklifte bulunanlar, civarda çok eskiden kalma bir mezarlık olduğunu biliyorlardı. Atadan, dededen kalma bir mezarlıktı amma, kimler oldukları belli değildi. İsa aleyhisselâmı o mezarlığa götürdüler ve bir kabir gösterdiler:

— İşte, bu mezarda yatanı kaldır bakalım.

İsa aleyhisselâm, iki rekât namaz kıldı, dua etti ve sonra:

— Kum bi-iznillah (Allahu teâlânın izniyle kalk!) dedi.

Kabir ortadan yarıldı ve içinden saçı sakalı bembeyaz birisi çıktı. İsa aleyhisselâm sordu:

— Kimsin, adın nedir?

Kabirden kalkan cevap verdi:

— Bana Sam derler. Nuh aleyhisselâm oğullarındanım.

İsa aleyhisselâm tekrar sordu:

— Saçın ve sakalın neden ağardı? Senin zamanında saç ve sakal ağarmazdı ki, senin saçın ve sakalın ak olsun.

Sam cevap verdi:

— Bir ses işittim, kıyamet koptuğunu zannettim, o korkudan saç ve sakalım böyle ağardı, ölüm sarhoşluğu da hâlâ başımdan gitmedi:

İsa aleyhisselâm ile aralarında şöyle bir konuşma oldu:

— Ölüp toprak olalı kaç yıl oldu?

— Ya Ruhûllah! Dört bin yıldan beri kara toprakta yatıyorum. Henüz ölüm acısı üzerimden gitmedi.

Şimdi ey aklım var diyen biçare:

Bir acı ki, dört bin yılda gitmezse, var kıyas eyle o acı nasıl acıdır? Bir kişiye dünyada ne kadar zahmet etseler ve acı verseler, onun acısı bir yıla kalmaz, gider. Sen, böyle dünya acılarından korkuyorsun. Ya şu dört bin yıldan beri bitmeyen acıyı hiç düşünmüyor ve ondan korkmuyor musun?

Ey kardeş: Şayet, korkuyorum dersen yalandır. Eğer, korksan insafa gelirdin, kötü huylarını terk ederdin, elin le ve dilin le kimseyi incitmezdin.

Îbn-i Abbas radıyallahu anh buyurur ki:

— Melek-ül-mevtin bir mızrağı vardır. Büyüklüğü doğu ile batı arası kadardır. Bu dünyada yürür, âdemoğullarının yüzlerine bakar, her kimin eceli gelmişse bilir, mızrağı ile bir kere vurur ve der ki:

— Bilmiş ol ki, varacağın yer bir ulular meclisidir. Bu dünya Süleyman'a kalmadı. Sana mı kalır sanırsın?

Ölümü hemen onun karşısına getirir ve o kimse hemen can verir.

Süleyman Nebi aleyhisselâm, bir gün ashabına dedi ki:

— Benim canım öyle bir halvet gün ister ki, o gün bana hiç gam ve tasa gelmesin.

Yaranları ve vezirleri hemen teklif ettiler:

— O gün, yarından sonraki gün olsun efendim.

Ertesi gün oldu, kapıları kapadılar. Kendisi, hemen asasını eline alarak köşküne çıktı ve bir müddet telâşsız, gürültüsüz, patırtısız başını dinlemek istedi. Birdenbire, beyaz elbiseler giymiş bir yiğidin köşkün bir köşesinden çıkıp geldiğini gördü. Kimliği bilinmeyen bu beklenmedik misafir:

— Esselâmü aleyke yâ Nebiyallah, dedi. Süleyman aleyhisselâm:

— Aleyküm selâm ey yiğit, sen kimsin? diye sordu. O yiğit:

— Yâ Süleyman! Ben, o kişiyim ki kapıcılar beni men edemezler. Beylerden, sultanlardan korkmam. Benim girdiğim saraylar sahipsiz kalır. Benim girdiğim evlerde izzet ve ikram ile beslenen nazik bedenler hemen kara toprak olur.

Süleyman aleyhisselâm, bu meçhul misafiri tanımıştı:

— Yâ Azrail! dedi. Ruhumu kabz etmeye mi geldin, yoksa ziyarete mi?

Azrail cevap verdi:

— Ruhunu kabz etmeye geldim.

Süleyman aleyhisselâm sitem etti:

— Ey melek-ül-mevt! Gamsız, tasasız bir gün istedim, bir halvet yerde oturdum. Böyle tasalı bir haber işitmeyeyim, dedi. Azrail:

— Senin o istediğin gibi bir gün, dünya günlerinden bir gün olmamıştır. Olmadık bir gün istemişsin. Allâh’ın kazasına razı ol, dedi ve Süleyman aleyh is selâmın ruhunu kabz eyledi. Süleyman peygamber asasına dayandı kaldı. Sonunda asasına kurt düştü, devler Beytül makdisi inşa ediyorlardı. Süleyman aleyhisselâmın öldüğünü anladılar ve hepsi dağılıp gittiler.

Niceler benim dedi ve gitti,

Birisi kılmadı sözünü ispat,

Toprak içinde zerre zerre yatır,

Muntazır ne vakit ola arasat.

Ey kardeş:

Şimdi gözün varsa nazar eyle. Senden evvel bu cihana gelip gidenlerin halleri, nasihat olarak sana yeter.

“Tabi uruldu, sarban kalktı, göçtü kârban;

Dur ahi dur, nice ya tursun eyâ gafil uyan.

Çevre yanın çığrışıp göçüp gider süren, süren;

Seli daha kendine gelmez sin eyâ nefse.”

- HİKÂYE

Bir gün, bazı kimseler huzur-u Resûlullah’a geldiler ve:

— Yâ Resûlallah! Bize nasihat ver, dediler.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz saadetle buyurdular:

— Sizden hiçbirinin öldüğü olur mu?

— Yâ Resûlallah! Cihanda ölüm olmayan yer olur mu?

— öyle ise, nasihat olarak ölüm size yeter. Bu dünyaya gelen nasıl ölür gider? O gidenin hayırlısı var, şerlisi var. Sizler, onların hayırlı olanlarına uyun, şerli olanlardan sakının. Burada bırakacaklarınızla hiç mukayyet olmayın. Yerim, yurdum, evim, barkım, malım, mülküm dediğiniz her şey burada sahipsiz kalır, harap ve viran olur. Bugün elinizde bulunanların hepsi, sizden alınarak bir başkasına verilse gerekir, buyurdu.

Mademki basiret ehlindensin ve aklın da başındadır, işin sonunun buraya varacağını bilir, şimdiden kendi isteğinle malını hak yoluna tasadduk eder, gücün yettiği kadar hayır işlere harcarsın. Böyle yaparsan, ola ki Hak teâlâ hazreti katında bir mertebe hâsıl edersin. Bu mertebenin adı cömertliktir ki, faziletleri yukarıda uzun uzun anlatılmıştı. Eğer, sağlığında kendi isteğin le hak yoluna harcamazsan, burada sana hiçbir faydası olmadığı gibi, belki de azap olur. Bu işi asla gevşek tutmaya gelmez:

“Ölüm gelip çattı mı ne bir saat geri bırakılabilir ne de bir saat öne alınabilir.” Âraf Sûresi 34

Âyet-i kerimesini hiç duymadın mı? Ey gafil, bu gafletten ve bu tûl-i emelden ne çıkar? Senden önce niceleri, bu tûl-i emelle göçtüler, onlara ne hayrı oldu? ölüm, bir ejderha gibi durmadan bizleri yutup duruyor. Bâri teâlâ, bizi yoktan var eyledi, yine yok olsak gerektir. Burada ne yaptık ne işledikse hepsini önümüzde bulsak gerektir. Burada bizimle dost olan, bir gün olur ayrılır. O halde, işi akla çıkarmak gerekir. Bugün yarın diyerek gaflete düşmek olmaz. Çünkü ölüm geldiğinde kimseye aman vermez.

-HİKÂYE

Davut peygamber aleyhisselâm, evinde taht gibi yüksekçe bir yer yaptırmıştı. Dört ayak merdivenle çıkarak orada ibadet ederdi. Bir gün, abdest aldı ve o taht gibi yere çıkarak namaz kılmak ve münacatta bulunmak istedi. Merdivenin birinci basamağına çıktı, ikinci basamağına ayak basarken, Melek-ül-mevt ruhunu kabzetmek üzere geldi yetişti. Davut aleyhisselâm, ölüm meleğine ricada bulundu:

— Yâ Azrail! Bana mühlet ver, yukarıya çıkıp başımı secdeye koyayım, başım secdede iken ruhumu kabzeyle.

Azrail aleyhisselâm, kendisine iki merdiveni çıkacak ve başını secdeye koyacak kadar mühlet vermedi ve oracıkta ruhunu kabz eyledi.

Şimdi, bir düşün! Melekül-mevt, Davut peygamber aleyhisselâm gibi bir Nebiye mühlet vermediğine göre, sana ve bana verir mi sanırsın?

Davut aleyhisselâma:

Yâ Davut! Bunca yaş yaşadın, bu dünyayı nasıl gördün, diye sordular, şu cevabı verdi:

— Nasıl, göreceğim? dedi. Bu dünya, iki kapılı bir kervansaraydır. Öbür kapısında yalın kılıç Azrail aleyhisselâm bekler.

Ey kardeş:

Sen de bundan ibret al. Göz ona derler ki, baktığından ibret alır. İbreti almayan gözü, gözden saymazlar çünkü, Hak teâlâ:

“Ey basiret sahipleri: İbret alın.” Haşr suresi: 2

Buyurmuştur, ibret almayan gözde, hikmet de yoktur. O gözün sahibi hayvan gibidir. Bu dünyanın yalancı izzetine mağrur olma! Kişinin, âhireti. Unutması gerekir, ömrünün müddeti bitince, Azrail aleyhisselâm gelir, canını almadan ölüm hançeriyle vurur. Nefsinle, kalbinin arasında bir perde vardır. O zaman, o perde yırtılır. Kendini görürsün ki, âdem değil bir canavar imişsin.

Ey aziz: Şimdi insan şeklinde bulunduğuna itibar yoktur; İki cihanın fahri hazreti Muhammed aleyhisselâm hürmetine, bu gerçek suretler zahire dönmez, ama gönül yüzü döner. Ne zaman ki, kıyamet kopar o zaman bu gibi insanların içleri dışlarına döner. Gönül yüzü hangi canavar şekline döndürülürse, kıyamet gününde de o şekilde getirilecektir.

Bu beyit yukarıda da geçmişti:

Çirkinleşmez bedeni, dünyada bu ümmetin;

Gönül çirkinleşmesin, varsa akl-ı himmetin.

Kişiye, Azrail aleyhisselâm ruhunu kabz etmeye geldiği zaman, şekli ve sureti değişmiş ve bir başka suret almış olabileceği korkusu yetmez mi? Nitekim, bu hal Beni-İsrail kavmine vâki olmuştu ve zahirde yüzleri — Ne'ûzü billahi teâlâ— canavar suretine dönmüştü. O zaman, öyle feryat edersin ki mele-i âlâya yükselmez, esfele sâfiliyne inersin, şeytanla birlikte zincirlenirsin, o zincirlerin bir halkasının ağırlığı dünyada mevcut bütün demirlerin ağırlığı kadardır.

İşte, ölümü hatırlayan kişiler, bunları da hatırlamalıdırlar, ölürken ve öldükten sonra başına gelecekleri düşünmelidir.

Bir de Allahın dostları vardır ki, Azrail aleyhisselâm onların ruhlarını tâ'zim ile alır. Zira, Allâh dostlarının gönülleri, iki cihanın muradından arınmış bulunur. Hak teâlânın muhabbeti ile dolmuş bulunur. Bu gibi azizlerin ruhlarını, o kadar hürmetle alır ki, tasasından yerinde duramaz ve kaf dağının arkasına kaçar, nere de kaldı ki imanına kasd eylesin.

Müminlerin ve salihlerin ruhları birer yeşil kuş haline gelir ve nurdan kandiller içinde göklere giderek orada sâkin olurlar. Fakat, kâfirlerin ve münafıkların canları birer kara kuş olur ve yer altına giderler, cehennem derelerinde sâkin olurlar.

Kâfir ve münafıkın kimler oldukları, yukarıda kitabın başında izah edilmişti, insanın yüzüne bir türlü ve arkasından bir türlü konuşanlar da münafıklardır. Hz. Ebû-Hureyre radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden rivayet ederek buyurur ki:

“Müminlerin ve salihlerin canları çıkarken, iki melek hazır bulunur. Onu alırlar ve göklere yükseltirler, götürürler, gök ehli karşılar bağrışarak dua ederler: (Bu, yeryüzünden gelen arınmış bir candır. Dünya muhabbet ve şöhretinden ve kibrinden temizlenmiştir ve salih amelleri çoktur,) derler. Sonra ilâve ederler. (Hak teâlâ, bedenine dahi rahmet eylesin. Çünkü, sen onu ibadet ve tâ'atle imar ettin.) derler ve onu alarak tâ'zim ile makamına götürürler.”

Dünyadan imânsız giden kâfirlerin canları çıkınca da gök ehli şöyle çığrışırlar: (Bu bir habis ve murdardır ki, ibadeti yok, Hak teâlâ hazretlerine itaati yok, Allâh teâlâya ve Resulüne uyması yok, dünya muhabbet ve meşguliyeti ile imansız gitti. Bunu, göklere getirmeyin, götürün yer altında cehennem sıcağı kıyamete kadar buna değsin, nasıl olursa olsun,) derler.

Bu büyük bir geçittir, ölümden sonra daha nice geçitler vardır. Hepsini söylemeye kalksak, söz uzar ve kitap uzun olur. Bazılarını söyleyeyim, işit ve kalanını da buna göre kıyas eyle ve ölümü hatırladıkça bunları da düşün.

Sorulsa ki, bu ölüm ve yaşam yaratılmış mıdır? Evet, İkisi de canavar suretinde yaratılmıştır. Nitekim, Hak teâlâ kelâm-ı kadiminde buyurur: (ÖLÜMÜ VE DİRİLİĞİ BEN YARATTIM.) Fakat, yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi, bu ölüm denilen şey, gayet büyük bir şeydir. O kadar büyüktür ki, bütün yaratılmışlardan büyüktür, heybetlidir. Onu kim görürse, görür görmez ölür. Ölümden, söylenebilecek kadarını söyleyeyim ki, ölümü hatırlayınca nasıl büyük ve heybetli bir şey olduğunu da bil ve düşün ve nefsini onunla korkut. Bunun için de kulağını biraz benden yana tut ki, haber vereceğim mesele ÖLÜM dür.

Ey Aziz: Hak teâlâ, bu ölümü gayet büyük yarattı. O kadar ki, bütün insanlar sayısınca, yeryüzünde bulunan bütün canavarlar sayısınca, ay, güneş ve bütün yıldızlar sayısınca ölüme baş verdi. O başların her birinde ikişer göz, ağız ve kulaklar vardır ve bütün yaratılmışlar gibi elleri vardır. Bu heybet ve heyet içinde gayet ulu olur.

Hak teâlâ, ölümü bütün yaratılmışlardan önce yarattı. Bedenlerden dört bin yıl önce de ruhları yarattı. Nitekim, Resûl-ü zişân da böyle buyurmaktadır:

Allahu teâlâ, ruhları cesetlerden dört bin yıl Ruhlardan dört bin yıl önce de, yaratılmışların rızıklarını yarattı. Rızıklardan üç bin yıl önce de ölümü yarattı.

Ölüm, bütün ağızları ve dilleriyle bir kere bağırıp gürleyince, bu sesten bütün melekler sersemlediler ve korkuya düştüler. Nihayet, melekler niyaz eylediler:

— Yâ Rab! Bu gürültü ne gürültüdür ki hepimizi korkuya düşürdü ve tesbihimizi unutturdu.

Hak teâlâ buyurdu:

— Bu gürültüyü koparan ölümdür. Yerde ve gökte ne ki varsa, bu ölüm hepsini fani eylese gerektir:

“Her nefis, ölümü tadıcıdır.” Âli İmran suresi: 185

Melekler yalvardılar:

— İlâhi! Ne olaydı biz onu göreydik.

Hak teâlâ buyurdu:

— Hazır olun, şimdi görürsünüz. Sonra, ölüme emretti:

— Ey ölüm. Bütün kanatlarını aç ve ağzınla gürle!

Ölüm, derhal harekete geçti ve uçtu ve meleklere kendisini gösterdi. Melekler, bu heybet ve azamette ölümü görüp, gürlemesini işitince her biri olduğu yerde baygın düştü. Bir yıl kadar baygın yattıktan sonra kendilerine geldi er ve dua ettiler;

İlâhi! Bu ölümden büyük ve heybetli bir şey yarattın mı?

Hak teâlâ buyurdu:

— Bütün mahlûkatım arasında, bundan büyük kimse yaratmadım.

Sonra, yine Hak teâlânın emriyle ölüm vardı ve yerinde sâkin oldu. Hak teâlâ, Melek-ül-mevte buyurdu:

— Ya Azrail! Var sen ölümün, üzerine müekkel (vekil) ol. Ne zaman ki kullarımın canını almayı sana emredersem, çek ölümü onun üzerine götür ki, ölümle fâni olsun ve ölümün tadını tatsın.

— Ey ölüm, dedi. Hak teâlâ, beni sana gönderdi. Hakkın kullarının canlarını alacağım zaman, seni o kimsenin üzerine götüreceğim, sen de bana itaat edeceksin.

Ölüm, kendisine cevap verdi:

— Hoş geldin, ben de sana Allahu teâlânın emriyle itaat ederim ama seni de Cebrail’i de İsrafil’i de Mikail’i de ve bütün gök halkını da öldürsem gerektir.

Bu suretle Azrail aleyhisselâma tâbi oldu. Azrail aleyhisselâm da ölümü Allahu teâlânın buyurduğu yere götürür, hem kimin eceli gelirse ölümü görür, fâni olur, toprağa karışarak toprak olur. Evet, bu ölümün vasfı kaleme gelmez. Bu kadar söylediklerimiz kifayet eder. Maksat, nefse ölümün heybetini bildirmek ve bir korku hâsıl etmektir. Nefsi, dünyadan iğrendirip tiksindirmektir. Âhiret amelleriyle meşgul olmasını temin etmektir. Onun için, bu kadarı yeter.

Fakat, şunu da haber verelim ki, ölümü de Hak teâlâ hazretlerinin emriyle, Yahya peygamber aleyhisselâm cennet ile cehennem arasında boğazlasa gerektir.

Ölümün vasfını öğrenmek istersen, ölülere sor ki, sana haber versinler. Şu ölmeden önce ölen kimseler var ya, onlar ölümle buluştular ve: Kanaat kuşağını kuşanıp, dünyanın bütün lezzetlerinden el çekerek ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, fakir ve sabırlıdırlar. Bu konuda da söylenecek söz çoktur, inşa’allahu teâlâ şimdi işitirsin.

KİŞİNİN ÖLÜMDEN SONRA BAŞINA GELECEKLER :
Şimdi de bir kişi öldükten sonra başına neler gelir, onu söyleyelim. Öleni, yıkamak üzere teneşire yatırınca, kabre götürünce sual ve cevaplar vardır, sonra kabir azabı vardır, kabirde münker- nekirin suali ve cevabı vardır. Bunlar, ölümden sonraki büyük geçitlerdir. Daha sonra, toprak altında çürüyüp toprak oluncaya kadar nice azaplar vardır. Ondan sonra, kabirden kalkıp arasat meydanına hesap vermeye gitmek vardır. Bunlar da büyük geçitlerdir. Kabirden, insan suretinde mi, yoksa hayvan suretinde mi kalkacaktır? Arasat’ta bin bir ayak bir ayak üzere olacak, gözlerden yaşlar seller gibi boşanacak, ciğerler püryan olacak günler vardır. Allahu teâlâ, kadı olup sorular ve hesaplar yapılacak, Hak teâlânın adlî terazisi kurulacak, ameller tartılacak, boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alacak, kuvvetli karınca zayıf karıncayı ısırdığından dolayı sorulacaktır. Hak teâlâ, adaleti ile her zayıfın hakkını her kuvvetliden alacaktır. Bütün bunlar mahşer günü olacaktır.

Demek ki, en büyük geçit mahşer günüdür.

Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh buyurur ki:

— Hak teâlâ hazretlerinin, adaleti mahşer günü öylesine tecelli edecektir ki, sonbaharda ağaçlardan dökülen yapraklardan altta kalanlara üstlerine dökülenleri altlarına almalarını irade buyuracak ve o yaprak diğerinin üstünde ne kadar müddet bulunmuşsa, altta kalan da üsttekinin üzerinde o kadar müddet bulunacaktır.

Ey aziz:

Ölümü düşünen, bütün bunları da düşünmelidir. Ölümden sonra başına geleceklerin bir kısmını anlattım, bir daha tafsilâtı ile anlatayım ve seni âyet-i kerime ve Hadis-i şeriflerle inandırayım. Olur ki, nefsin insafa gelir ve bir gün bu fakire dua edersin.

Bilmiş ol ki, bir kişiyi ki öldükten sonra kabrine götürür ve gömerler. İşte o kabir denilen yer ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır:

“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur.”

Aziz: Kabir, bir karanlık, yalnızlık ve nedamet evidir ama nedamet ve mihnet ona girmekle değildir. Kabirde olacak işler, kişi suda boğulmuş, ateşte yanmış dahi olsa, hatta yerle gök arasında muallâkta bulunsa mutlaka yine başına gelecektir.

Şu var ki, imân ile giden müminler, kabir azabı görmeyecekler dir, denilmiştir.

Eski zamanlarda bir padişah vardı. Gayet ulu bir padişah idi. Bir gün hastalandı ve bütün saray halkını çağırarak vasiyet eyledi, dedi ki:

— Ey benim vezirlerim, dostlarım, oğullarım ve kullarım! Beni görün ve benim halime bakarak ibret alın. Bu fâni ve yalancı sultanlığa aldanmayın, bu fâni lezzetlere gönül vermeyin, varın ibadet ve âhiret ameller ile meşgul olun, fırsat elde iken hakka kulluk edin, yoksa benim gibi sizler de pişman olursunuz, ölüm, kişiye ansızın geliyor. İnsan, ölüm gelince bütün bildiklerini şaşırıyor. Sağ ve sıhhatte olduğum günlerde kendi kendime: (Yarın zulümden vazgeçeyim, artık âdil ve salih olayım. Mevlama miskinlikle varayım, yüzümü gözümü sürerek günahlarımın bağışlanmasını dileyeyim.) derdim.

Bugün, yarın derken ömrüm geçmiş haberim olmadı, işte şimdi ölüm aslanı geldi ve karşıma dikildi, beni pençesine aldı, mecal bırakmadı zebun oldum. Çaresiz dört yanıma bakar dururum. Sakın siz benim gibi olup sonra pişmanlığa düşmeyin, son pişmanlık fayda vermiyor. Tövbeyi dilden eksik etmeyin, her nefeste tövbe ve istiğfar edin.

Padişah bu öğütlerden sonra şunları söyledi:

— Öldüğüm zaman sakın beni kabre koymayınız, kabir azabından çok korkuyorum. Çok zulümler ettim, çok incittim. O sebeple beni mezara koymayınız.

Etrafındakiler sordular:

— Peki ne yapalım?

Padişah, üzgün bir sesle devam etti:

— Sarayımın odalarından birisini boşaltın. Beni, çok sağlam bir tabutun içine koyun ve tabutun kapağını da sıkı sıkı kapatın, içine su dahi girmesin ve tabutumu o odanın içinde zincirle tavana asın, dedi ve can verdi.

Dediklerini aynen yaptılar. Sağlam bir ceviz tahtasından tabut yaptırdılar, padişahın ölüsünü içine koydular, kapağını sıkı sıkı kapattılar, namazını kıldılar, sarayın odalarından birine koydular.

Akşam oldu, herkes uyudu. Evin içinde gayet korkunç bir ses duyuldu, herkes odalarından dışarı fırladı, baktılar ki, bu ses tabutun bulunduğu odadan geliyor. Hemen o tarafa koştular. Padişahın tabutunu indirip açtılar ki ne görsünler? Padişahın başını, büyük bir kara yılan yutmuş. Bu öyle bir yılan imiş ki, o güne kadar bir benzerini gören olmamış. Ölünün başını yılanın ağzından çıkarıp aldılar, yılanı öldürdüler ve tabutu yine yerine astılar.

Ertesi gece yine korkunç bir ses işitildi, yine koşuştular ve bu defa gördüler ki, yılan padişahın ölüsünü yarı beline kadar yutmuş. O ifrit yılanı öldürdüler, padişahın ölüsünü ağzından çıkardılar ve yine tabutu yerine astılar.

Daha sonraki gece, aynı korkunç ses duyuldu, tabutun bulunduğu odaya vardılar, tabutu açtılar ve gördüler ki, padişahın ölüsü kömür gibi kapkara olmuş.

Sabah olur, durumu alimlere danışırlar. Alimler der ki:

— O gördüğünüz kara yılan, padişahın amelidir. Her nerede olursa olsun onu bulur.

O zaman, saray halkı, olacak şeyin nerede olursa olsun olacağını anladılar, gidip bir kabir kazdılar ve padişahı oraya gömdüler. Hakkın emrine razı oldular.

Abdül Hamid bin Mahmud anlatıyor:

Bir gün, îbn-i Abbas radıyallahu anh hazretleri ile oturuyorduk. Bazı kimseler geldiler ve îbn-i Abbas'tan akıl danıştılar. Anlattıklarına göre, bunlar hacca gidiyorlarmış. Aralarından birisine ölüm erişmiş, gömmek üzere bir kabir kamışlar, içinden yılanlar çıkmış. Onu kapatıp başkasını açmışlar, yine yılanlar çıkmış. Üçüncü ve dördüncü mezarlardan da aynı şekilde yılan çılanca âciz kalmışlar, İbn-i Abbas hazretlerine akıl danışmağa gelmişler. İbn-i Abbas radıyallahu anh:

— Gördüğünüz yılanlar, o kimsenin amelleridirler. Varın gidin, o kişiyi o yılanların içine koyun.

Bu adamlar gittiler, tekrar bir mezar kazdılar. Onun içinden de yılanlar çıktı ve ölüyü oraya defnettiler.

— Ey aziz:

Var bundan kıyas eyle ki, kabir azabı vardır ve yerini değiştirmekle, ölen kabir azabından kurtulamaz. Kabre girmemekle de kurtulamaz. Kabirde olacak azap, nerede olursa olsun mutlaka olur. Bunları düşünerek sen de amellerini güzelleştirmeye bak, nefs-i emmârenin çirkin sıfatlarından kurtul ve nefs-i mutma’innenin güzel sıfatları ile huylanmaya çalış, ki kabrin sana cennet bahçelerinden bir bahçe olsun.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh:

— Bir kimse, tasfiye-i kalp niyeti ile gece ve gündüz Lâ ilahe illallah demekle meşgul olsa, daha tasfiye-i kalbe tamamıyla erişmeden ölürse, kabrine koydukları vakit zikrin nuru gelir ve ona yakin olur, bütün korkuları def ve böcekleri mahveder ve o kişi selâmet bulur, buyurmuş ve şu beyti söylemiştir:

O, ne güzelliktir ki cilvesi yüz ve gönül hicabını yakar.

O, ne nurdur ki onun parıltısı iki cihanın karanlığını giderir.

İşte bu nur, zikir nurudur ki, gelir sana kabirde yakin

Ne zamanki bir kişi ölse, onu kabrine götürüp bırakır,

O ölü Allahu teâlânın emriyle dirilir, ruhu bedenine gelir.

Ey aziz:

Bu söz sana acayip gelmesin. Zira, Hak teâlâ Kur'an-ı keriminde buyurur:

“Ey Rabbimiz! Bizi, iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin.” Mü'min suresi: 11

Yani, bir kere öldürdün kabre geldik. Sonra, kabirde dirilttin mahşere geldik demektir. Bu cevap, kıyamet gününde olsa gerektir. Bu konuda da söz çoktur, inşa’allahu teâlâ kitabın dana sonraki bahislerinde söylenilecektir.

Bir ölüyü kabre koydukları zaman tekrar dirilir oturup bakar ki, karşısında güzel yüzlüler dolmuş, Bunlara sorar:

— Sizler kimlersiniz? Benden önce buraya gelmişsiniz, sizlere kimler derler ?

Onlar cevap verirler:

— Bizler, senin güzel amelleriniz. Onun için, senden önce geldik ki, sen burada korkmayasın.

Fakat, kabre girenin amelleri çirkin ise, gayet yüzlü, korkunç suratlı, pis kokulu mahlûklar o kabre dolar, oda bunlardan sorar:

Sizler kimlersiniz? Benden önce gelmiş, burasını doldurmuşsunuz?

Onlar da cevap verirler.

— Bizler, senin işlediğin kötü ve yaramaz amelleriz. Sen hayatın boyunca günah işler ve şeriata muhalefet ederdin, derler.

Daha sonra, münkir-nekir dedikleri gök yüzlü, dişleri yeri yarar, gök gürler gibi konuşan, gözlerinden yıldırım gibi ateşler çıkan melekler gelir ve sual sorarlar. Güzel cevap verirse:

Allahu teâlâ, seni gözüne sürur ve neşe veren nimetler versin derler ve göz açıp kapayıncaya kadar zaman içinde, o kabri süsler ve güzelleştirirler. Üzerine kokular saçarlar, cennet kumaşlarından örtüler örterler. Kur'an-ı kerimden bir âyet bilirse, onun nuru kabirdekine yeter. Bir şey bilmezse, Hak teâlâ ameline göre kereminden ve rahmet hazinesinden nur verir ve o ölü, ta kıyamete kadar gelin güvey gibi orada yatar ve uyur.

Eğer, ölen kişinin amelleri kötü olur ve münkir-nekirin suallerine güzel cevaplar veremezse, yani:

Rabbin kimdir? dedikleri vakit:

Bilmiyorum!

Derse:

Öğrenmedin mi! Derler, kabrini öyle dar ederler ki, kemikleri birbirine geçecek kadar daraltılır, ateşten topuzlu yılanları üzerine salıverirler ve onlar dev gibi bedenini yerler ve kemiklerinde et bırakmazlar. Gözsüz ve sağır olur. Melekler gelir ve demirden çekiçlerle döverler. Ölen, feryat eder, haykırır, imdat ister ama kimse onun sesini işitmez ve yardımına gelmez. Bu sesi, bütün yaratılmışlar duyarlar, yalnız insanlar ve cinniler işitmezler.

Şimdi ey aziz:

Bu kabir azabından emin olmak istersen, şu dört şeye devam et:

1) Beş vakit namazını, vaktinde ve cemaatle kıl, hiç kaçırma.

2) Bildiğin kadar Kur'an-ı kerim oku.

3) Devamlı olarak sadakayı eksik etme.

4) Salâvat-ı şerifeye devam et.

Sakınman gereken hususlar da şunlardır:

1) Yalan söyleme.

2) Bedenine meni ve sidik değdirme.

3) Emanete hıyanet etme.

4) Gıybet (Dedikodu) etme.

-HİKÂYE

Süfyân-ı Sevri derler bir şeyh vardı. Onun yanında ölüm sözü edilince; öyle ağlardı ki, birkaç gün kendisinden kimseye hayır olmaz, öylece baygın yatardı. Birisi, kendisinden bir şey sorsa:

— Bilmem, derdi.

Çünkü, ölüm sözü edilince bütün bu olacakları hatırlar, öldükten sonra başına gelecekleri düşünür ve o yüzden kendinden geçerdi. İşte, ölümü böyle anmak gerektir ki, nefs-i emmâre islâh olabilsin ve emmâreliğini terk eylesin.

Ölüler derler ki:

— Yazık yazık bizlere ki, dünyaya dönmeye, iki rekât namaz kılmaya, bir kere Lâ ilâhe illallah veya bir kere Sübhânallah demeye destur bulamayız.

Diriler ise, ömürlerini gafletle geçirirler ve eninde sonunda kabre varacaklarını ve pişman olacaklarını düşünmez, boş yere geçen ömürleri için ah edip hasrete düşmezler.

Şimdi ey aziz:

Ömrünü zayi eyleme. Bu ömür denilen şey, büyük bir sermayedir. O sermayeyi, cehd ile bir hayırlı mala vermeli ve o mal ile itibar bulmalı ve mukarreblerden olmalıdır. Zira, bunun gibi amellerin nuru kişiden asla ayrılmaz. Ebediyete kadar beraber bulunur. Cennete lâyık olan amel, sahibini Hazreti Hakka götürür. Cehenneme lâyık olan amel — Ne’ûzü bil- lahit teâlâ— sahibini cehenneme götürür.

Meselâ; kibirli, cimri, kıskanç veya şehvete düşkün, hevâ ve hevesine zebun olan yani nefs-i emmârenin bu çirkin ve kötü huyları ile huylanan kişilerin yerleri cehennemdir. Zira, nefs-i emmârenin yedi sıfatını, Hak teâlâ yedi cehennemden almış ve nefs-i emmâreye vermiştir. İşte, bunun tafsilâtını inşa’allahu teâlâ aşağıda bildireceğiz.

Resûl-ü ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz:

“Bir kişi, yüz yıl oruç tutsa ve geceleri sabahlara kadar namaz kılsa, onda bu çirkin huylar varsa yeri cehennemdir.” Buyurur.

Ey gafil!

Öyle bir gün geliyor ki, o gün bu güzel huylar, bu güzel sıfatlar ve bu güzel ameller sana çok lâzım olacaktır. Şimdi, senin onlara rağbetin yok, kadri kıymetlerini de bilmiyorsun ama yarın halini görürsün. Burada, hor olup miskin olanları horlama! Yarın, onlar aziz olup sultan olurlar. Miskin olmalarının ve salih ameller işlemelerinin mükâfatını görürler. Burada aziz olup sultan sanılanları ise, yarın orada hor ve zelil olarak görürsün.

Süleyman peygamber aleyhisselâm, Allahu teâlâya niyazda bulundu:

— Yâ Rab! Bu fakirlerin salihlerini bu kadar seviyorsun. Yarın âhirette bunlara ne mertebe vereceksin, bana bildir.

Allahu azim-üş-şân buyurdu:

Yâ Süleyman! Fakir ve salih kullarıma ne ihsan edeceğimi, neler ikram edeceğimi ben bilirim. Onların bazılarını, yarın cennetimde bazı peygamberlerime yoldaş edeceğim. Her fakir, bir Süleyman ile bir tahtta birlikte oturacak ve onunla yiyip içecektir.

Süleyman peygamber aleyhisselâm, tekrar niyazda bulundu:

— Yâ Rab! Bana cennetteki yoldaşımın kim olduğunu bildir.

Allahu sübhanehu ve teâlâ buyurdu:

Yâ Süleyman! Eğer, cennetteki yoldaşını bilmek istersen, ikindi vakti şehrin kuzey tarafına çık, orada rastlayacağın kişi senin cennette yoldaşın olacak kimsedir.

Süleyman aleyhisselâm, ikindi vakti o tarafa çıktı ve bir fakir ihtiyarın, sırtında odun yüklenmiş olarak gelmekte olduğunu gördü. Sırtında eski bir aba, başında eski bir takke, belinde bir ip kuşanmıştı. Dinlenmek maksadı ille biraz oturdu. Süleyman aleyhisselâm bunun yanına gitti ve ihtiyara selâm verdi. İhtiyar zat:

— Ve Aleyküm selâm yâ Nebiyallah! diye selâmını aldı.

Aralarında şöyle bir konuşma oldu:

— Bu odun nedir?

— Ben bu odunu satar ve çocuklarıma nafaka ederim.

— Gel, bundan sonra seninle birlikte ömür geçirelim, aynı tahta oturalım, aynı sofrada yiyip içelim. Ben nasıl sultan isem, sen de benimle sultan ol. Bu ihtiyar çağında bu zahmet ve meşakkat ten kurtul.

— Ya Süleyman! Bu kavgadan ve bu saltanattan kişiye ne fayda olur? Allahu teâlâ, sana padişahlık ve Süleyman'lık vermiş ve başını kavgaya sokmuş. Bana da fakirlik ve feragat ihsan buyurmuş. Senin Süleyman’ lığın sana mübarek olsun, benim fakirliğim bana yeter.

— Peki, madem ki saltanatımı paylaşmayı kabul etmedin. Elbiseler vereyim.

— Yâ Süleyman! Sen, işine ve ibadetine bak. Ben, fakirliğimden ötürü şükredenlerdenim.

İhtiyarın bu sözü üzerine Süleyman aleyhisselâm işi açıkladı:

— Ey aziz, dedi. Burada teklifimi kabul etmedin ama yarın cennette yoldaşımsın ve orada mutlaka benimle birlikte olacaksın, bunu hak ediyorsun.

Ey aziz:

Şu beğenmediğin ve hor gördüğün salih fakir kişi, ne bilirsin ki, yarın hangi peygambere yoldaş olacak ve senin gibi nicelerini ateşten kurtaracaktır. Sakın, zannetme ki seni şöyle kolayına koyarlar, bildiğin gibi yürürsün. Her kişinin ameli ister şer ister hayır elbette teftiş edilecektir. Meselâ, şimdi sen sofiyim deyip, hırka giyer ve taylasan (Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salınan ucuna denir.) takarsın. Unutma ki, bunlardan da sorulacaksın. Bu hırkayı kibirle mi giyersin, yoksa muradın dervişlik midir? derler. Zira, günah ehlinde de amel ehlinde de kibir vardır.

Aziz: öyle mi sanırsın ki, kibir yalnız büyük büyük saraylarda ve köşklerde oturanlarda, en kıymetli ve pahalı elbiseler giyenlerde, yemeğin en iyisini yiyenlerde bulunur?

Yamalı elbise giyenlerde ve kuru ekmek yiyenlerde de kibir olur. Onun için, kibirin ne olduğunu bilmek gerektir, ki kişi kendisini kibirlilikten koruyabilsin. Kibrin ne olduğu da kitabın aşağısında tafsilatıyla anlatılacaktır. Biz, şimdilik nefs-i emmârenin bazı çirkin ve kötü huylarından ve sıfatlarından söz ediyoruz.

Nefs-i emmâre de kötü ve çirkin huylar ve sıfatlar pek çoktur. Tecrübe edilmiştir, Allahu teâlânın reddettiği bin bir türlü sıfattır derler. Fakat, yukarıda bahsettiğimiz yedi sıfat, bu bin bir sıfatın aslı ve esasıdır. Diğerlerinin hepsi ona tâbidir. Şurası muhakkaktır ki, hepsinin de aslı ve esası, dünya sevgisidir. Nasıl ki, insanın başı kesilince; göz, kulak, dil, dudak, el, ayak hepsi kurur gider. Dünya sevgisi de bu çirkin ve kötü sıfatların başı mesabesindedir. O kesilince, diğerleri kendiliğinden kurur.

Aziz: Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir kişi ölünce kabre girmeden önce birçok yerde sual olunsa gerektir. Evvelâ, ölen i yıkamak üzere, teneşire yatırdıkları zaman, Hak teâlâ azametiyle buyurur:

— Ey kulum! Ben, seni dünyaya gönderdim, ömür verdim, sağlık verdim. Bu ömrü yok yere çürüttün. Sağlığı sürdün, verdiğim rızkı yedin, kime taptın? Kime ibadet eyledin? Kimin kapısına devam ettin?

Bu sorunun cevabını hazırladın mı, ne diyeceksin? Bu soruya hazırlanmak, nefs hevâ ve heveslerinden uzak kalmak ve dost hevası üzerinde bu âlemde gezip dolaşmakla mümkündür.

Nitekim, Hak teâlâ Sâd sûresinin 26. âyet-i kerimesinde: (Nefsinin arzusuna tâbi olma ki o seni Allah yolundan saptırır)- buyurmuştur.

Aziz: Hevâ perest olmak, yani nefsinin arzularına uymak putperest olmaktan, ateşe tapmaktan buzağının başına tapmaktan, aya veya güneşe tapmaktan daha müşküldür. Zira, put insanı fitneye bırakmaz. Halbuki; hevâ-i nefs ki, kibir ve ucub ile veya hasetle insanı fitneye götürür. Bunu böylece bil ve düşün!

Kardeş: İnsanı şeytan azdırır dersin. Ya, şeytanı kim azdırdı? Şeytan, durup dururken ve kendi kendine azmadı. Nefs hevâsına tâbi oldu, kibirlendi, hased etti, ucub a düştü ve bu yüzden de Adem'e secde etmedi. Allahu teâlânın emrine karşı gelerek şeytan oldu. İşte, bunun içindir ki, Hak teâlâ (Nefsinin hevâsına uyma ki o seni Allah yolundan alıkoyucudur) buyurdu.

Aziz: Sen de nefs nevasını terket ve bak bakalım, şeytan seni azdırır mı, azdırmaz mı? Gerçek budur ki, azdıramaz. Gerçi, şeytan bütün yolları bilir ve insanın etiyle derisi arasındaki damarların içinde kan yürür gibi âdemoğlunu azdırır ama.

İşitmedin mi, Bel'am ibn-i Ba'uru isimli her duası kabul olunan, İsmi Âzamı bilen büyük alim. Bulunduğu şehrin valisi Belak, iki bin askeri ile şehre gelen Musa Aleyhisselâm şehre girmesin diye dua etmesini isteyip tehdit eder. Oda baskı ile ve Can korkusu ile «Üstüme Musa aleyhisselâm gelmesin!» diye dua eyledi. Böylece hevâ yolundan şeytan geldi ve bu yolla kandırıp, azdırdı ve iki bin askeri ile şehre giren Musa aleyhisselâm tarafından öldürülen Bel’am’ın dünyadan imansız gitmesine sebep oldu.

Duymadın mı ki, Barsamsa da hevâsına uydu, fitneye başladı ve sonunda o da dünyadan imânsız gitti.

Daha âlimlerden ve sâlihlerden ve şeyhlerden ve halktan birçoklarını şeytan hep hevâ yolundan azdırdı. Her kim:

— Ben, hevâ yâ uyarım. Şeytan beni azdıramaz, derse yalan söylemiş olur. Şu hâlde, her kim şeytanın mekrinden emin olmak dilerse, nefs arzusunu yani hevâyı terk etmelidir.

Nefsine haz ararsan, fena ender fenâ’ dır;

Zevk-i safa makamı, beka ender beka’ dır.

Ey iş bilmez biçare:

Mademki nefsinin arzularından vazgeçemiyorsun, hiç olmazsa nefsini götür meşayih kapısına teslim et, Meşayihin himmeti suyu ile susuz kalmış gönlünü sulamağa bak.

Evet, teneşire yatırıldığın zaman, Hak teâlânın sorularına ne cevap vereceksin? Senin verdiğin rızkı yedim, senden gayrı kimseye tapmadım, senin kapından gayrı kapıya varmadım, aç oldum, çıplak oldum, kanaat köşesinde, sabır cübbesine başımı soktum oturdum, senin kısmetine razı oldum, ibadet ve tâ'at üzerine işte can verdim mi, diyeceksin? Yoksa, korkundan durduğun yerde sinek gibi büzülüp, her kılının deliğinden çeşme gibi terler mi akıtacak, dilin damağına yapışacak, verecek cevap bulamayacak, yüzün kapkara mı olacak? Eğer böyle yaparsan o zaman derler ki:

— Bu yüzü kara, âsi ve günahkâr kulun senin verdiğin ömrü yele verdi, çürüttü; senin verdiğin rızkı yedi beylerin ve dünya ulularının kapılarına seğirtti, dünya muradı için âhireti terk etti, senin dileğini bırakıp, oğlunun ve kızının dilekleriyle uğraştı, şimdi kendisinden sorulunca utandı, yüzü kızardı ve ter dökmeye başladı.

Teneşirde başlayan bu sorular, kabre varıncaya kadar daha birçok yerlerde tekrarlanacaktır. Acaba, o zaman halinin nereye varacağını biliyor musun? Ne olacağını düşünüyor musun?

Aziz: Ne zaman ki, cenazeyi kabre götürürler ve mezara indirirler, derhal o iki melek gelir; Hani, yukarıda anlatmıştım. Gözleri gök, yüzleri kara, kulakları sağır, nefes alıp verdikçe gök gürler gibi burunları öter, gözlerinden yıldırım gibi ateşler çıkar o iki melek heybetle gelirler. Hak teâlânın desturu ile, ölü bunların gürültüsünden doğrulur, kabrin içine oturur ve onlara bakar. Onları görür görmez, aklı başından gider, ne yapacağını bilemez. Bu iki melek, kendisine yaklaşarak sorarlar:

— Rabbin kim? Peygamberin kim?

Eğer, hayatta ameli iyi ise yani ömrü boyunca tek endişesi hak ise, korkmaz ve derhal cevap verir:

— Rabbim Allahu azim-üş-şân ve peygamberim, âhir zaman peygamberi hazreti Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem dir.

O zaman melekler, ölünün sol yanından cehennemi gösterip

— Sol yanına bak derler.

Ölü, sol yanma bakar ve cehennemi bütün dehşeti ile ve türlü türlü azap âletleri ile gürleyip dururken görür ve korkar. Melekler kendisini temin ederler:

— Korkma! Eğer, dünyada dünyanın izzet ve hürmetine ve ziynetine, yemeğine ve içmesine aldansaydın, salih amel işlemeseydin makamın şu gördüğün cehennem olurdu. Salih amellerin dolayısı ile, bize doğru cevaplar verdin. Bundan sonra sana korku yoktur. Zira, ömrün boyunca hastalık zahmetlerini, ölüm acılarını çektin durdun, soğuk kış günlerinde buz gibi su ile abdest alarak namaz kıldın, sıcak günlerde oruç tutup susuzluklara katlandın, şimdi artık yat ve dinlen, derler ve göz açıp kapayıncaya kadar kabrini güzelleştirir ve sağ yanından pencereler açarak cennet kokularını duyururlar, ölü, cennetteki makamını görür.

İsimleri münkir ve nekir olan o iki melek sağ yana doğru yürüyüverirler, ölü de onların arkalarından sağ yanına bakar, kalır. Bu sebeple, bazı ölülerin boyunları sağ tarafa dönük olarak bulunur, bu hayır alâmetidir.

Amelleri kötü olan kişilerin de münkir-nekir tarafından sorgulanmaları şöyle olur:

— Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? sorusuna bunlar:

— Allahım sizsiniz ve peygamberimde sizsiniz, cevabını verirler. Neylesinler ki, o korkulu ânı atlatabilmek kaygısı ile, yalan-gerçek demeyip, ağızlarına geleni söyleyiverirler.

Tıpkı, sağlıklarında dünya beylerinin eteklerini öperek yaltaklandıkları, onların her hareketlerini överek dalkavukluk etmeye alıştıkları ve her sözlerini (Sadak-al-emir) demeye dillerini alıştırdıkları için, orada da kurtulabilmek ümidiyle böyle konuşurlar?

Aziz: Kavlini ve fiilini hakkı ile hakka doğru eyle, ki orada da haberi doğru verebilesin.

HİKÂYE

Ahirete gönül vermiş hatunlarından Rabi'â tül Adevviye (Allahu teâlâ ondan razı olsan). Bu hatun öldü, götürüp kabrine koydular. Derken, münkir-nekir geldiler ve:

— Rabbin kim? Peygamberin kim? diye sordular. Rabi’â hatun:

— Bunca yıldır dünya yüzünde yaşadım. Rabbimi ve peygamberimi unutmadım. Şimdi, öldüm diye unuttum mu sanıyorsunuz? Benim Rabbim Allahu azim-üş-şandır ve peygamberim âhir zaman peygamberi hazret-i Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem hazretleridir. Varın, onlardan sorun, onlar da beni kabul ederler mi? der demez, derhal hitab-ı izzet gelir:

— Bırakın o zayıf hatunu, o bizim yakın kullarımızdan dır.

Aziz: Diline doğru söylemeyi öğret! Yalancılığı ve iki türlü konuşmayı terk et! Çünkü, bunlar münafık sıfatlarıdır. Bu sıfatlarla sıfatlanmış olanın yeri cehennemdir.

Evet, bahsimize dönelim:

Amelleri kötü olan ölü, münkir ve nekirin heybetinden ve korkusundan aklını şaşırır ve esasen sağlığında da yalancılığı âdet edinmiş olduğundan, orada da yalan dolanla işi atlatacağını sanır ve kurtulmak ümidiyle: (Rabbim sizsiniz, peygamberim de sizsiniz.) der.

Melekler yanıldın yâ melun, diye haykırarak ellerindeki topuzla bir kere vurunca kendinden geçer ve feryada başlar, biçare kurdun peşine düştüğü hayvan gibi çaresizce bağırır, bağırdıkça, yeryüzünde bulunan bütün canlılar duyarlar, yalnız âdemoğulları ile cinniler gafletleri dolayısı ile onun feryadını işitmezler. Biraz kendisine gelip, doğrulmak istediği zaman hitab-ı izzet gelir:

— Vurun şu meluna ki, dünyada iken de beni daima unuturdu.

Melekler, bir daha vururlar. Bu vuruş, birinciye hiç benzemez. Biraz daha yatar ve kendisine gelir:

— Sağ yanına bak, derler.

Bakar ve cennetin lâtif makamlarını ve nimetlerini, hurilerini ve gılmanlarını görür. Melekler, kendisine:

— Ey bedbaht! derler. Eğer, dünyada salih ameller işleseydin, Rabbinin emirlerini yerine getirseydin senin makamın da şu gördüğün cennet makamı olurdu. Şimdi, bir de sol yanına bak bakalım, derler.

Ölü, sol yanma bakar cehennemin çirkin derelerini ve büyük azaplarını görerek korkmaya ve titremeye başlar. Melekler;

— Dünyada salih amel işlemedin, nefsinin hevâsma uydun, ömrünü boş yere çürüttün, gönlünü dünya muhabbetiyle kirlettin, nefs-i emmârenin çirkin ve kötü sıfatları ile huylandın. İlk gördüğün makam senin iken elinden kaçırdın. O çirkin amellerinin cezası olarak cehennemde göreceğin azabın birazı budur. Asıl azabı kıyamette göreceksin, derler ve onu kabrine sıkıştırırlar, öyle sıkıştırırlar ki, kemikleri birbirine geçer ve melekler sol yana doğru yürür ve giderler. El-iyâzü

Billâh, ölünün burnu da kıbleden döner ve o biçare ta kıyamete kadar azap içinde kalır, öyle ki, her günü bir yıla bedel olur.

Aziz:

Sakın dilinden kelime-i tevhidi eksik etme! Kabrinde, münkir-nekir gelip sorunca diline kelime-i tevhid kolayca gelsin. Daima kelime-i tevhid ile otur ve kalk ki, cevabın da kelime-i tevhid olsun. Her kim, sık sık “Lâ İlâhe illallah” derse onun akıbeti hayır olur. Canı, imânla çıkar, sekerât-ı mevti asan olur, münkir-nekire kolay cevap verir. “Lâ ilâhe illallah” demenin faydası çoktur. Aşağıda zikir bahsinde, Hak teâlânın inayetiyle bundan ayrıca söz edilecektir.

Fakir müellifin beytinden:

Baş verip tevhidi koma zinhar,

Can verip tevhidden ayrılma ey yâr.

Tevhid olur zira sermayen senin,

Can içindeki asıl mâyen senin.

Tevhidi zinhar terketme aziz,

Tevhid için gönlünü eyle temiz.

Her kimin ki tevhidi yok, canı yok;

Can mıdır ol can ki, anın imânı yok.

Tevhid eden dildir, ol yanılmayan;

Tevhid edendir tamuda kalmayan.

Tevhid eden dile Hak tanık ola,

Tevhid eden gözler uyanık ola.

Tevhid edeni od 'a yakmayalar,

Boynuna zincir anın tak mayalar.

Tevhid edenden kaçar şeytan-ı lâ'in,

Tevhid eden mekr-i şeytandan emin.

Tevhid ehlidir hakka doğru giden,

Tevhidi koyandır ol eğri giden.

Her amel kim İhlasın tevhid ile,

Zerresi ile tamam yer gök dola.

Tevhid olmazsa kamu olur

Tevhidi sen gaflet ile deme gel,

Can-ü gönül ile tevhid söyle gel.

Mü'minin tevhidi kaç yerde gerek,

Canda, gönülde ve hem dilde gerek.

Candan Öte tevhide vardır makam,

Has bilir anı veli, bilmez avam.

Tevhidini muhkem eyle canda sen,

Deme gel tevhidi dilde anca sen.

Muhkem olmak diler isen tevhidin,

Tevhidi can-ü gönülden berk idin.

Tevhidi muhkemdir ol azâd olan,

Tevhidi muhkemdir anda şâd olan.

Tevhidin muhkem İse buldun hakkı,

Tevhidin yoksa ebed oldun şaki,

Şanların ki dili söyler tevhidi,

Canı bilmez nicedir tevhid tadı,

Canı beha'imden dahi azgundurür,

Oyfe öğer sanki bir koz kondurur.

Oldur ol hak dediği gafu kişi,

Zira kim düşvâr olur anın işi.

Vardürür Kur'anda âyet bu söze,

Hak çalab BEL HUM ADAL dedi size,

Eşref oğlu Rumî'nin şen yâ Gani,

Can içinde muhkem et tevhidini.

Dili zâkir, gönlü âşık, canı mest;

Tevhidin ederdi olmadan ELEST,

Kamu yerde tevhidini söylesin,

Canı tevhidinden ayrı olmasın.

Şimdi aziz:

Dil, bu dünyada senin fermanın dır. Dilini, kelime-i tevhid üzere karar tuttur. Ola ki, o karanlık ve dar yerde yine lâ ilâhe illallah diye doğrulursun, münkir-nekir’in sorularına doğru cevap verirsin, tâ kıyamet gününe kadar kabir azabından emin olursun, kıyamet kopunca yerinden Lâ İlâhe illallah diye kalkarsın, mahşer yerine lâ ilâhe illallah diye varırsın, ebediyete kadar kelime-i tevhid senden ayrılmaz.

Aziz: cehd eyle, kıyamet günü gelmeden nefsini güzel huylarla süsle, nefs-i emmâreni bağlarından kurtuluver ki, küçük kıyamette, orta kıyamette ve büyük kıyamette işlerin rast gitsin, korkulardan emin olarak cennete gir ve zahmet çekme.

Kıyamet üç türlüdür:

1- Küçük kıyamet

2- Orta kıyamet

3- Büyük kıyamet

Küçük kıyamet: Azrail aleyhisselâm canını almaya gelince başlar. Allah korusun, o zaman yüzünün şekli değişir. Meselâ, köpek, domuz, maymun veya canavar yüzüne dönebilir. Allahu teâlâ, ümmet-i Muhammed’i bu gibi hallerden muhafaza buyursun, böyle haşrolmayı göstermesin. Çünkü, Azrail aleyhisselâm canını alırken ne yüze dönersen o yüzle kalır ve ebediyete kadar zarara uğramışlardan olursun. Bu öyle bir kıyamettir ki, insan suretinde yaratılmışken, maazallah hayvan şeklinde haşrolur ve cehenneme girersin.

Orta kıyamet dediğimiz de şudur: Kişi, öldükten sonra kabre varır. Münkir-nekire doğru cevap veremez ve onların dayağını yer, kabri daraltılır, büyük kıyamette olacak azapların çoğu kabirde iken başlar.

Büyük kıyamet, umumî kıyamettir. Mugiyre ibn-i Şû'be radıyallahu anh rivayet eder ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim ölürse, kıyameti kopmuştur.”

Bundan anlaşılıyor ki, muayene eder, yani cenneti ve cehennemi görür, melekleri görür, yani amel etmekten kalır.

Sonra, ömrü ne gibi bir amelle tamam olduysa, büyük kıyamette onunla haşrolur. Nitekim, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

Temûtune kema ta'işune ve tuhşerune kema temûtune (Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle haşr olunursunuz,) buyurmuşlardır.

Devlet ve saadet o kişilerindir ki, ömürleri hayır ile tamam ola. Zira, amel kişiye âhirette gerektir ve itibar âhirettedir: Bütün ameller, sonuna göredir.

Ebû-Bekir Vâsıti der ki:

Devlet üçtür: Birinci devlet, kişinin sağlığındadır. İkinci devlet, ölümü halindedir. Üçüncü devlet, kıyamet günündedir.

Kişinin sağlığında olan devlet, kişinin bütün hayatını ibadet ve tâ'at ve zikrullah ile geçirmesidir, iyi ve güzel ahlâklı olmasıdır.

Kişinin ölümü halinde olan devlet, LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH diyerek can vermesidir.

Kişinin kıyamet gününde olan devlet, kabrinden doğrulup kalktığı Zaman, meleklerin kendisine müjdeler getirmesidir.

Ey aziz:

Allahu teâlâ; seni ve halini islâh etsin!

Her kim, dünyada Rabbine muti olur, nefsini emmârelikten kurtarır ve mutmainne nefiste karar tutar ve dünyadan imânla göçerse, hiç şüphe yoktur ki, Allahu teâlâ kalan devletleri de ona bahş ve ihsan buyurur.

“Allahümme yessir lenâ bi-avn-i inayetike yâ Rabbel-âlemiyn. Ey âlemlerin Rabbi olan Allahım! İnayetinle bizim için kolaylıklar ihsan buyur.”

Ey akıllı ve bilgili kişi:

Şu dünyanın haline bak da kendi halini düşün! Anan gitti, atan gitti oğlun ve kızın gitti, kardeşlerin, komşuların gitti. Eşin, dostun, yârin, yoldaşın hep gittiler. Kadın gitti, erkek gitti, senden önce gelenler, hatta senden sonra gelenler hep gittiler. Bir gün, elbette sen de gideceksin, bu fâni mülke aldanıp ne edersin ey gafil adam!

Çün gitti yârin, yoldaşın, bil kim gidersin sen dahi;

Et ki, terk etti bular hem terk edersin sen dahi.

Bu çerh elinden ağalar, nicesi kim tatta bular,

Kaçan ki peymânen dolar, şek yok tadarsın sen dahi.

Sermayeyi verme yele, bir faide getir ete;

Bir göç ki var Azrail'e, bir gün edersin sen dahi.

Ey gafil, ey miskin uyan; hâb-ı gaflete yok doyan;

Yağmaya verdi can-ü ten, nefsin güdersin sen dahi.

Bâtıl yola günden güne, cüst oldun aş döne döne;

Ayağını hak yoluna, süst Mersin sen dahi.'

Dünyayı benim diyeni, gözünle gördün sen anı;

Netti ettirdiğini, verip nidersin sen dahi.

Eşref duruş götür şeref, yeter geçer ömrün telef;

Yoksa bir gün harf nagah, görürsün sen dahi.

Her gelen gider imiş, aklı başında olan tedarikini görür imiş, sen bu fâni dünyada kalacağını mı sanırsın ki, bu zan ile kendini kapıp salıverdin, hiç öleceğini aklına getirmiyorsun.

Bunların gittiklerini görmek, ibret olarak sana yetmez mi? Bir gün olur, bu geniş dünya sana dar olur, zannettiklerinin hepsi masal olur. Anan, baban, oğlun, kızın ölüme çare bulamazlar. Bütün sevdiklerinden bir ânda uzaklaşır, beş on gün içinde de unutulursun. Seni gömer gömmez, gelir çekişirler, sen kara toprakta hasret içinde yatarsın. Bu dünyada akıllı insan ona derler ki, bütün bunları görür ve hepsinden birer öğüt alır. Kişiye, ölümden daha iyi nasihatçi ve vaiz olamaz.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin İbrahim adında bir oğlu vardı. 14 aylık veya 17 aylık iken vefat eyledi. Yıkadılar, kefenlediler, namazını kıldılar ve kabrine koydular. O iki melek hemen gelip sorulara başladılar:

— İlâhın kimdir? Peygamberin kimdir?

Ol şehzade-i âlişan cevap verdi:

— Rabbim Allah’tır, dedikten sonra (Peygamberim babamdır.) demeğe babasından utandı. Zira, muhterem babası kabrinin başında duruyordu. O iki cihanın fahrine, yavrusunun bu hali malûm oldu ve gözleri yaşla doldu ve buyurdu ki:

Ey oğul! Cevap ver ve de ki: «Peygamberim âhir zaman peygamberi Muhammed Mustafa'dır, benim babamdır.»

Şimdi kardeş:

Böyle bir sultanın, masum yavrusuna münkir-nekir gelip soru sorarsa, acaba seni ve beni bırakırlar mı sanırsın?

Neden bu işi akıllı, uslu düşünmez ve başına geleceklere gam yemezsin?

Gelin insafa ey nefse uyanlar,

Demidir ki, uyana uyuyanlar;

Döneler Hakka, nefsi terk edeler;

Bağışlanır bugün tövbe edenler.

Ey aziz:

Büyük kıyametin bazı ahvalinden de bahsedelim ki, sen de işini ona göre tut, derlen ve toparlan!

Kıyamet gününün evveli, İsrafil aleyhisselâmın sûru üflemesi, bütün mahlûkatın mezarlarından doğrulup kalkması ve mahşer yerinde haşrolmasıdır. Fakat, burada söz çoktur:

İsrafil aleyhisselâm, sûru ilk defa üfürünce, bütün ölüler dirilirler, bölük bölük olurlar, bir müddet baygın gibi dururlar. Bir zaman sonra, hallerini unutarak herkes işiyle meşgul olmaya başlarlar. Bunun üzerine sûr ikinci defa üfürülür ve bu sefer dirilenler tekrar ölürler ve üçüncü sûrda bütün ölüler yeniden dirilirler ve kabirlerinden doğrularak kalkarlar. Meşârik şerhinde, Ekmelüddin, bu üçüncü sûr konusunda çok söz söylemiştir. Bunun tafsilâtını öğrenmek isteyenler, Meşârik şerhinden istifade edebilirler. Bizim maksadımız, o günleri bildirmektir. Hak teâlânın korkulu günleri bulunduğunu hatırlatmaktır, ki okuyanlar nefislerini öğütlesinler, yaramaz huylarını bıraksınlar ve şeriata uyanlardan olsunlar.

Bütün ölülerin kabirlerinden doğrulup kalktıkları vakit, biz ne suratla kalkacağız, ondan hiç haberimiz yoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, dünyadan ne sıfat ile gitmişsek, aynı sıfatla kalkacağız. Zira. Mu’ az ibn-i Cebel radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sordu:

— Yâ Resûlallah! Haber ver o günden ki, İsrafil aleyhisselâm sûru üfler, ölenlerin hepsi mezarlarından doğrulup kalkarlar. Acaba bu hal o gün nice olacaktır?

Hâtem-en-Nebiyyin efendimiz hazretleri, saadetle buyurdular:

— Ne azim günden sordun yâ Mu’ az!

Mübarek gözlerinden yaşlar akıtarak devam eylediler:

— Siz, o gün kabirlerinizden kalkıp muhtelif cemaatler halinde bir yere varırsınız ki, o yerin adı SAHİRE' dir. Benim ümmetim on bölük olur ve her biri bir suretle mahşer yerine gelirler. Kimi, dolunay gibi yüzü nurlu olur. Kimisi maymun, domuz suretinde bulunur. Bazıları, baş aşağı ve yüzleri yerlerde sürünerek gelirler. Bir kısmı, dillerini çiğneye çiğneye, göğüsleri üzerine sarkmış, ağızlarından irinler akarak gelir. Kimisi, elleri ve ayakları kesik, ateşten ağaçlara asılmış gibi ve köpek leşinden daha fena kokar halde gelir. Kimi sağır olarak, kimisi de katrandan cübbeler giymiş halde gelirler.

Ey aziz:

Bu suretlere dönen ve belâlara uğrayan insanlar da bizim gibi

Lâ ilahe illallah Muhammed’ ün Resûlullah derlerdi. Günde beş vakit namaz kılarlardı. Yılda bir ay oruç tutarlardı. Cuma namazı ile yılda iki kere bayram namazlarını da kılarlardı. Gücü yeten hacca giderdi. Fakat, o kötü, çirkin ve yaramaz huyları, onların ibadet ve tâ'atlerini ve bütün güzel amellerini hiç etmiştir. Bunların ne sebeple böyle değişik şekillere döndükleri ve bu belâlara neden uğradıkları sorulacak olursa, onun cevabını da vereyim ve gerçeği sana bildireyim ki, var sen de ona göre davran ve bu gibi kötü huyların ve sıfatların varsa terk et, yoksa El-hamdü lillah de ki, Mevlâ seni bu kötü ve çirkin huylardan ve sıfatlardan korumuştur.

  • Bilmiş ol ki, yüzleri ayın on dördü gibi nurlu ve parlak olan, buraklara bindirilen, önlerinden ve arkalarından melekler koşuşturan, tekbir ve salâvat ile mahşer yerine getirilenler peygamberler, Hak velileri ve muhlisler dir. Yani, amellerini ihlâs ile yapanlar ve bu ihlâstan hiç ayrılmayanlardır.
  • Maymun yüzüne dönmüş olarak getirilenler, dedikoducular yani bir kişiden işittiklerini, başka bir kişiye söyleyenlerdir.
  • Domuz yüzüne dönmüş olarak getirilenler, haram yiyenler.
  • Baş aşağı ve yüzleri yerlerde sürünerek getirilenler, parasını faize verenler, yani faiz yiyenlerdir.
  • Gözleri kör olarak getirilenler, hükmünde zulmederek haksızlık edenlerdir. Haksızlık edenler, ister evlerinde bulunanlara haksızlık etmiş olsun, isterse kadı, naip veya bey olsun, madem ki hükmünde meyli haksızlıktır, o kimseler zalim muamelesi görürler.
  • Kulakları sağır olarak getirilenler, yalnız kendi amellerini görüp beğenen ve kendisini iyi bir insan olarak tanıyan ve: (Benim gibi kişi nerede vardır?) diyenlerdir. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz hazretleri: “İyi amellerde gururlanmaktan, Allahu teâlâya sığınırı” buyurmuşlardır.
  • Dillerini çiğneye çiğneye getirilenler, halka nasihat ettikleri halde kendileri tutmayanlar, sözleri işlerine uymayanlar, birine olan kin ve garezi üzerine yanlış fetva verenlerdir.
  • Elleri kesik olarak getirilenler, komşularını incitenlerdir.
  • Ateşten ağaçlara asılı halde getirilenler, halkı alaya alan ve herkesle eğlenenlerdir.
  • Köpek leşi gibi kokarak getirilenler, nefislerine uyanlar ve nefislerinin muradını gözetenler; malının, koyununun ve sığırının zekâtını ve öşrünü vermeyenler dir.
  • Katran cübbe giydirilerek getirilenler, kibirlilik edenlerdir.

Bunlar, bu saydığımız hallerle mahşer yerine getirildikten sonra, Hak celle ve âlâ, bunların her birinin cehennemin derekelerine (çukurlarına) sürülmelerini ve orada azap ve işkence görmelerini irade buyurur ve bu emri ilâhi derhal yerine getirilir.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh hazretlerine:

Abese Sûresinde “O gün insan kardeşinden, ana ve babasından kaçar." "Buyurulmuştur. Halk, kıyamet gününde birbirinden neden kaçar? Diye sordular;

Hazret-i Şeyh buyurdu ki:

— Onların gönülleri, dünyada iken değişmiş her biri, bir türlü canavar sıfatı ile sıfatlanmışlardır. Sağlıklarında, çalışarak bu çirkin ve kötü sıfatları gidermediler. Nihayet, mahşer yerine bu suretle getirildiler, halk bunları korkulu birer canavar suretinde gördüğü için, onlardan kaçar.

Bazı Hadis-i şeriflerde de böyle buyurulduğuna göre, bu cevap gerçeğe uymaktadır.

İmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de ÎHYA-Î ULÛM'un da şöyle buyurmuştur:

— Kıyamet gününde bu halk, yirmi bölük olacak ve her biri birer canavar suretinde görünecektir. Yalnız, bir bölük ay ve güneş gibi yüzleri nurlu ve parlak olarak haşrolacaktır.

Ey biçare:

İçini ve dışını arıtmaya bak! Suretin bir türlü, siyretin bir türlü olmasın ki, kaç keredir tekrarlıyorum, için dışına döner, gizlilerin aşikâr olup rezil olursun.

Şimdi ey aziz:

Yukarıda da geçti, duydun. Beni-İsrail zamanında birçoklarının suretleri değişti. Kimi maymun, kimi domuz gibi oldular. Eğer, senin suretin şimdilik değişmediyse, gönlünün sureti değişmiştir ama senin haberin yok, ileride haberin olacak ve çaresiz olacaksın

- HİKÂYE

Beni-İsrail zamanında, birçoklarının suretleri sağlıkların da değişmişti. Haberlerde gelir ki, bir gün Musa peygamber aleyhisselâm bir yerden geçerken gördü ki, bir kâfir bir domuzun boynuna bir ip takmış, çekip götürüyor. Domuz, Musa aleyhisselâmı görünce yaklaşmaktan çekindi ve olduğu yerde kalakaldı. O kâfir, elindeki değnekle domuza birkaç kere vurdu ve evine götürmek istedi. Domuzun hali Musa aleyh is selâmın dikkatini çektiğinden seslendi:

— Yâ kâfir, bırakıver şu domuzu. Görelim neyler?

Kâfir, domuzu serbest bıraktı ve domuz geldi Musa aleyhisselâmın ayağına düştü ve gözlerinden yaşlar akıtarak yüzünü ayağına sürdü.

Kâfir dedi ki:

— Yâ Musa! Bilir misin bu kimdir? Bu, senin dostun idi ve sen onu çok severdin. Senin yakınlarından idi. Biraz önce, benimle konuşur ve bana nasihat ederken, birdenbire şekli değişti ve bu hale geldi. Ben de tuttum, boğazına bir ip taktım götürüp keseceğim.

Musa aleyhisselâmın yüreği yandı ve derhal ellerini açarak hakka niyaz etti ki, onun suretini yine insana döndürsün.

Hitab-ı izzet geldi:

— Yâ Musa! Onun bu suretini değiştirmeyiz. Sen bilmiyorsun ama ben biliyorum. Onun gönlü, sana doğru değildi. Senden söz öğrenir, gider halka söylerdi, onunla nefsinin isteklerini temin ederdi O, daima senin ve benim sözlerimizi nefsine âlet ederdi. Senin yanma gelip gitmesi de nefsinin muradı içindi. Bunun için kendisine hışım ettim ve onun suretini döndürdüm. Bu suretle Ölsün, gitsin.

Şimdi ey aziz:

Bu kıssadan, ilmi nefislerine âlet eden âlimlere haylice korku vardır.

Ey biçare:

Senin de gönlünün yüzü dönmüştür. Zira, her işin ve her sözün, nefis muradı üzerinedir. Nefsinin muradı için: (Allahın kuluyum.) dersin. Nefsinin muradı için: (Velilere müridim ve muhibbim) dersin. Nefsinin muradı için, ya cennet ümit eder veya cehennemden korkarsın. Îhlâs ile olan amelde hiçbir karşılık ve menfaat beklenmez. Aşağıda, riyâ ile ihlâstan bahsedildiği zaman riyanın ve ihlâsın ne olduğunu anlar ve öğrenirsin.

Ey aziz:

Eğer, senin muradın da nefis için değil ve hak için ise, sen de hak yolunda nefsine hoş gelen şeylerden geçmelisin. Resûl aleyhisselâma gerçek ümmet olmak dilersen, onun sünnetlerine hakkı ile uymalısın. Bidatleri terk etmelisin. Gerçi, bid'at-i hasenedir dersin ama şunu hiç düşünmezsin ki, bidatlerin başlaması azgınlıktır. Karnın doyuncaya kadar yemek yemek bid'at değil mi? Bağırsaklarını doldurur, rahat nefes bile alamazsın. Firavun gibi giyinir, Ebû-Cehil gibi yer ve içer, Şeddâd gibi yüksek evlerde oturursun. Sert ve kibirli konuşursun. Ey acaba, senin sünnet üzere neyin vardır? insaf et, lâf sırasına gelince Bayezid-i Sâni kesilirsin ama sende fakirlerin renginden bir renk görünmez. Fakirlerin rengi, miskinliktir ve alçak gönüllülüktür, eksikliktir. Suret bağlarından geçmek, can ve dili terbiye etmek, bütün nefs isteklerini terk etmek ve bu âlemde dost hevası üzerinde yürümektir. Oysa, bunların hiçbirisi de sende yoktur. Demek ki, senin ettiğin bir kuru dâvadan ibarettir. Dâvadan ne çıkar? Manasız dâva bâtıldır. Her ne hal ise, bu söz burada bırakıp, biz yine kıyamet bahsine dönelim:

Kıyamet günü, dünyanın son günü olup çok ulu bir gündür. Kıyamet günleri, dünya yıllarının elli bin yılından daha uzundur. İşte o gün, iki cihan fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin sancağı dikilecektir. Meşayihin ve bütün imân ehlinin sancakları da kalkıp, bölük bölük o sancağın dibine gelecektir. O sancağın başı kırmızı yakuttan ve kabzası ak gümüştendir. Onun üç köşesi olsa gerektir.

Birinde: “La ilahe illallah Muhammed’ ün Resûlullallah”

Diğerinde: “Bismillâhirrahmânirrahim El-Hamdü lillahi Rabbil-âlemin”, yazılıdır.

Her satırın uzunluğu yüz yıl kadardır. Şeyhlerin mürit ve sevenleri bu bayrağın altında hazır bulunur.

O gün, iki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu ve sellem hazretlerinin

Sancağının adı da LİVÂ-ÜL-HAMD' dir.

Habib-i Hûda, şefi-i rûz-i ceza Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurur ki:

— Ben, kıyamet gününün efendisiyim. Fakat, bununla övünmem. O gün, livâ-ül-hamd elimde olur, bütün Nebiler ve veliler benim sancağımın altında toplanırlar. Bu sancağımın altında beş bin sancak bulunur. Her sancakta yetmiş bin melek saf durur. Her bir safta beş yüz bin melek Şehsuvar olur ve hepsi tesbih ve takdis ederler. Bütün imân ehli, sancağımın altında bulunurlar.

Rivayet olunur ki; ne zaman evvel ve sonrakilerin hepsi bir yere toplanırlar, Hak teâlâ Cebrail aleyhisselâma şöyle buyurur:

— “Yâ Cebrail! Git, cehennemi getir ki şimdi onun gelme vaktidir.” Ey aziz:

Evet, Cebrail aleyhisselâm varır ve cehenneme seslenir:

— Yâ Cehennem! Gel, seni Cebbâr-ı âlem ister, der. Cehennem, bu daveti duyunca titremeye başlar.

— Acaba, Cebbâr-ı âlem beni neye istiyor? Yoksa, bana azap mı edecek? diye sorar. Cebrail aleyhisselâm cevap verir:

— Yâ cehennem! Hak teâlâ, seni dünyada ihsan buyurduğu rızkı yedikleri halde başkalarına tapanları, peygamberlerine ve velilerine itaat etmeyenleri, nefsinin hevâsma uyanları azap etmek için yarattı. Bugün, hesap görülecek gündür, seni onun için ister, der.

Zebaniler, cehennemi çekmeye başlarlar. Yetmiş bin halkadan ibaret, yetmiş bin zinciri, yetmiş bin zebani tutar ve çeker. Cehennemin büyüklüğü hiçbir şekilde tasvir edilemez.

Zebaniler, cehennemi çeke dursunlar biz yine Livâ-ül-hamd'e gelelim:

Gayet sıcaktır yalnız, livâ-ül-hamd' in altında toplananlar, onun gölgesinde bu korkunç sıcağı hissetmezler.

O gün, gökler parça parça olup yıkılır, güneşin ve ayın nuru kaybolur ve her ikisi de kapkara olur. Yıldızlar, etrafa dökülür, saçılırlar. Birçoklarının boyunlarında zincirler vurulmuş bulunur. O Cehennem sıcağı gayet şiddetli olup ortalığı kaplar. Yer, yeniden döşenir ve mahşer halkı onun üstüne varırlar. Daha sonra, arşın altından bir parça bulut kopar ve o bulutun içinden halkın üzerine beratlar yağdırılır, bu beratlar sahiplerine verilir. Ancak, kimine sağından ve kimisine de solundan verilir. Bazılarının beratı ak ve bazılarının beratı da karadır. Herkes, elinde beratı olduğu halde terazinin önüne gelir. Terazi de hemen kurulmuştur. Bir kefesinin büyüklüğü, bütün yerleri ve gökleri içine alacak büyüklüktedir. Terazinin tartıcısı Cebrail aleyhisselâm dır ve sahibi de Rabbilâlemiyn'dir. Bu terazinin varlığına muhakkak inanmak lâzımdır. Zira, Hak teâlâ Kur*anda buyurur:

“O gün, amellerin tartılması haktır.” Âraf suresi 8

Bu âyet-i kerime, işte bu teraziye işarettir. Bu sebeple, bu teraziye inanmak haktır. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz de şöyle buyurur:

“Muhakkak o terazi kurulacaktır. O terazinin bir dili ve iki de gözü vardır. Ameller sahifeleri bu terazide tartılacaktır.”

Terazi, insanlarla cinniler arasında bulunur ve orada amel defterleri tartılır. Hayır amelleri ağır gelenler, Cennete girerler. Şer amelleri ağır gelenler, Cehenneme gider.

Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimin de buyurur:

“İşte, o gün kimin tartıları ağır gelirse, o hoşnut olacağı bir hayattadır. Fakat, kimin de tartıları hafif gelirse, mekânı Hâviye'dir. Hâviye'nin mahiyyetî nedir, bilirmisin o kızgın bir ateştir.” Kâria sûresi: 6—11

Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyat efendimiz buyururlar:

— Allâh kıyamet günü mizanın önünde ümmetimden birini seçip bütün mahlukatın önüne çıkarır. Bu kişinin önüne amellerinin kayıtlı bulunduğu doksan dokuz defter açılır. Her defterin büyüklük ve uzunluğu gözün alabildiği kadardır. Fakat, hiç birisinde bu kulun salih bir ameli görülmez. Bütün beratları günahlarla dopdoludur. Bu kişi, utanarak başını önüne eğer ve âciz bir şekilde öylece kalır.

Allâh Ey kulum! Bu defterlerde yazılı olan herhangi bir şeyi inkâr ediyor musun, sana bir haksızlık yapılmış mı diye sorar.

— Kişi titreyerek, hâşâ Yâ Rabbi, sen kuluna zulmetmezsin der.

—Hâk Teâlâ Benim kullarıma zulümüm yoktur. Senin benim katımda hüsn-ü itikadın vardır diye bir berat daha olacak der.

Derhal, O berat bulunur ve kulun eline sunulur. O berat ta da LA ÎLÂHE İLLALLAH yazılıdır. Hak teâlâ, ferman buyurur:

— Ey kulum! O günah beratlarını bir yana bırak, var şimdi bu beratı koysunlar.

O kişi, inleyerek teraziye gider, Hak teâlânın buyurduğu gibi bu berat da tartılır ve üzerinde LA ÎLÂHE İLLALLAH yazılı bulunan bu berat, diğer tüm günah beratlarından ağır gelir. Zira, o kul bir kere ihlâs ile LA ÎLÂHE İLLALLAH demiştir.

Şimdi, ihlâs ile Lâ ilâhe illallah demek ne vakit olur, onu da aşağıda zikrullah bahsinde inşa’allahu teâlâ beyan edeceğiz ki, kitabımızda eksik kalmasın.

Konumuza devam edelim. Hak teâlâ irade buyurur.

— Ey kulum! Bir kere ihlâs ile LA İLÂHE İLLALLAH demen sebebiyle, bütün günahlarını affettim. Yürü cennetime, ye, iç, rahat et.

Gelin zikredelim ol Zül-Celal’i,

Ki, gönülden süren oldur melali;

Veli zikrin haramından sakın kim,

Sefa vere sana anın helâli.

- GÜNAHLARI AĞIR GELENLER:

O kişiler ki, günah beratları ağır gelir, onun varıp duracağı yer HÂVİYE 'dir. Hâviye denilen mekân, öyle bir yerdir ki, onun derinliği dille tasvir edilemez. Yetmiş bin yılda ancak onun dibine inilebilir.

Yukarıda da bir nebze belirttiğimiz gibi, kıyamet günü çok korkulu ve heybetli bir gündür. Onun korku ve heybetinden biraz daha bahsedelim ki, emmâre nefisler duysun ve insafa gelsinler.

Kıyamet günü, âsileri tutmaya gelen zebanilerin gözleri kör ve kulakları sağır olur. Feryadını işitmezler ki, haline merhamet etsin ve seni esirgesinler. Demek oluyor ki, o gün için çok korkmak ve çok tedarik görmek gerektir.

Herkesin amelleri terazide tartıldıktan sonra:

— Varın şimdi sırata, denilir.

-SIRAT VE CEHENNEM

Sırat da büyük bir geçittir. Bazı rivayetlere göre, sırat köprüsü bir meleğin kanadının tüyü olup, cehennemin üzerine gerilmiştir. Aşağısında, tabaka tabaka cehennemin katları bulunur. Sıratın uzunluğu, üç bin yıllık yoldur. Bin yıllık yolu yokuştur, bin yıllık yol ortasıdır ve bin yıllık yol da iniştir. Ne zaman ki, mü'minler ve Allahu teâlânın has kulları gelince, o melek kanadının tüyünün yassı tarafını döndürür, suçlular ve cehennemlikler gelince kanadını dikine tutar.

Resûl-ü zişân aleyhi salâvatullah-il-Mennân efendimiz:

“Ümmetim, sıratı geçerken birçoğu yağmur gibi cehenneme dökülür, buyurmuşlardır.”

Asiler için olan cehennemin vasfı, söylenmek istense de asla söylenilemez. Bu sebeple, cehennemin heybetinden insanlar, cinler, avam ve havas Cehennemin heybetinden hep korkar. Zira, Hak teâlâ azze ve celle buyurur:

“Ahdim olsun, cehennemi cin ve insanların âsileri ile dolduracağım.” Hûd sûresi: 119

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz de:

“Dünyadaki ateş, cehennem ateşinin sıcaklığının yetmiş parçasından bir parçadır, buyurmuşlardır.”

Bundan dolayıdır ki, aşk ateşine yanan âşıkları,' Hak teâlâ hazretleri cehennem ateşine yakmaz.

Fahri âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurur ki:

— Cebrail aleyhisselâma sordum. (Ey kardeşim Cebrail! Bana cehennem ateşinden haber ver,) dedim. Cebrail aleyhisselâm: (Yâ Muhammed! dedi. Cehennem ateşi, bu dünya ateşi gibi kırmızı değildir. Cehennemin ateşi karadır. Cehennem de karanlıktır. Hak teâlâ, buyruğunu tutmayan, nefs i emmâresine uyan ve âsi olanlar için cehennemi yarattı. Onu, bin yıl kızdırdılar, kıpkızıl oldu. Yine buyurdu, bin yıl daha kızdırdılar, beyaz oldu. Cebbâr-ı âlem yine buyurdu, cehennemi bin yıl daha yaktılar, kapkara oldu. Şimdi, çok sıcak ve kapkaranlıktır. Yâ Muhammed! Eğer, cehennemin ateşinden bir iğnenin deliğinden geçecek kadarı dünyaya salı verilse, yeryüzünde hiçbir şey kalmazdı, hepsi yanar kül olurdu. Eğer, cehennem elbiselerinden bir tanesi, yer ile gök arasında asılmış olsaydı, onun kötü kokusundan yeryüzünde canlı kimse kalmazdı. Eğer, cehennem ehlinin cehennemde yedikleri zakkumdan bir zerre kadarı yeryüzüne düşseydi, bütün dünya halkı yüzü koyun yere düşer ve artık ayağa kalkamaz, hepsi korkularından bulundukları yerlerde can verirlerdi. Eğer, cehennem ehlinin boyunlarına takılan zincirlerin bir halkası dünyaya düşseydi, yedi kat yeri geçer ve yine cehennemde karar ederdi. Cehennem zebanilerinden birisi dünyaya çıkıp yürüseydi, dünya halkı korkularından hemen ölürlerdi.)

Cebrail aleyhisselâm bunları anlatınca, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz mübarek gözlerinden yaşlar akıtarak ağlamaya başladılar ve:

— Yeter, yâ Cebrail yeter! buyurdular ve kendilerini tutamayarak:

— Ümmetim, Ümmetim, diye üzüntülerini açıkladılar. Efendimizin bu hali karşısın da Cebrail aleyhisselâm da ağlamaya başladı.

Resûl aleyhisselâm, Cebrail'e dönerek buyurdu:

— Yâ Cebrail! Sen, neye ağlıyorsun? Senin, Hak teâlâ hazretlerinin katında önemli bir makamın vardır.

Cebrail aleyhisselâm cevap verdi:

— Yâ Resûlallah! dedi. Ben, korkudan bir türlü emin olamıyorum. Hârut, Mârut ve İblis müptelâ oldukları gibi, ben de müptelâ olurum diye korkuyorum.

Ey gafil:

Cebrail bu azametle korkup ağlayınca ve o iki cihanın fahri de böyle korkup ağlayınca, biz günahkârlar nasıl ağlamayız? Niçin, bunca bin yıl yanan ateşten korkmayız?

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin buyurdukları şu Hadis-i şerifi, daima hatırımıza getirmeliyiz:

“Cehennem, bin yıl kızdırıldı kıpkırmızı oldu. Bin yıl daha kızdırıldı bembeyaz oldu. Bin yıl daha kızdırıldı kapkara oldu. Şimdi, kapkara ve karanlıktır.”

Şimdi, biraz da kıyametin başlangıcından haber vereyim:

Ne zaman ki, İsrafil aleyhisselâm sûru üfürür, yeryüzünde her kadar diri varsa hepsi helâk olduktan başka, vaktiyle Ad kavmini mahvı perişan eden yele Hak teâlâ irade buyurur. O yel, bir iğne deliğinden geçecek kadar çıkar ve dünya yüzüne doğru esmeye başlar. Dağları, taşları hep toz eder. Türlü türlü, renk renk, yeşil, kırmızı, ak, sarı, mavi ve kara renkli topraklar, gökyüzünde birbirine karışır. Sonra, o tozlar yine yatışır ve doğu ile batı arasını doldurur. Nihayet, Hak teâlâ dünyaya buyurur:

— Ey dünya! Hani, ziynetinle sevinenler? Nerede sana gönül verenler? Hani, onlar ki ortak koşar ve başkalarına taparlardı? Hani, o zalim beyler ki yeryüzünde fesatlar çıkarır, haksız yere kan döker, gözlerden yaşlar akıtırlardı?

Bu sorulara hiç cevap gelmez. Hak teâlâ buyurur:

“Evvel benim. Âhir de benim, vâhid-ül-kahhar yine benim. Bu mülk benimdir.”

Sonra, Sakar adındaki cehennemden Allahın emriyle bir kıvılcım çıkar ve yedi denizde bir damla su bırakmaz. Yeryüzünü kömür gibi yakar, gökleri zeytinyağı gibi eritir ve daha ne varsa hepsini yakmağa kast eylediği sırada Hak teâlâ onu durdurur:

— Fazlasını yapma ama âsi kullarım var ya, onlara ne yapılacağını sen ne bilirsin?

Düşün, cehennemin bir kıvılcımın dan bu kadar işler meydana gelirse, var kıyas et ona girenin Hali nice olur?

Şimdi kardeş:

Bildirdiğim bu vasıflar, bu kadar değildir. Bütün bu anlattıklarımla sana cehennemin, haşrın, kabir azabının ve ölümün bir zerresini bile söyleyebilmiş değilim. Çünkü hem söz uzar hem de kitap uzun olur, maksattan da uzaklaşılır. Bunun için, hepsinden biraz bahsettim. Bu anlattıklarımdan kıyas et ki, kıyamet günü ne gündür. Kıyamet, Hak teâlânın adalet günüdür ve Allahu Teâlâ’nın;

“Bugün (Ceza ve mükâfatta) asla haksızlık yoktur. Şüphesiz ki, Allahu teâlâ tez hesap görücüdür.” Mü’minûn Sûresi: 17

Dediği gündür. O gün Bütün mahlûkatın, mukarreblerin ve peygamberlerin, kendilerinden ümit kesecekleri gündür. İllâ, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimizin, herkese şefaat makamında olacağı gündür.

O gün İbrahim peygamber aleyhisselâma, Hak sübhanehu ve teâlâ sual edip buyurur ki:

— Yâ İbrahim! Senin belinden zürriyet geldi mi? İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:

— Evet yâ Rab!

— Zürriyetinin adı nedir?

- İbrahim aleyhisselâm, zürriyetinin adını hatırlayabilmek için çok çalışır başını önüne eğip, düşünür düşünür bulamaz. İşte, kıyamet böyle bir heybetli gündür:

“Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.” Fecr sûresi: 23

Âyet-i kerimesi nâzil olduğu zaman, öyle rivayet ederler ki, Hazret-i Resulün mübarek renkleri değişti ve sarardı.

Şimdi ey aziz:

— Allâh bilen Allah’tan korkar. Allâh bilmeyen Allah’tan korkmaz. Ashab-ı kiram, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem in mübarek renginin değiştiğini görünce telâşa düştüler. Vardılar, Hz. Ali radıyallahu anh efendimize haber verdiler. Huzura geldi ve sordu;

—Yâ Resûlallah! Acaba ne oldu ki, mübarek renginiz değişmiş?

Resûl aleyhisselâm, bu âyeti okudurlar: (Ki, o gün cehennem de getirilmiştir.) Hz. Ali kerremallahu vechehu tekrar sordu:

— Yâ Resûlallah! Cehennemi nasıl getirirler?

Efendimiz buyurdu:

— Yetmiş bin melek ve zebaniler tutup getirirlerken, eğer ellerinden bırakıverseler, bütün mahşer halkını yakar ve hiç kimse kurtulmaz. Hem, hiç kimse ona gözünü doğrultup bakamaz, o kadar heybetlidir.

Kâ'ab-ül-ahbâr der ki:

— Cehennemi getirirlerken, yakına geldiği sırada meleklerin ellerinden kurtularak bütün mahşer halkını kuşatır. Bu hali gören Nebiler ve Sıddıklar, yüzleri üstüne düşerek, başka bir şey dilemezler, illâ nefislerini dilerler.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh'a buyurdular ki:

— Yâ İbn-i Hattâb! öyle kıyas eyle ki, eğer yetmiş Nebinin ameli kadar amel in olsa, o günde kurtuluş bulmazsın.

Cehennemi getirirken ellerinden bırakıverirler ve bütün mahşer halkını tamimiyle kuşatır eder, çevrelerini kaplayarak sırat köprüsünden başka hiçbir yol kalmaz. Hiç kimse, gidip cehennemi tutmaya cesaret edemez. Yalnız, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, ileriye doğru yürür ve cehennemi zincirinden tutarak:

— Dön yâ cehennem! Buyurur. Senin ehlin nasıl olsa sana gelecektir.

Cehennem cevap verir:

— Bırak beni yâ Resûlallah! Der. Hak teâlâ, seni bana haram kılmıştır. Yâ Muhammed! Sen sâdık-ül-vâ'd-ül-eminsin ki, âlemlerin Rabbi sana Habibim diye buyurmuştur. Bırak beni, âsilere azap edeyim.

Bu sırada, arş-ı âlâdan bir nida gelir:

— Yâ cehennem! Habibim ne derse sözünü dinle.

Cehennem, bu emr-i ilâhi üzerine derhal arşın kuzeyine çekilip bekler.

Aziz: O gün, Hak teâlâ halkın seçilmesini irade buyurur. Kâfir ile Mümin, şirk ehli ve ihlâs ehlini birbirinden seçip ayırmalarını emreder. O gün, herkesin suçları meydana çıkar:

(Mahşerde o gün nida olunur:) «Ey mücrimler! Bugün onlardan ayrılın.» Yâ-Sin sûresi: 59

Bu emr-i sübhani üzerine, ihlâs Hak teâlâ hazretlerine secde eder. Allahu azim-üş-şân irade buyurur:

— Yâ ihlâs! Ehlini al ve cennete var.

Hak celle ve âlâ, şirke de ferman buyurur:

— Sen de ehlini al ve cehenneme var.

Zebaniler, derhal müşrikleri toplarlar ve şirk ehlini cehenneme gönderirler. Şeytan ve kâfirler zincirlere vururlar. Kâfirlerin yüzleri kapkara ve gözleri kör olur. Kâfirlerin ne acıklı durumda bulunduklarını belirtmek için bir misal verelim: Eğer, yer ile gök arası altınla dolsa ve bu altınlar bir kâfirin eline geçse, bir an olsun bu işkenceden kurtulabilmek için kâfir hepsini feda ederdi.

Sual — Cehennemin bu azamet ve sıcaklığı nerededir ki, onun bu sıcaklığı halka gelip yetişmez?

Cevap — Cehennem, şimdilik yedi kat yerden aşağıdadır. Daha birçok şeyler vardır ki, onun altındadır. Sana biraz da onlardan bahsedeyim ki, öğren ve işini ona göre tut.

Şimdi ey aziz:

Bu yerler ki, vardır yedi kattır. Yedi kat olduğuna delil de budur:

“O Allahu teâlâ ki, yedi kat göğü ve arzdan da bir o kadarını yaratandır.” Tâlâk sûresi: 12

Aziz: Hak teâlâ, ne ki takdir buyurdu ise, hepsinin ecelini de takdir buyurmuştur. Ayı, güneşi, gökleri ve bütün mahlûkatı yarattı ve hepsinin ecellerini de takdir buyurdu.

Her birinin ömürlerinin müddeti dolunca, eceli gelir ve ölür. Ancak ölmeyen, yatmayan, uyumayan, bitmeyen, yitmeyen şeriki ve naziri bulunmayan ebedî, ezelî ve zevalsiz Allahu zül-celâl vel-kemal hazretleridir. Ondan gayrı her şeye zeval erişir. Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Her şey helak olucudur, fânidir. Ancak, onun zâtı bâkidir.” Kasas sûresi: 88

Bütün mahlûkat, ölümü tadacaklar dır. Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

— “Her nefis, ölümü tadıcıdır.” Âli İmran sûresi: 185

Ey aziz kardeş:

Bilmiş ol ki, Hak celle ve âlâ yeri, göğü, ayı, güneşi ve yıldızları yarattı, bir rivayete göre bunlara yetmiş bin yıl ömür verdi. Yetmiş bin yıl tamam olunca, ecelleri gelir ve bunlar da helak olurlar. Ay, güneş ve diğerlerinin hepsi yerlere dökülür ve saçılırlar. Gökler yıkılır ve yerler bir hasır gibi serilir ve cehenneme atılır. Şimdi, bu yerin ve göğün, ayın ve güneşin ve yıldızların ömürlerinin altmış iki bin dokuz yüz altmış yılı geçince, Âdem peygamber aleyhisselâm yaratılmıştır. Ademoğulları da yeryüzünde tamam yedi bin yıl hüküm sürse gerektir, sonra kırk yıl canlılar olmadan ıssız yatsa gerektir, ki bununla yetmiş bin yıl tamam olur. (Doğrusunu Allâh bilir.)

Ondan sonra, ak gümüşten bir yer daha yaratılacaktır. Nitekim, Hak celle ve âlâ Kur'anda buyurur:

“Arz, başka bir arza ve gökler de başka göklere dönüştürüldüğü gün, insanlar muhasebe ve mücâzat için, bir ve kahhar olan Allâhu Teâlâ'nın huzuruna çıkacaklardır;” İbrahim Sûresi: 4

Meşâyih, bu kavli ittifak ettiler. Fakat, İmam Fahr-i Râzi rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Server-i Enbiyâ aleyhi efdal-üt-teâlâya efendimiz hazretleri, Mi’râc gecesi giderken melekler leşkerine uğradı. Melekler, durmadan geçip gidiyorlardı. Cebrail aleyhisselâma sordu:

— Ey kardeşim Cebrail! Bunlar, nereden gelir ve nereye giderler Cebrail aleyhisselâm cevap verdi:

— Yâ Resûlallah! Ben, yaratıldım yaratılalı bunları böyle görürüm. Amma, bir gördüğümü bir daha görmedim. Onun için, bunların ne evvellerini bilirim ne de sonlarını bilirim.

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, o meleklerden birisine sordu:

— Sen yaratılalı ne kadar yıl oldu?

O melek, kendilerine cevap verdi:

— Ömrümün evvelini ve sonunu bilmem. Ancak, şu kadarını bilirim ki, Hak teâlâ göklerde bir yıldız yaratmıştır. Bin yılda bir kere doğar. Ben yaratılan beri, Hak teâlâ onun gibi dört yüz bin yıldız daha yarattı.

Şimdi ister öyle ister böyle olsun, ittifak şunun üzerinedir ki, zamanın ahirinde âdemoğulları yedi bin yıl hükmetseler gerektir ve ondan sonra kıyamet kopacaktır.

Şimdi ey aziz kardeş:

Eğer, yukarıda bahsedilen ölüm korkularından, münkir nekir sualleri korkularından, kıyamet korkularından nefsin ibret alarak başına gelecekleri düşünmek suretiyle nefsin insafa gelmediyse, hâlâ dünyadan iğrenip emmâreliği terk etmediyse, gel sana şimdi Allahu teâlânın nefsi levvâmeye, nefsi mülhimeye ve nefsi mutma’inneye edeceği lütuf ve keremlerden, dostlarına ve kendisine muti olanlara yapacağı ihsan ve ikramlardan bahsedeyim:

Hak teâlâ, kendisine tâbi olup, peygamberlerine uyan, velilerini seven ve âsi kulları düşman edinenlere, nefislerinin hevâsına uymayarak şeytana karşı gelenlere, kerem ve inayeti ile cennetler ve cennetler içinde huriler, gılmanlar, rıdvanlar, türlü türlü rahatlıklar ve hoşluklar, izzetler, hürmetler, Buraklar, saraylar ve nimetler verecektir.

Bir o korkuları, bir de bu nimet ve ikramları düşün ve eğer kahrı sıfatından korkmazsan, bu gibi lütuflarını düşün de artık hak ve gerçek olan yola dön. Eğer, Hak teâlâ hazretlerinin kahrından korkmaz ve lütfuna özenip bütün bunları düşünmezsen, nefsinin âhireti inkârı vardır ve o nefis şakidir. Şu hâlde, var git meşâyih eşiğine düş ve bu taklidi olan imanını tahkiki imana çevir ki, nefsinin kuşkuları gitsin. Yoksa, dünyadan, ahirete Allah korusun imânsız gidersin.

Şunu da asla unutma ki, her kim Allahu Teâlâ’dan korkmaz, Resulünden utanmaz, azabından sakınmaz ve cennete heves etmezse, o kimse gayet bedbaht bir kimsedir. Onun, yeryüzünde gezip yürüdüğünün hiçbir faydası yoktur. Zira, her yerde bir isyan işler, bir yanlış söz söyler ve bulunduğu yer dahi ona lanet eder. Yaşadığı ömür, geçirdiği vakit onun üstünden hayırla geçmez, ahirete hayırla göçmez. Bunun içindir ki; bu zayıf, fakir ve hakir müellif bu kitapta Hak teâlânın kahrı sıfatlarından bahsettim, nefs-i emmâreye Hak teâlânın hışmını hatırlattım ve korkulu yerlerden haber verdim. Şimdide, biraz lütuf ve kereminden bahsedelim de olur ki bu sayede nefs-i emmâreyi nefs-i levvâmeye, nefs-i mülhimeye ve nefs-i mutma'inneye döndürebiliriz. Nefs-i emmâre de bunlara özenerek belki emmâreliğini terk eder, dünya hırs ve muhabbetini bırakır ve baki zevk ve lezzetlere heves eder, o nuranî makamlara erişmeye çalışır. Zira, bu öyle bir zevktir ki, o sultanlığın zevali yoktur, onun zevk ve sefasının da akıllardan gitmesi mümkün değildir.

Ebû-Derdâ radıyallahu anh buyurur ki:

— Cennette, salihlerin içecekleri şaraba bir kişi parmağını batırsa ve o parmağını dünyaya getirerek şöyle uzaktan bir koklatsa, dünyada ne kadar canlı varsa hepsine o şarabın kokusu erişir, bütün canlılar koşturup bu kokuyu koklamak isterler ve o kokuyu elde edebilmek için birbirlerini kırar veya deli olurlardı.

Aziz; Dünyada öyle âşıklar vardır ki, onu bu dünyada iken içmişlerdir ve canlarını o şarapla sarhoş etmişlerdir. Gözlerini de o sarhoşlukla dost yüzüne dikmişler ve iki cihanı artlarına atmışlardır.

Mevlânâ Celâlüddin (KS) buyurur ki:

— Ey mü'min! Bir ân için kulağını benden yana tut ki, sana cennete varınca edeceğin zevklerden bahsedeyim ve seni o baki mekânına özendireyim.

Ey aziz:

Bilmiş ol ki, müminlerin cennette içecekleri suyun adı TESNİM dir. Tesnim, cennette akan bir pınardır. Bu suya tesnim denilmesinin sebebi, bu sudan bardaklara dökülür ve bütün bardaklar dolar, artık o bardaklar bir daha boşalmaz ve tekrar doldurma gereği olmaz, onu yalnız mukarrebler içer, diğer cennet ehli de içerler ama şerbet ederek içerler. Zira, mukarrebler dünyada iken Allahu Teâlâ’dan başkasına gönül verip meşgul olmamışlardır. Şimdi Cennette, rıza kadehleri ile mârifet meclisinde, sevgili karşısında o şarabı dolu dolu içerler. Bu şarabın lezzetini anlatabilmek için de bir misal verelim: Bir iğneyi o şarabın içine soksalar ve çıkararak dünyada bulunan acı denizlere daldırsalar, hepsi şeker şerbetinden tatlı olur ve o denizlerde yaşayan canavarların hepsi de mest olurlardı.

Şimdi ey gafil: Eğer, o şaraba hevesin varsa, dünya şarabını terket!

Dünya şarabını terk etmeyince, âhiret t şarabı sana helâl olmaz. Terk etmek, tövbe etmektir ve ondan sonra bir daha içmemektir. Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Dünyada şarap içen ve sonra tövbe etmeyenlere, Allahu teâlâ âhirette Kevser şarabını haram eder,” buyurmuşlardır.

Bu Hadisi şerif, geneldir. Bunda hususiyet yoktur. Nasıl ki, içkinin bütün müminlere haram olduğunu beyan buyuran âyet-i kerime de umumîdir, Yani ister zengin ister fakir ister sultan ister kul olsun, içki içmek bütün insanlara haramdır.

Sırası gelmişken, biraz da dünyada şarap içenlerin hallerinden bahsedelim, şarabın dünyada ve ahiretteki zararlarını söyleyelim ki, içenler duysun ve öğrensinler de gayrete gelsin ve ahiretlerinden korkarak dünya şarabını bıraksınlar ve âhiret şarabından da mahrum kalmasınlar.

Hz. Ali kerremallahu veçhe ve radıyallahu anh hazretleri buyuruyorlar ki:

— Eğer, bir kuyuya bir damla şarap damlasa, zamanla o kuyunun suyu çekilse ve kuyu toprakla dolsa, üzerine minare yapsalar, ben o minareye çıkıp ezan okumazdım.

Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh de buyurmuşlardır ki:

— Bir kişi, bir kere içki içerse, onun gönlü kararır. Eğer, tövbe ederse ve bir daha içmezse yine ağarır. Tövbe edip ikinci defa içerse, melekler ondan rahatsız olurlar. Tekrar tövbe edip üçüncü defa içerse, Cebrail aleyhisselâm ondan rahatsız olur. Dördünce defa içerse, İsrafil aleyhisselâm ondan rahatsız olur. Beşinci defa içerse, Mikâil aleyhisselâm ondan rahatsız olur. Altıncı defa içerse, denizlerin içinde bulunan bütün haliklar ondan rahatsız olurlar. Tövbe edip yedinci defa tövbesini bozup içerse, gökler ondan rahatsız olurlar. Sekizinci içerse, yerler ondan rahatsız olurlar. Dokuzuncu defa içerse, yeryüzünde bulunan bütün yaratıklar ondan rahatsız olurlar. Onuncu defa yine içerse, cennet ondan rahatsız olur ve cennet kapıları onun yüzüne kapanır. On bir kere içerse, cehennem kapıları onun üzerine açılır. On iki kere içerse, arş ondan rahatsız olur. On üç kere içerse, kürsi ondan rahatsız olur. On dört kere içerse, arşı taşıyan melekler ondan rahatsız olurlar. On beş defa tövbesini bozup tekrar içerse, Cebbâr'ı âlem olan Allâh celle celâlühu ondan rahatsız olur. Ne'ûzü billah.

Kıyamet gününde, Allahu Teâlâ’nın salih kulları, cennette şarab-ı tabur içerlerken, dünyada içki içenlere de cehennemin zebanileri ateş yerlerinden akan irinleri verirler ve onları yılanlar ve akrepler sokar. Onların üzerine bir cehennem meleği tayin ederler, tokmakla başına bir vurur ve cehennem ateşinin denizine düşürür, kırk yıl belirsiz olur kalır. Kırk yıl sonra, o ateşin alevi bunu tekrar yukarıya çıkarır ama bekleyen o melek tekrar başına vurur ve yine o ateş denizine düşürür. Bu suretle, dünyada içki içenlere azap olunur.

İmam Ebul-Leys de buyurur ki:

— İçki içenin başına on türlü musibet gelir. Bir kısmı deli olur, küçük çocuklar onun haline güler, alay eder ve eğlenirler. Akıllılar da onu görür ve horlarlar, buyurmuştur.

  • HİKÂYE

Yine İmam Ebul-Leys buyurur ki:

Bir gün, Bağdat kabristanında bir sarhoş gördüm. Kendisini bilmeyecek kadar sarhoştu ve bir yandan işiyor, bir yandan abdest aldığını sanıyor, bir yandan da abdest duaları okuyordu ki:

Şükür ve hamd islâmı bir nur ve temizleyici kılan Allah’a mahsustur. (Minet tevvâbiyn mütetahhirin.) Allahım, Beni tevbe edenlerden ve temizlenen kullarından kıl diyordu.

Bir başka gün, yolda düşmüş bir sarhoş daha gördüm. Bir köpek onun ağzını yalıyordu. Sarhoş da köpeğe (Ey benim efendim) diye iltifatta bulunuyordu.

İşte, sarhoşların hali böyle olur, Ne'ûzü billâh. Ne yaptıklarını ne söylediklerini bilmezler, güçleri yeterse adam öldürürler, türlü türlü rezillikler ederler ki, bunların hepsi akılları başlarından gittiği için bu çirkin ve kötü hallere düşerler.

Kardeş:

  • Bir düşün, kişinin aklının başından gitmesi ne büyük musibettir. Bundan başka, içki içenler varlarını yoklarını bu uğurda harcar, mallarını israf ederek çürütür ve cimri olurlar ki, bu dahi büyük bir musibettir;

Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh, içki içenler için şöyle buyurmuştur:

“İçki, malları telef eder ve aklı da kaybettirir”.

  • İçki içenlerin bir musibetleri de, kardeşleri ile düşman yapmasıdır. İçki, bu düşmanlığa sebeptir.

Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur:

“Şeytan, şarap ve kumarla sırf aranıza düşmanlık ve kin salmak ve sizi Allahu teâlânın zikrinden ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık, vazgeçtiniz değilmi?” Mâide Suresi: 91

Bu âyet-i kerime nâzil olunca, Hz. Ömer îbn-ü-Hattâb radıyallahu anh, bu emr-i ilâhinin manasının ne olduğunu bilip anlar ve: “Vaz geçtik Yâ Rabbi der.”

  • İçki içenlerin bir musibetleri de şudur: Bunlar, ne yaptıklarını bilemediklerinden zina suçunu da irtikâp ederler. Ağızlarından olmadık sözler çıkar ve karıları boş düşer.

Onun için, Resûl-ü zişân efendimiz:

“Kızını, içki içen birisiyle evlendiren, sanki ona cehennem ateşinin içine sevk etmiş gibidir,”

Buyurmuşlardır.

Bir musibet de içki her türlü kötülüğün, günahın ve şerrin de anahtarıdır. İçki içenler, gayet kolaylıkla günah işlerler. Zira, Allahu teâlâ hazretlerini unutmuşlardır. Onlardan, amellerini yazan melekler de incinirler.

  • Bir musibet de içki içene seksen değnek vurulması emridir. Eğer bu emir dünya hayatında yerine getirilmezse, âhirette mutlaka infaz olunacak ve içki içenler bu dayaktan kurtulamayacaklar dır.
  • Bir musibet de göklerin kapısı onların üzerine kapanır, kırk gün duaları kabul edilmez. Eğer, bir daha içmezlerse, kullarına karşı rahim ve şefik olan Allahu teâlâ olur ki, kabul eder.
  • Bir musibet de ansızın eceli gelir ve tövbe etmek nasip olmaz.

Bu saydıklarımız; içki içenlerin dünyada uğrayacakları musibetlerdir. Ahiretteki musibetlerinden, Ne’ûzü billahi teâlâ, Allah Müslümanları saklasın ve esirgesin.

Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurmuşlardır ki:

—İçki içenleri, kıyamet günü getirirler. Dünyada içki içtiği kap boynuna asılmış olur, Kadehi de elinde bulunur. Bunların etleriyle derileri arasına yılanlar, çıyanlar ve akrepler doldurulur. Ayaklarına da ateşten iki nalın giydirilmiş bulunur. Beyinleri güldür güldür kaynar. O halde mahşer yerine gelirler. Bunların, öldükleri zaman gömüldükleri kabri de cehennem çukurlarından bir çukur olur.

Îbn-i Mesut radıyallahu anh buyurmuşlardır ki:

— İsterse bir damla bile olsa, içki yüzünden on kişi melundur: Sıkan, sıktıran, içen, sunan, taşıyan, yükleyen, satan, sattıran, satın alan, parasını yiyen.

Mesâbih'teki şu Hadis-i şerif de ENES radıyallahu anh hazretleri tarafından rivayet olunmuştur:

Enes (R.A.) Resûlullah (S.A.V.) den şarap hakkında şöyle rivayet etmiştir:

«On kimse melundur: Onu sıkan, sıktıran, içen, taşıyan, taşıtan, dağıtan, satan, parasını yiyen, satın alan ve mâlik olan.»

Görülüyor ki, Hak teâlânın Resûlü ve habibi, bir damla içkiden on kişiye lanet etmiştir. Biri içendir ve kalanı içmeyendir.

Hz. Osman-ı Zinnûreyn radıyallahu anh da buyururlar ki:

— içkiden uzak durun ki, bütün günahların başıdır. Allahu teâlâya imân ile içki, bir gönülde asla birlikte olmaz. Yakın olunca, birbirlerini giderirler.

Abdullah bin Ömer radıyallahu anh da şöyle buyurmuştur:

— İçki içen kişiyi mahşer yerine götürürler. Gözlerinin rengi gök ve yüzleri kapkara olmuştur. Dilleri, göğüsleri üzerine sarkmış ağızlarından salyalar akar ve gayet kötü kokar, âdeta köpek ölüsü gibi kokar ki, kime yaklaşsa ondan iğrenir ve yüzüne tükürürler. Ona derler ki: (Ey bedbaht! Dünyadan tövbe ile gelmiş olsaydın, şimdi bu felâketlere uğramazdın.)

Şimdi, bilmiş olun ki; içki içenlere rastlarsanız, selâm vermeyiniz, hasta olurlarsa hatırlarını sormaya gitmeyiniz, ölseler namazlarını kılmayınız.

İçkinin, bazı kötülükleri daha vardır. Onları da bildirelim ki, kendiniz içki içmezseniz bile, içki içenlere söyleyiniz, olur da insafa gelirler:

Ey aziz:

Bu içki dedikleri şey, tıpkı tıpkısına pisliktir. Âlimler, eğer kişinin donuna içki bulaşırsa, onun namazı dürüst değildir diye ittifak etmişlerdir, meğer ki o bulaşan yer yıkanmış ve temizlenmiş olsun. İçki, içenin ağzını pislik gibi kokutur, aklının nurunu söndürür, damarlarını sertleştirir, damarları sertleştiğinden ötürü doğru yürüyemezler. İçki, hayayı ve gayreti giderir, içki içenlerin el ve ayakları titrek olur, dilleri ağızlarının içinde pelteleşir ve peltekleşir, doğru dürüst konuşamazlar, halk arasında hor ve hakir olurlar ve hınzır gibi horlaya horlaya ölür, giderler, ölmekle de kurtulamaz, ölümlerinden sonra da türlü türlü azaplara uğrarlar. El-iyâzü billah.

Yâ ilâhi:

Müslümanları, içki içmekten sen sakla ve içenlere sen tövbe ve tevfik ver.

Aziz: Eğer, fâsıklar derlerse ki:

— Biz içki içmeyiz, bizim içtiğimiz içki değildir, başka bir şeydir veya:

— İçeriz ama az içeriz ve sarhoş olmayız.

Sakın, bu sözlere inanma ve aldanma! İçki neye derler ki, o haram olmuştur, sana onu da söyleyeyim de ona göre işini bil.

Bilmiş ol ki, içki nedir ve neden olur? Bunu, Resûl-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz açıkça beyan buyurmuşlardır.

Hak teâlânın habibi, kıyamet gününün şef i' i, bizi anamız dan ve atamızdan fazla seven, bizi şerlerden sakınıp, hayırlara kılavuzluk eden Hz. Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem, bu Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:

“Aklı gideren her şey içkidir ve bir damla bile olsa haramdır. Bir şeyin ki, çoğu sarhoşluk verirse, onun azı da çoğu da haramdır, içki, yaş veya kuru üzümden, buğdaydan, arpadan, darıdan ve baldan olur.”

Hidâye'de denilir ki:

— Her kim, sarhoş edecek kadardan az olmak şartı ile, içki içmek helâldir derse, kâfir olur. Zira, Kur'an-ı azim-ül-burhandaki sarahati inkâr etmiş olur. Şu darı suyu ki, ona sarhoşluk verecek bir şey katarlar ve mayalayarak ona BOZA diye ad verirler, o dahi haramdır. Hemen, içki hükmündedir.

İmam Muhammed der ki:

— Her kim, bunlara helâl derse kâfir olur, karısı boş düşer. Zira, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz:

“İçki ona derler ki, İçeni sarhoş eder ve aklını giderir. İster üzümden isterse başka bir şeyden olsun fark etmez,” buyurmuşlardır.

Câbir radıyallahu anh rivayet eder.

Yemen'den bir kişi huzur-u Resûlullah’a geldi ve sordu:

— Bazı fâsıklar, darıdan yaptıkları şaraba boza diyorlar. Acaba bunun içilip içilmeyeceği hakkında ne buyurursunuz?

"Sarhoşluk veriyor mu?

— Evet yâ Resûlallah! Sarhoşluk veriyor.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, şöyle buyurdular:

— Haramdır ve onu içenlere Hak te âlâ hazretleri, cehennemde yanan kâfirlerin ve fâsıkların gövdelerinden akan kanları, irinleri ve sarı suları içirir.

Ebû Malik Eş'ari rivayet eder:

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Benim ümmetimden birçok kişiler içki içerler ama akılları sıra içkinin adını değiştirirler. Şıra, boza veya bal suya derler. Halbuki, mademki sarhoşluk veriyor ve aklı gideriyor, onun da azı veya çoğu haramdır.”

Bunları bilip öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki; bazı yenecek şeyler de sarhoşluk verir ve aklı giderir, o şeyler de haramdır. Afyon vesaire gibi sarhoşluk veren bitkilerdir. Bunlar, fıkıh kitaplarında da zikr olunmuştur ve haram olduğunda ittifak edilmiştir. İmam-ı Mâlik, İmam-ı Muhammed ve îmam-ı Şafiî rahmetullahi aleyhim ecmain bunu açıkça beyan buyurmuşlardır. İmam-ı Azam Ebû-Hanife ve Ebû-Yusuf rahimehullah ve Hidâye’nin şerhi olan Nihâye'de içilecek şeyler konusunda:

Bu şaraplardan sarhoş olmak haramdır. Onun için, bazı bitkilerin tohumundan da sarhoş olmak haramdır. Bununla beraber, içilen şeylerden sarhoş olmak, yenilen şeylerden sarhoş olmaktan beterdir demişlerdir.

Câmi-üs-sagir şerhinde bu şekilde zikredilmiştir:

— Her kim, helâldir diye yese veya içse kâfir olur ve Hak teâlâ hazretlerinin huzuruna imânsız gider. Ne'ûzü billahi teâlâ.

Bu kitabın müellifi de der ki; afyon ve buna benzer nebatların tohumlarını veya suyunu, ki bunların haram olduğu yukarıda açıklanmıştır. İlâçların içine katarak tedavi bahanesiyle alsalar ve aklı bir müddet gitse, bu ilâç da haram olur. Bilhassa, şu berş-i îsa dedikleri ki, şimdi halk ekseriya onu helâl diye yemektedir. O nasıl helâl olur ki, terkibindeki bazı maddeler sarhoşluk verici nebatlardandır. İçine afyon ve safran karıştırırlar ve öyle yerler amma, akılları başlarından gider. Şu hâlde diğerleri haram olduğu gibi bu dahi haram olur.

Şimdi ey aziz:

Sözün kısası, sarhoşluk verici şeyleri yiyen veya içen ve aklı gideren bu gibi şeylere helâl diyen kâfir olur.

Hak teâlâ azze ve celle, kıyamet gününde ferman buyurur:

— Hani, benim düşmanlarım nerede? Getirin onları!

Cebrail aleyhisselâm niyaz eder:

— Yâ Rab! Senin düşmanların çok, hangilerini irade buyurursun?

Hitab-ı izzet vârid olur:

— Hani, o sokaklarda sarhoş olup yürüyenler ve tövbe etmeden ölenler. Hani, benim haram dediğim şeyleri işleyenler. Hani, kendilerine mahrem olmayan kadınlarla güzel vakitler geçirenler. Hani, benim salih kullarımı hor görüp incitenler. Hani, benim emreylediğim zekâtlarını vermeyenler, hani, benim farz kıldığım şeyleri terk edenler. Getirin hepsini ve cehenneme atın.

Şimdi ey aziz:

Aklını başına devşir. Birkaç günlük fâni zevk ve lezzetler için, kendini âhiret mihnetlerine uğratma. Mevlâ'nın buyurmadığı ve hoşlanmadığı yerlere varma. Mevlâ'nın buyurduğu ve sevdiği yerlerden yüz çevirme. Tâ ki, ebedî saadet ve selâmete erişe bilesin.

Yine sözü uzattık, maksada dönelim:

Evet, sözümüz cennet ehlinin içtikleri şarapta kalmıştı. Dünya şaraplarını içenler, tövbesiz ölürlerse cennet şaraplarını içemezler demiştik.

Cennet ehli, cennette ne zaman yemek isteseler, kuş etleri yerler. Eğer, cennet ehlinin orada yedikleri yemişler den bir tanesinin suyunu sıksalar ve bir damlasını dünya denizlerine damlatsalar, bütün o acı denizler şeker şerbetinden tatlı olurlardı. Aziz; Cennet nimetlerini kimse vasıf edemez. İnşâllahu teâlâ sen de gidince kendin görürsün.

Allahu azim-üş-şân, Kur'an-ı hâkiminde mü'min kullarını cennetine davet eder ve orada kendilerine ikram edeceği nimetleri sayar:

“Fakat, muttakiler için bir fevz mahalli, cehennem ateşinden necat vardır. Meyveli ağaçlarla dolu bahçeler, üzüm bağları, memeleri yumru yumru ve hepsi aynı yaşta kızlar ve içi şarap dolu kadehler vardır.” Nebe sûresi: 36

Ebû Tayyibe Selim'den rivayet eder:

Cennet ehlinin üzerlerine bir bulut gelir ve der ki: (Size ne yağdırayım?) Cennet ehli, o buluttan ne dilerlerse, Allahu teâlânın izniyle o yağar.

Hak teâlâ, cennet ehline edeceği ihsanları vasıf ederken:

Onlar, öyle nimetlerdir ki ne gözler görmüş ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbi düşünebilmiştir, buyurmaktadır.

Ey aziz:

Cennet kokuları, öyle kokulardır ki kırk yıllık yoldan cennet ehline karşı gelir. Oysa, dünyanın hangi türlü kokusu olsa, bir günlük yola varmaz. Bu dünyada ne kadar koku varsa toplasalar cennet kokularının zerresi değildir. Dünyada ne kadar hoşluklar ve lezzetler, zevk ve sefalar, içecekler varsa, cennet lezzetleri yanında bir sinek kanadı kadar bile değildir. Bu dünya, âhiret yanında bir çöplük gibidir. Zira, bu dünyanın her nesi varsa, hepsi fânidir, bir gün olur geçer, gider. Oysa, âhirette hepsi bakidir, verilenler asla geri alınmaz.

Zaman olur ki, imân ehlinden cehennemde kimse kalmaz, yani zerre miktarı imânı olanlar dahi cehennemden çıkarlar. Zerrece imân neye derler bilir misin? Bir kimsenin ancak, Allahu teâlâ ile kendisinin bildiği bir günahı olsa, fakat Allahu Teâlâ’dan korkarak o günahı terk etse ve bir daha işlemese, zerrece imân olur.

Meselâ, bir kimse karısını boşasa, fakat boşadığı duyulmadığı halde, bizzat kendisi onu boşadığını halka bildirse ve nefsini o kadından sakınsa, zerrece imandır veya bir kimseye bir miktar borcu olsa, alacaklısı bu alacağını unutsa yahut ölse gitse, borçlu olduğunu da hiç kimse bilmese ve fakat Allah korkusuyla o borcunu alacaklısına veya mirasçılarına ödese, zerrece imandır.

Hâsılı, kebâ'ir dediğimiz büyük günahları, insanlar görüp bilmedikleri halde, Allah korkusuyla terk edip işlemeyenler, zerrece imân hâsıl etmiş olurlar ve o zerrece imanları yüzünden de cehennemde ebedî olarak kalmaz, günahları miktarı yandıktan sonra cehennemden çıkarlar.

İllâ, bu gibi günahlarla ahirete gidenlerin, imânsız gitmelerinden korku vardır

Eğer, kebâ'ir günahlar nedir? diye sorarsan, bunlar pek çoktur. Hele birkaçını söyleyivereyim:

  • Anaya- babaya âsi olmaktır,
  • İçki içmek ve zinâ etmektir.
  • Haram yemek, fâiz yemek ve gıybet (Dedikodu) etmektir.
  • Namazı terk etmektir.
  • Livatâ etmektir.
  • Zekâtı vermemektir.
  • Gücü yettiği halde, hacca gitmemek tir.
  • Yılda bir ay oruç tutmamaktır.

Buna benzer ne varsa ki, Hak teâlâ işlenmesini veya işlenmemesini emretmiştir, âlimler bunların büyük günahlardan olduğunda ittifak etmişlerdir. Fakat, bu günahların içinde livatâ kebâ'irin, kebâ'iridir.

Aziz: Sırası gelmişken livatânın ulu günah olduğunu söyleyeyim, öğren ki faydası çoktur. Evvelâ, livatâ neye derler bilir misin? Erkeğin, erkekle çiftleşmesine livatâ derler.

Hak teâlâ, kelâm-ı kadiminde buyurur:

“Sizden evvel, âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?” Araf sûresi: 80

Malik bin Dinar rahmetullahi aleyh der ki:

— Erkeğin erkekle birlikte olması gibi kötü bir fiil önceki ümmetlerden hiç birisinde görülmedi bu sadece, Lût kavmi arasında vâki oldu. Onlara da şeytan aleyhil-lâ'ne geldi, talim eyledi ve öğretti. Maksadı, onları Hak teâlâ hazretlerinin hışmına ve gazabına uğratmaktı, nihayet uğrattı.

Bundan başka, Hak teâlâ haber verir ki:

“Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yanaşıyorsunuz?” Âraf suresi 180

Halbuki, kadınlardan muvahhit kız veya erkek çocuklarınız olur ve insan nesli kıyamete kadar devam eder, denilmek istenilmiştir. Kaldı ki, Hak teâlâ insana şehveti bu hikmet için vermiştir. Siz, sadece şehvetlerinizin tatmini için bu hikmetten gafil oldunuz ve sadece şehvetlerinin tatmini için birleşen eşeklerden beter hale düştünüz. Bu kötü fiili işlemek, cahillik ve şekavettir,

Hak teâlâ buyuruyor ki;

“Siz, Allâhu teâlâya karşı haddi aştınız. Çünkü, helâli bırakıp harama yöneldiniz. Hak teâlânın hikmeti ve halk ettiği insan neslinin yolunu kestiniz, (insan tohumunu ziyan ettiniz.) Meclislerinizde, her çeşit kötülüğü yaptınız ve o murdar livatâ ile meşgul oldunuz.” Ankebut suresi: 29

“Onlar, bu çirkin ve kötü fiili terk etmediler ve biz, bu kasaba ahalisi üzerine kötülükleri yüzünden gökten azap indirecek ve taş yağdıracağız.” Ankebut sûresi: 34

Duyurulmuş ve gerçekten Cebrail aleyhisselâm gönderilerek bir kanat darbesiyle bu fesat ehli yedi kat yerin dibine sokulmuştur. Onların bu kötü fiili terk etmeyerek, Allahu teâlânın hışmına uğramalarına gök melekleri acıyarak ağlaştılar. Cebrail aleyhisselâm, dört yüz bin kişilik bu şehir halkını baş aşağı bırakıverdi. Hak teâlâ azap meleklerine ferman buyurdu, cehennemin sıcak ve ateşli taşlarından bunların üzerlerine yağdırdılar. Her taşın üzerinde Lût kavminden bir fâsıkın adı yazılı idi. Bunların hepsi helak oldular, şehirlerinin bulunduğu yerde katran gibi sular çıkarak büyük bir göl oldu.

Nitekim Hak teâlâ Kuranda buyurur:

“Vaktâ ki azap emrimiz geldi, şehirlerinin üstünü altına getirdik.” Hûd sûresi: 82

Yani, Cebrail aleyhisselâma livatâ edenlerin şehirlerini yukarı kaldırması ve sonra baş aşağı ederek aktarma emir olundu:

“Ve başlarına balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.”

Bu âyet-i kerimede ki SİCCİL aslında SÎCCÎYN idi. (N) harfi (L) harfine tebdil olundu. Yani, o taşlar cehennemden yağmur damlaları dizilerek yağdı demektir.

“O taşlar, Rabbin celle şânenin indinde damgalanarak istif edilmişti.” Hûd süresi 82

Âyet-i kerimesinden murat, yani her bir taşın Üzerine fâsıklardan birisinin adı yazılmak suretiyle nişanlanmıştı, demektir.

“Bu taşlar bütün zalimlerden uzak değildir.”

Hasan Basri rahmetullahi aleyh buyuruyorlar ki:

— Bu âyette, ümmet-i Muhammed’den livatâ eden her fâsıka, o büyük azaptan korku vardır.

Bu sebepte, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Cebrail aleyhisselâma bu zalimlerin kimler olduklarını sordum. Bana cevaben: Ümmetinden livatâ edenlerdir. Livatâ eden bütün zalimlerin başlarında, 0 çirkin fiili işlediği yerde o cehennem taşlarından birisi düşüp onu helak etmek üzere asılı durur.” dedi.

Hak teâlâ hazretleri buyurur:

“Yemin ederim, biz o kasabadan akıllarını kullanacak bir kavim için ibret olmak üzere apaçık bir nişane bıraktık.”

Bazı müfessirler buyururlar ki; Hak teâlâ hazretlerinin NÎŞAN olarak vasıf ettiği, Lût Kavminin üzerine yağdırılan cehennem taşları olabilir.

Kitaba ilaveten örnek olması amacı ile haricen eklenmiştir: (Günümüz keşiflerine uygun olarak bu “Nişana” örnek olabilecek, “Pompei” halkının hazin sonlarını gösterebiliriz. Vezüv yanardağının ansızın patlamasıyla, sapıklıkta her türlü sınırı aşan 200.000 nüfuslu Pompei halkı bir anda lavların altında kalarak taşlaşmışlardır. Bu o kadar ani olmuştur ki herkes o an oldukları vaziyette kalakalmış ve taşlaşmışlardır. Pek çok çift sapkınlıkları esnasında taşlaşmıştır. 1748 yılında keşfedilen bu şehir, Allahın azabına nişane olabilecek şekilde herkes o an oldukları vaziyette taşlaşmış olduğu halde günümüze kadar aynen olduğu gibi kalan, herkesin gezip görebildiği ibretlik bir numune olması sebebi ile bahsedilen “nîşana” örnek olarak kitaba ilaveten haricen eklenmiştir.)

Bu ümmetin evveli, o taşları görmüşlerdir. Bazıları da buyururlar ki, helak edilen o şehrin bulunduğu yerde çıkan o kara sudur. Şimdi, orası gerçekten büyük ve kapkara görünüşlü, murdar bir göldür ve ona uzaktan bakan son derecede korkar, ki o denize Lût denizi derler. Musa aleyhisselâmın türbesine yakındır.

Bu hakir müellif, Musa aleyhisselâmın kabrini ziyaretine gittiğimde bu vesile ile Lût denizini de gördüm. Suyuna elimi soktum yağ gibi bir şey bulaştı. Gayet kötü kokuyordu. Kırk gün müddetle" o pis koku elimden çıkmadı, birçok ilâç ederek güçlükle giderdim. Böylece o murdar fiilin eserlerini de orada görmüş oldum.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurur;

“Ümmetim üzerine korktuğum günahların en korkulusu, son derece çirkin ve kötü olan Lût kavmi amelidir.”

Yani, demek olur ki, bütün günahlar bir bir sayılsa, bundan korkunç ve büyük günah olmazdı.

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurmuşlardır:

“Lût kavmi amelini işleyen, Allâhu teâlânın rahmetinden mahrum ve uzak olmuştur.

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:

“Lût kavmi fiilini işleyen iki kişi görürseniz, tarafların rızası dahi olsa, her ikisini de tepeleyiniz.”

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:

“Her kim, güzel yüzlü bir oğlana şehvet nazarı ile bakarsa, o haram şeye tövbe edinceye kadar kalbi düzelmez.”

Hz. Ali keremullâhi veçhe radıyallahu anh efendimiz de:

“Hangi erkek, şehvetini defetmek için bir başka erkeğe livatâ ederse, kıyamette ona büyük bir ateşe koyarlar ve öyle bir yere asarlar ki, bütün mahşer halkı görür ve o kimsenin dünyada o çirkin ve kötü işi işlediğini ve tövbe etmeden öldüğünü ve bu yüzden azaba düçar olduğuna anlar ve ona lânet ederler.”

Îbn-i Abbas radıyallahu anh hazretlerinden rivayet olunmuştur ki:

“Bir erkek, bir erkeğe binerek livatâ eylese, arş Hak teâlânın azameti ile titrer. Bu öyle büyük bir günahtır ki, Allâhu teâlânın gazabını çeker.”

Hidâye'de denilmiştir ki:

«Bir kimse, karısına arkadan yanaşsa veya bir erkeğe livatâ eylese, İmamı-ı Azam a göre; şiddetle cezalandırılması, çok pis bir yerde hapsedilmesi tövbe edinceye kadar oradan çıkarılmaması gerekir.» İyi bilinmelidir ki, genç çocuklar kadın hükmündedir, belki buna karşı olan şehvet daha fazladır. Hatta bazı âlimler ve fakihler MUHAZÂT meselesinde:

Yetişkin çocuklarla aynı safta namaza durulsa, o safta bulunanların namazları fasit olur, demişlerdir.

İmam Muhammed rahimehullah, bir gün hamama gitti. Ansızın, bir genç çocuk karşısına gelip oturdu. Îmam, o çocuğa bakarak kim olduğunu sordu, tellâk olduğunu öğrenince, talebelerini azarladı ve genç tellâğı dışarıya çıkartmıştır

Şunu da bilmelisiniz ki, bir başka oğlana livatâ etmenin günahı ne ise, kendi kölesine livatâ etmenin günahı da odur.

Her kim, kendi kölesine livatâ etmeyi helâl görürse Allâh korusun kafir olur.

Denilmiştir ki: Güzel oğlana, şehvetsiz dahi olsa bakmak haramdır. Zira şehvetle bakmaya yol açar.

Bazıları her ne kadar:

— Bende şehvet yoktur veya ben şehvet gözüyle bakmam, onun güzelliğine bakarım, derlerse de yanlıştır. Zira, Hak teâlâ güzel oğlana bakmayı mutlaka haram etmiştir.

Nitekim:

“Mümin erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar ve namuslarını korusunlar.” Nûr sûresi: 30

Âyet i kerimesinde yalnız kadınlara değil, genç çocuklara da bakmanın haram olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Bu âyet-i kerimenin nüzulün de cereyan eden bir hâdiseyi, îbn-i Abbâs radıyallahu anh şöyle anlatmaktadır:

Meğer, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz zamanında münafıklardan birçoğu, güzel oğlanlara bakar ve derlermiş ki:

Biz, Hak teâlânın yaratıştaki mükemmelliğini ve kudretinin kemalini düşünmek için bakıyoruz, maksadımız, nefs şehveti değildir.

İşte, bu bozuk düşünce ve yönelişleri ortadan kaldırmak için

Allahu teâlâ şu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu:

“Onlar, devenin nasıl yaratıldığına, semanın nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına hâlâ ibretle bakmazlar mı?”

Bu âyet-i kerime, her bakımdan gayet manalı ve münafıkları susturacak mahiyette idi. Hak teâlâ, yaratış ve kudretinin kemalini görmek bahanesiyle 'güzel çocuklara bakan münafıklara ihtar buyuruyor ve diyordu ki:

— Yâ Muhammed! Bunlar, develerine bakmazlar mı? O koskoca hayvan insanoğluna nasıl itaatkâr ve uysal olmuştur. O iri gövdesine rağmen, her ne hizmete götürseler gider ne yük vursalar taşır, mini mini bir çocuk yularından tutup dilediği yere gider. Eğer, onda yavuzluk, haşarılık ve serkeşlik olsaydı, bir deveyi acaba yirmi kişi zapt edebilirler miydi? işte, benim yaratış ve kudretim kemaliyle orada görülür.

Sonra, onlar göklere bakmazlar mı? Ne yüce ve ne engindir, direksiz, boşlukta durur. Dağlara bakmazlar mı? Nice yüz bin yıllardır, bulundukları yerlerde âdeta mıhlanıp kalmışlardır. Yerlere bakmazlar mı? Nasıl döşenmiş ve süslenmiştir. İnsanoğlu üzerinde otursun diye sessiz sedasız durur. İşte, ibret alınacak, hakkın yaratış ve kudretinin kemalini düşünecek şeyler bunlardır. Eğer, basiretleri varsa bunlara bakarlar.

  • HİKÂYE

İmam-ı A’zam Ebû-Hanife rahmetullahi aleyh, yıllarca İmam Muhammed'e ilim öğretti, bir kere bile yüzüne bakmadı. Zira, bu talebesi sakalsız idi. Bir gün, hazreti İmama hediye olarak birkaç tarak getirdiler, o da bunları talebelerine dağıttı, fakat imam Muhammed'e vermedi. İmam Muhammed;

— Yâ imam-ül-müslimiyn! dedi. Ben kuluna tarak vermedin dedi.

İmam-ı A'zam hazretleri, yine yüzüne bakmadan cevap verdi:

— Senin tarağa ihtiyacın yoktur da onun için vermedim, dedi.

— Yâ imam! Benim sakalım gelmiştir, deyince başını kaldırdı ve talebesinin yüzüne ilk defa baktı, ona dua etti ve bir tarak hediye etti. Îmam Muhammed de hocasının ellerinden öptü, ona dua ve senâlar eyledi.

Var fikreyle ki, onların nazarlarından iyi nazar olur mu? Hatta, onların nefislerinden iyi nefs olur mu? O elinde büyüyen, kendisinden ilim öğrenen ve böylelikle ona her bakımdan oğul olan bir gencin yüzüne bakmamıştır, tâ ki sakalı geldiğini dahi fark etmemiştir. Demek ki, nefse inanmak olmaz ve “Benim nefsim islâh olmuştur kötü nazarla bakmam” demek yanlıştır. Görmez misin ki, Hak teâlâ haber verir Yusuf peygamber aleyhisselâmdan:

“Ben, nefsimi temize çıkarmıyorum. Zira, nefis gerçekten kötülüğü şiddetle emredicidir.” Yûsuf sûresi: 5

O koca bir peygamber olduğu halde böyle söylerse, gerisini sen düşün.

Sen, riyazet sarayında nefsi al ki bendine;

Fırsat bulup düşürmesin nefsin seni fendine.

Yoksa, benim nefsim temizdir. Ben, fena gözle bakmam diyerek genç çocuklara ve güzel kadınlara bakanlar, fâsıklardır. Eğer: (Bize bakmak helâldir.) derlerse Ne’ûzü billahi teâlâ— kâfir olurlar.

Bunun için, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem;

“Kendi karısı veya cariyesi olmayan yabancı güzel kadınlara bakmak, şeytanın zehirli oklarından zehirli bir oktur. Genç çocuğa bakmak, ondan da beterdir ki, kişinin dinine ve ameline ziyanı çoktur. Eğer, harama bakmaktan tövbe ederse, Hak teâlâ ona kâmil bir iman verir ve onun lezzetini gönlünde bulur, buyurmuşlardır.”

Süfyân-ı Sevri rahmetullahi aleyh hazretleri buyuruyorlar ki:

Ümmeti Muhammed’iN Livatâ edicileri üç sınıftır:

  • Bir kısmı gözle bakarak livatâ ederler. Nitekim, Resûl-ü zişân buyurmuştur: “Gözler de dua edicidirler. Harama bakmak, gözlerin zinasıdır.”
  • Bir bölüğü de yapışmak zinası ederler. Yani, bazan okşar ve bazan da çimdiklerler ki, bu dahi livatâ hükmündedir.
  • Bir bölüğü de doğrudan doğruya livatâ ederler ki, malûmdur.

Meşayih-i kiram buyururlar ki:

— Şehvetine düşkün bir kimse, şehvetle bir oğlanı öpse, Hak teâlâ kıyamet gününde ferman buyurur, bir melek cehennemden bir makas getirir, oğlanı öpen o kimsenin dudaklarını kırpar. Tekrar dudak olur, tekrar kırpar ve bu birçok defa tekrarlanarak o kimseye azap olunur.

Eğer o oğlana daha ileri bir muamelede bulunursa:

“Kadınları bırakıp, şehvetle erkeklere mi yanaşıyorsunuz?” denir ve Hak tealâ buyurur, cehennemden bir köpek getirerek ona musallat ederler. O köpek, livatâ edeni yakalayıp yüzü koyun yere yatırır ve dübüründen başını sokarak bağırsaklarını makatından dışarı çıkarır, parça parça eder ve o kişi de böylece azap görür ve onun karnından ve bağırsaklarından öyle kötü ve pis bir koku gelir ki, bütün cehennem ehli feryat ederler:

— Elli bin yıl daha cehennemde kalalım, tek şunun pis kokusunu duymayalım, derler.

İşte, livatâ etmek böyle büyük bir günahtır, öyle ise, bu ve buna benzer büyük günahları terk etmek, zerrece imân hâsıl etmektir. Cehennemden kırk yıl önce çıkanlar, o zerrece imânı olanlardır. Bunlar da cehennemden çıktıktan sonra, ölümü bir alaca koç şeklinde getirir ve cennet ile cehennem arasında bir yerde boğazlarlar ve derler ki:

Ey cennet ehli! Artık, size hiç ölüm yoktur. Varın, ebedi olarak yiyip için zevkinize bakın.

Ey Cehennem ehli! Size de ölüm yoktur. Bu azaplardan kurtuluş da yoktur. Azaplar içinde, ebediyen kalınız.

Ondan sonra, cennet ehli cennette ve cehennem ehli de cehennemde kalırlar.

Hani, yukarıda ölümü alaca bir koç şeklinde getirir ve cennet ile cehennem arasında boğazlarlar demiştim ya; işte o koç cennetten yana dönerek nida eder. Ne kadar cennet ehli varsa, duyarlar ve sevinirler, hepsi de bu koça bakarlar. Koç bu defa da cehennemden yana dönerek nida eder. Ne kadar cehennem ehli varsa, duyarlar ve gayet melûl olurlar ve bu koça melâmetle bakarlar. Derken bir münadi seslenir:

— Bu koçun ne olduğunu bilir misiniz?

Gerek cennet ve gerekse cehennem ehli cevap verirler:

— Evet, biliriz ölümdür, derler.

Cennet ehli ilâve eder:

— Ne güzel hediyedir ki, bize Hak teâlâ tarafından ihsan buyurulmuştur. Bizim saadetimize ve beşaretimize sebeptir. Cennette kaldık ve ebediyen burada kalacağız.

Cehennem ehli ise:

— Ne kötü ve şerli şeydin, ki bize geldin, derler. Bizi, hoşluğumuzdan ve rahatımızdan aldın, bizi mihnetlere bıraktın. Gel, şimdi bizi bu mihnetlerden de kurtar bakalım.

Bu sırada, Yahya peygamber aleyhisselâm elinde bir bıçak olduğu halde gelir ve ölümü boğazlamaya hazırlanırken, Hak teâlâ tarafından bir nida gelir;

Ey cennet ehli! Artık, size hiç ölüm yoktur. Varın, ebedi yiyip içip, eğlenin.

Ey cehennem ehli! Size de ölüm yoktur. Buradan kurtuluş da yoktur. Azaplar içinde kalın. Daha sonra, cehennemin kapılarını kapatırlar ve kilitlerler. İnsanlarla şeytanlar birbirlerine karışırlar. Cehennemin kapıları kilitlenip mühürlendikten sonra, öyle karanlık olur ki, göz gözü görmez ve artık onlara hiç kimse çare ve medet olamaz, ebediyen bu azap içinde kalırlar.

İlâhi; Bütün ümmet-i Muhammed’i bu zorluklardan ve azaplardan emin eyle yâ Rabbel-âlemiyn.

Ey miskin âdemoğlu:

Şu korkulardan hiç korkmaz mısın? Şu nimetlere hiç özenmez inisin? Hak teâlâ, her mümine cennette inciden birer saray verir. O sarayın, otuz kapısı bulunur. Her kapının birbirlerinden uzaklığı, 30 günlük yol kadar olur. Her kapısında otuz melek kapıcı bulunur. Her sarayın içinde, yetmiş bin köşk bulunur ve bir köşkün rengi, diğer köşkte bulunmaz. Güzellikte ve yücelikte, birbirinden üstün olur; O köşklerin içinde ırmaklar, çeşmeler, havuzlar, şadırvanlar akar. Kiminden süt, kiminden bal, kiminden şarap akar. Hak teâlâ, Kur'anda bunları bir bir över ve buyurur:

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?” Muhammed sûresi: 15

Orada akan sular, sütten ak ve şekerden tatlıdır, kardan da soğuktur. O köşklerin içleri huri ve gılmanlarla doludur. Her birisinin yüzü ayın on dördüne benzer. Eğer, o hurilerden birisi serçe parmağını bu dünyaya göstermiş olsaydı, bütün hevâ-perestler ona: (Bu Tanrı’dır.) diye taparlardı. Güzellikleri, ayın ve güneşin nurunu bastırırdı. O hurilerin ağızlarından bir damla dünya denizlerine akmış olsaydı, bütün denizler şeker şerbetinden tatlı olurlardı. O hurilerin güzellikleri hiçbir zaman geçmez, onlar hiçbir zaman kocamazlar, belki günden güne daha güzel olurlar. Erlerinden gayrı hiç kimsenin de yüzüne bakmazlar. O huriler, öyle naziktirler ki, erleri kendi yüzlerini, onların yüzlerinde görürler.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

— Hak teâlâ hazretleri; cennet içinde, cennet ehlinden en aşağı mümine, böyle beş yüz huri ihsan buyurur.

Eğer, bunlara neden HUR-Î-AYN denildiği sorulacak olursa, cevap budur ki, bunlar kara gözlü ve ak yüzlü olduklarından HUR-Î-AYN denilmiştir. Bunların, tenlerinde hiç kılları yoktur. Gövdeleri gayet ak ve nurludur. Kaşları, gözleri, kirpikleri ve saçları karadır. Vücutlarının geri kalan yeri bir ak nurdur. Erlerinin karşısında, yetmiş türlü elbise giyerler. Her saatte yetmiş türlü elbise ile donanırlar ve dolanırlar. Bir giydiklerini, bir daha giymezler. Gövdelerine bakınca, kemikleri ve kemiklerinin içinde ilikleri görünür. Dudaklarının tadı, şekerden de tatlıdır. Dudaklarının kırmızılığı, gül yaprağına benzer ve kokuları misk ve anberden de nazik kokar. Huriler, ne kadar çok olurlarsa da birbirlerini kıskanmaz ve hased etmezler.

Bunlardan gayrı çengi huriler dahi verse gerektir ki, bunların seslerini duyanlar hayran olurlar. Söylediğim bu vasıflar, cennetin zerresinin zerresi bile değildir.

Ey mü'minler:

İnşa’allahu teâlâ siz varır ve bunları gözlerinizle görürsünüz.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sordular:

— Yâ Resûlallah! Cennette semâ' olur mu?

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:

— Bir ırmak vardır. O ırmağın kenarı kızlar, oğlanlar ve hurilerle doludur. Onların güzelliklerini hiç kimse tarif edemez. Bunların hepsi çalgıcıdırlar. Cennet içinde, bunlardan güzel sesli yoktur.

Ebû-Derdâ radıyallahu anh hazretlerine ravi sordu:

— Bunlar, çalıp söyledikleri vakit ne derler?

Ebû-Derdâ cevap verdi: . . .

— Tesbih ederler, tahmid ederler ve Hak tealâyı tevhid ve temcid ederler.

Fahr-i kâinat aleyhi ve âlini efdal-tit-tahiyyat efendimiz buyurdular ki:

— Hak teâlâ, cennet içinde kırmızı yakuttan yetmiş bin şehir yaratmıştır. Her şehirde, yetmiş bin ev yaratmıştır her biri ak incidendir. Her evin içinde, yeşil cevherden yetmiş bin taht yaratmıştır. Her tahtın üzerinde, ak nurdan bir huri kızı yaratmıştır. O hurinin yetmiş bin zülfü vardır ve her zülfüne kızıl yakut ile ak inci dizilmiştir. Sağ yanağına EBÜ-BEKÎR- İS-SIDDIYK (Radıyallahu anh) ismi yazılmıştır. Sol yanağına ÖMER-ÜL-FARUK (Radıyallahu anh) ismi yazılmıştır. Alnına OSMAN-I-ZİNNUREYN (Radıyallahu anh) ismi yazılmıştır. Çenesine ALiYYEL-MÜRTEZA (Radıyallahu anh) ismi yazılmıştır. Dudaklarının kenarına BISMÎLLAH-ÎR-RAHMAN-İR-RAHİYM yazılmıştır. Ay içindeki yıldızlar gibi, bu yazılar pırıl pırıl parıldarlar.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bunları tarif ederlerken sordular:

— Acaba bunlar kimlerin ola?

Efendimiz saadetle buyurdular:

— Bunlar, beş vakit namazı, abdest alıp daima cemaatle, imamla kılanlarındır.

Efendimizden tekrar sordular:

— Yâ Resûlallah! Bu hurileri, neyden yaratıldı?

Efendimiz saadetle cevap verdiler:

— Üç şeyden halk etti: Aşağı taraflarını miskten, orta taraflarını anberden ve yukarı taraflarını ak kâfurdan mü'minler için yarattı. Bu hurilerin saçları, kaşları, gözleri ve kirpikleri kara nurdan ve diğer azaları da ak nurdandır. Cennet ehlinin en aşağısındakine, en az verdiği zaman Hak te-âlâ bin köle verir ki, o kölelerin tenleri ak inciden dahi ak ve berrak olur. Birisinin hüneri, diğerinde bulunmaz. İki saf olup, o mü’ minin karşısında dururlar.

Ey aziz.

Cehennem ehlinin, kabirlerinden doğrulup kalktıkları vakit, her birinin suratlarının başka türlü surata değiştirildiğini söylemiştik. Cennet ehli ise, İsrafil aleyhisselâmın sûrunu işitince, uykudan uyanır gibi uyanırlar ki, melekler ellerinde altından taçlar ve ipekten hülleler baş uçlarında onları beklemektedir. Buraklarını da hazırlamışlardır. Eğerleri nurdan ve yeleleri misk ve anberden dir. Melekler derler ki:

— Ey mü'minler! Geliniz ki, bugün mahşer günüdür işte taçlarınız, işte hülleleriniz ve işte binekleriniz olan Buraklarınız. Bunları giyinin, başınıza taçlarınızı takın, Buraklarınıza binin ve huzur-u ilâhiye varın. Bugün Allahu teâlâ kadı olmuştur. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, şefaatçi olmuştur. Allahu teâlânın adalet terazisi kurulmuştur. Cennet sağ yana ve cehennem sol yana konulmuştur. Sırat köprüsü, cehennemin üstüne gerilmiştir. Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, alemini mahşer yerine dikmiştir. Mü'minler, o alemin altında toplanın, derler ve kabirlerinden kalkan müminleri buraklara bindirir ve yola koyulurlar. Mü'minlerin ardlarında, önlerinde, sağlarında ve sollarında binlerce melekler tekbir ve salâvat ile yürür ve onları mahşer yerine götürürler. Mahşer yerinde toplananlar, bunların gelişlerini görür ve birbirlerine sorarlar:

Bunlar kimlerdir?

Melekler cevap verirler:

— Bunlar, Hz. Muhammed aleyhisselâmın salih mü'min kavmidir. Bunlar, hayatlarında Allahu Teâlâ’m emirlerini sıkı sıkı tutmuş ve yasaklarından sakınmışlar dır. Dünyada iken bütün çalışmaları ve istekleri, Mevlâlarını kendilerinden hoşnut ve razı etmekti. Gece ve gündüz bunu sağlamaya çalışırlardı. Şimdi, işte gördüğünüz gibi Allahu azim-üş-şân kendilerinden hoşnut ve razı oldu ve bunlara bu ululuğu ve izzeti verdi. Daha büyük ululukları ve izzetleri cennettedir, derler.

Bunlar, mahşer yerinde sağ tarafta Nebilerin ve Hak velilerinin bulundukları mahalde durdurulurlar. Amelleri teraziye götürülür ve tartılır. Bir kere LA ÎLÂHE İLLALLAH demeleri bütün günahlarının bağışlanmasına sebep olur.

Ey kardeş:

İyi bil ki, onlar senin ve benim gibi gafletle LÂ İLAHE İLLALLAH demezlerdi ki, bu rütbeleri bulmasınlar. Bunların terazileri ağır gelince, Hak teâlâ cennete götürülmelerini irade buyurur. Gelir, sırattan da geçirilirler ve cennetteki makamlarına götürülürler.

O zaman ki, bunlar sıratın üzerine ayak basınca, cehennem seslenir:

— Tez geçin ey mü’minler. Nurlarınız ateşimi söndürür. Bunlar da sıratı yıldırım gibi geçer ve cennetteki saraylarına varır ve yerleşirler.

Bunlardan da ileri âşıklar ve Allâh dostları vardır ki, onlar kıyamet koptuğunu dahi bilmezler. Sûri hesap, azap ve ceza görmezler, İsrafil aleyhisselâm sûrunu üfleyince, kabirlerinden kalkarlar, yeşil kanatlı atlara binerler, kuş gibi uçarlar ve cennete varırlar. Mahşer yerine dahi uğramazlar. Melekler, yeşil atlı bir bölük kavmin, kuşlar gibi uçarak cennet yoluna girdiklerini, hesaba ve sırata hiç uğramadıklarını görerek sorarlar:

— Nereye gidiyorsunuz?

— Cennete!

— Dönün geriye ve mahşer yerine varın ki, sûri hesap vermek gerekir.

— Ne verdiniz bize ki, bizden hesap sorarsınız. Dünyada, neye mâlik olduysak, hepsini dost yoluna geri verdik. Dünyaya çıplak geldik ve dünyadan çıplak olarak çıktık. Sonumuza buçuk yol kalmadı.

— Kimsiniz? Hangi kavimdensiniz ki, böyle gidersiniz?

— Biz, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem ümmetindeniz. Şu bindiğimiz atlar, cennetten geldiler, işte bizi alıp cennete götürüyorlar.

Bu zevat ile melekler arasında bu konuşmalar olurken hitab-ı izzet gelir:

— Bırakın onları ki, dünyada benden gayrı hiçbir şeyle meşgul olmadılar.

Bu emr-i sübhani üzerine melekler:

— Varın gidin, cennet sizindir ve cennette didâr sizindir, derler.

Muhaddisler buyurmuşlardır ki, cennet sekizdir. Hepsinden âlâsı CENNET-l-ADN'dir. Oraya, herkes giremez, yalnız üç tâife girer:

Peygamberler, Veliler ve Şehitlerle Sıddıklar.

Bu Adn cennetinde bir ak dağ vardır, kâfurdandır. Hak teâlâ, cennet ehli müzminlere orada tecelli eder. Yarın, bütün ehl-i-imân ki, ehl-i cennettir, orada toplan salar gerektir ve Hak teâlânın Cemâlini görseler gerektir.

Bu mü'minler ve bu âşıklar, cennetlerindeki makamlarına vararak iyş-ü işrete (yemeye, içmeye) başladıktan sonra, Hak teâlâ fazl-u kereminden bunların her birisine otuz melek ile selâm gönderir, teselli eder ve tâ'zim için ellerine birer nurdan nâme verilir;

Nâmede “ölümsüz, zevalsiz, ebedî hayat ile diri sultan’a.” ibaresi yazılıdır. Bu otuz melek, her mümini makamlarında izzet ve hürmetle ziyaret eder ve bu nâmeleri kendilerine takdim ederler.

Şimdi, ey nefse zebun olmuş zavallı! Ey şeytana esir olmuş biçare! Ey dünyanın beş on günlük fâni zevk ve lezzetlerine aldanarak, o ebedî saadetlerden ve hoşluklardan mahrum kalmış akılsız! Senin misalin şu ite benzer ki, Daha önce başka köpekler tarafından kemirilmiş irice bir kemiği, ağzına almış kemirmeye çalışır ve kimseyi bu kemiğe yaklaştırmazsın evet, sen de bu dünya kemiğini öyle kemirir ve sanırsın ki, senden önce kimseye verilmemiştir, yalnız sana verilmiştir ve hep sende kalacaktır. Oysa, o dünya kemiği senden önce gelip geçenlerden arta kalmıştır. Sen ise, o kemiği ağzına aldın ve öyle sevdin ve beğendin ki, Hak Teâlâ’yı dahi unuttun.

Ey gafil:

Bir gün Azrail aleyhisselâm gelir, ansızın ensene öyle bir sille vurur ki, o kemirdiğin kemik ağzından fırlar, gider. Alırlar o kemiği ve bir başkasına verirler. Sen bakakalırsın.

Seni de bir karanlık çukura bırakır ve giderler. Orada, amellerin le baş başa yalnız kalırsın, öyle ise, Azrail aleyhisselamın sillesi ensene inmeden, kemik kendiliğinden ağzından fırlamadan, o murdar kemiği kendin bırak, var git tâ’atle meşgul ol. Halka musibet gelince, sana düğün bayram olsun.

Hak teâlâ, bu izzet ve ikramlardan sonra cennet ehline buyurur:

— Ey mü'minler! Ben, sizlerden razı oldum. Sizler de benden razı oldunuz mu?

Nitekim, Ebû-Said radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden rivayet eder;

Bu Hadis-i şerifin meal-i münifi şöyledir:

Hak teâlâ, cennet ehline razı olduğuna bildirir ve zât-ı uluhiyetinden razı olup olmadıklarını sorar. Cennet ehli cevap verirler:

— Ey Rabbimiz! Bize ne oldu ki. Zât-ı ehadiyyetden razı olmayalım. Yâ Rab! Doğrusu, halktan kimseye vermediğin şeyleri bize ihsan ve in'am buyurdun.

Hak teâlâ buyurur:

— Sizlere bunlardan daha güzelini ve daha âlâsını da vereyim mi?

Cennet ehli cevap verirler:

— Yâ Rab! Hangi şey bundan daha güzel ve daha âlâ olabilir?

Hak teâlâ buyurur:

— Sizin üzerinize rızamı indireceğim ve artık ebede kadar onu üzerinizden eksik etmeyeceğim.

Bu tâ'zimler neden dolayıdır bilir misin? Onlar Allâhu teâlâya tabi olmuşlardır. Demek ki, bir kimse Hak teâlâya tabi olur, Resulüne uyar ve velisini severse, Hak Teâlâ’nın rahmetine lâyık olur.

Cehennem ehline de türlü türlü azaplar yapılmasının sebebi, Allahu teâlâya âsi olmuşlar, emirlerine karşı gelmişler, Resulüne uymamış ve velilerini inkâr etmişlerdir.

Şimdi, nefsini emmârelikten kurtarmak ve mutma’innelikte karar tutmak için daima ölümünü, öldükten sonra topraklar altında kalarak çürüyeceğini, unutulup kalacağını, sonra mahşer yerine götürüleceğini ve yukarıda anlatılan cehennem azaplarına duçar olacağını düşün ve bunları hiç hatırından çıkarma! Evet, o azaplara âsiler uğrayacaktır. Bir böylesi var, bir de cennet ehlinin anlattığımız zevk ve sefası var. Bunları göz önüne getir, beğen beğendiğini al. Cehennem ehline olacak azaplardan korkarsan, nefsin o yaramaz huylarından, alışkanlıklarından, sırnaşıklıklarından kurtar. Cennet ehline olacak saadetleri elde etmek istersen, onlara özen ve Allahu teâlânın lütfuna müştak ol, var tövbe edip, gönlünü bu murdar dünyanın kaygılarından temizle, nefsini bu murdardan iğrendir ve fakirliği tercih et ki, bütün saadetlerin başı fakirliktir. Görmez misin ki, Hak teâlânın bütün zahmet ve mihnetleri, hep zenginlerin üzerindedir. O halde, zenginliğe heves etme, ondan kaç. Çünkü, mihnetlerin başı ekseriya zenginliktedir.,

Nitekim, Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

— Miraç gecesi, cennete nazar ettim. Ekser halkın fakirlerden olduğunu gördüm. Cehenneme nazar eyledim, ekser halkını zenginlerden gördüm, buyurmuşlardır.

Şu hâlde, zenginlik isteme! Dünyada az şeyle kanaat et, Hâk teâlâya tevekkül et, Hak teâlâ tevekkül ehlini sever ve gönül ehline hiç ummadığı yerden rızık verir. Sen de bu dünyanın eksikliğine sabret ki, bütün Nebiler ve veliler sabretmişlerdir. Sen, dünyada hemen Allahu teâlânın buyurduğu şeyleri yaparsan bütün zorluklar sana kolaylaşır ve iki cihanda şu şöyle olsun demezsin.

Ey aziz: Bu dünyayı toplayıp, satıp, sakınıp, yığıp ne tasavvur edersin? Bu dünyada ne kadar yaşarsan ne kadar çok nimetler elde edersen, ne derece ululuk, izzet, hürmet ve hoşluk sürersen sür, önünde sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağı sana da dokunacaktır. Onun için, bütün bunları gözünden çık ar.

  • HİKÂYE- BİR KÜP DOLUSU ÖLÜM ACISI
  • İsa aleyhisselâm, bir gün bir yere gidiyordu. Bir ırmak kenarına vardı, bir müddet dinlendi, abdest aldı, birkaç rekât namaz kıldı ve o ırmağın suyundan birkaç avuç su içti ve çok hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Dört tarafına bakındı ve gördü ki, su ile dolu bir küp gömülmüş bulunduğunu gördü. O küpteki sudan da içti ve gayet acı olduğunu fark ederek bu işe şaştı. Zira, bu küpe su o ırmaktan geliyordu. Şu hâlde, ırmağın suyu neden gayet tatlı ve küpün suyu ise gayet acı idi? Hayretler içinde kaldı ve bir karara varamadı. İşte, tam bu sırada Cebrail aleyhisselâm geldi ve dedi ki:

    — Yâ Nebiyallah! Hak teâlâ sana selâm etti ve küpe sorsun, küp suyunun neden acı olduğunu ona haber verecektir, buyurdu.

    Bunun üzerine İsa aleyhisselâm, meseleyi küpe sordu ve küp Allâhu teâlânın desturu ile dile gelerek cevap verdi:

    — Yâ Nebiyallah! dedi. Ben, bir ulu padişah idim. Dünyada 300 yıl ömür sürdüm. Peşim sıra üç yüz bin asker gelirdi. 300 ulu şehrim vardı. O, 300 şehirde 300 ulu sarayım vardı. Bu 300 sarayıma ara sıra gider ve zevk ederdim. Bu zevk ve safa da iken, bir gün ansızın bana hastalık geldi ve sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağını yedim, can acısı çektim. Bütün o saltanat, devlet, hükümet, yeme içme, zevk ve temaşa hepsi hepsi bir ânda elimden çıkıverdi. Bunlardan hiçbirinden bana bir fayda ve çare olmadı. Bütün görüp geçirdiklerim bana bir gün bile gelmedi. Beni, bir yere gömdüler ve üzerime büyük bir türbe yaptılar. 300 yıl o türbede yattım ve çok ağlayıp feryat ettim ve lâkin hiç kimseden medet bulamadım. 300 yıl sonra bir zelzele oldu ve türbem yıkıldı ve 300 yıl kadar bütün o şehir bir harabe halinde kaldı. Sonra, o şehri tekrar imar ettiler. Benim, türbemin bulunduğu yere bir kiremitçi geldi, kiremit pişirerek satmaya başladı. Bir gün, o yerlerin padişahı da geldi ve o şehre büyük bir saray yaptırdı. O saray için kiremit ısmarlandı ve benim türbem olan yerden ve benim etim, kemiğim karışmış bulunan topraktan kazdılar, balçık yaptılar, kiremit döktüler ve o padişah sarayını bu kiremitlerle örttüler. Yıllarca, kiremit olup padişah sarayının damında durdum. Aradan yine zaman geçti, o padişaha da zeval erişti, öldü. Sarayı da yıkıldı ve kiremitleri kırıldı. Ondan sonra, o şehre bir küpçü geldi ve sarayın bulunduğu yeri kendisine imalâthane olarak seçti, benim etimden ve kemiğimden olma kiremitleri de dövdü, balçığa karıştırdı ve bir küp yaparak sattı. Bir zaman da evlerde ve yerlerde küp olarak durdum. Nihayet büyük bir sel geldi, beni bulunduğum yerden söktü çıkardı, buraya getirdi bıraktı. Yıllardan beri burada duruyorum.

    İsa aleyhisselâm, küpe sordu:

    — Hikâyeni anladım, ama benim asıl merak ettiğim şudur ki, şu ırmağın suyu gayet tatlı olduğu ve senin içine de o sudan dolduğu halde, senin suyun neden acıdır?

    Küp, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:

    — Yâ Nebiyallah! Ne zaman ki, Azrail aleyhisselâm mızrağını bana vurunca, ölüm acım benim bütün gövdeme yayıldı, etime ve kemiğime bu acı sindi. O acı hâlâ benden gitmemiştir. Benîm içimdeki suyu acılaştıran da işte o acıdır, dedi

    Şimdi ey aziz:

    Cefalarla dolu bu vefasız ve fâni dünyada, en büyük devlet ve saltanat süren bir padişahın dahi sonu ölümdür ve ölüm acım bütün ömrün zevk ve sefasını insanın burnundan getirir, onu tahtından ve tacından ayırır, yere vurur ve toprağa karıştırır. Bu topraktan bile ölüm acısı gitmez. Şu hâlde sakın gafil olma!

    Ey lezzet alan iyş-i cihandan hazer et kim,

    Nûşundan anın nişi ve zevkinde belâsı.

    Devlet evi duvarına yaslanmaya gör kim,

    Muhkem değil ey şah, bu bünyadın esası. -

    Bu kubbeye kim girdi ki, çıkmadı kabadan;

    Bu suffa kim geldi ki, gitme di sefası»

    . Üryan şol emir oldu ki, atlastan eden fahr;

    Sultan şundadır ki, libas etti palası..

    Şimdi, hal böyle olunca, bu dünya endişesinden geçmek gerek. Riyaset, yani ululuk lezzetini nefs-i emmâre dimağından çıkarmak gerek, ölümü, ölüm acılarını, azapları ve cezaları daima düşünerek bütün nefs arzularından uzak durmak ve dost hevası üzere âlemde yürümek gerektir. Tâ ki, bu halk ölünce o dirilebilsin. Yoksa, dünya kaygı ve telâşına düşmek yavuz (zor, çetin) musibettir. Dünya kaygılarından bir kaygı ile bir gece yatana, Hak teâlâ yetmiş kaygı ve acı verir, birisini bile gidermekten âciz kalır. Ertesi gece, yetmiş kaygı ile yatar ve böyle böyle gönlüne dünya muhabbeti dolar, dünya muhabbeti doldukça, zikrullahı unutur, zikrullahı unutunca Hak teâlâ da o. kişiden inayetini keser, imân tadını onun gönlünden siler, giderir, yerine zulmet doldurur. Bu hale düşen, isterse her gün oruç tutsun ve geceleri sabaha kadar namaz kılsın, ister şehit olsun, isterse gazi olsun, hatta Mekke-i mükerreme ye giderek mücavir kalsın ve veli olsun; madem ki dünya muhabbeti gönlünde galiptir, ona hakkın inayeti yoktur, peygamberin şefaati yoktur, velilerin himmeti yoktur.

    Bunun delili şudur:

    Miraç gecesi, Hak teâlâ hasretleri ile Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem arasında doksan bin kelime konuşuldu. Hak teâlâ, Resulüne nice sırları vahyetti ki, onları hiçbir peygamberine bildirmemiştir. ESRÂR-I-VAHÎY adlı bir risale vardır. O risalede beyan olunmuştur ki, Resul aleyhisselâma buyurduğu sırlardan birisi de şu idi.

    Yâ Muhammed! Bir kimse, yer ve gök ehli namazı kadar namaz kılsa, yer ve gök ehli orucu kadar oruç tutsa, melekler gibi yemek yemez olsa, sırtına ârifler gibi elbiseler giyse; ben onun bu ibadetlerine bakmam. Eğer, onun gönlünde zerre kadar dünya sevgisi, etrafına karşı övünmesi varmı veya halka ibadetini gösteriyor mu, buna bakarım. Bunlardan biri varsa kendime komşu etmem, bu kişiler muhabbetimin lezzetini alamazlar, onların gönüllerini karanlıkla doldururum, o kadar ki, beni unuturlar, uzak kalırlar.

    Dikkatinizi çekerim: Bu Hadis-i şerifte dünyayı talep eden kişiler için çok korku vardır. Fakat, ne yazık ki dünyayı toplayanların birçoğu ellerinde sanki kurtuluş senedleri varmış gibi davranırlar. Sen de onlar gibi:

    — Ben dünyayı talep ederim, mal toplarım ama, ona muhabbetim yoktur, asla sevmem dersen, ben de sana derim ki;

    — Ey biçare! Hem dünyayı sevmem dersin hem de gece-gündüz demez, onun derdine düşer, peşi sıra koşturursun.

    Neden başka bir şeye talip olmuyorsun? Neden başka bir şeyin peşi sıra koşturmuyorsun? Bundan da anlaşılıyor ki, sen dünyayı seversin. Zira, sevilmeyen istenilmez. İstenmeyen şey de ele geçince keselere doldurulup ağızları mühürlenerek sandıklara istif edilmez, bir fakir gelip isteyince: (Şimdi yok, hazır değil.) gibi sözlerle yalan söylenmez. Ey biçare: Diyelim ki, bugün cimrilik edip sadakanı ve zekâtını fakirlerden esirgedin. Peki, yarın Hakkın huzuruna ne yüzle varacaksın? Sonra da: (Ben dünyayı sevmem!) diye hüccet göstermeye kalkarsın. Şunu iyi bil ki, Hak teâlâ kullarının gönüllerine nazar eder, suretlerine nazar etmez:

    Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyuruyor ki;

    “Allahu teâlâ, sizlerin suretlerinize ve amellerinize bakmaz. Kalplerinize ve niyetlerinize bakar”

    Fakat, bizim maksadımız hüccet değildir, belki âşıklara ve Allâh taliplerine nasihat edip, hak yolu göstermektir, onlara hallerini ve niteliklerini bildirmektir. Şu hâlde, sen de bu âyet-i kerimeleri, bu Hadis-i şerifleri ve bu öğütleri duy, öğren ve onlara doğru bir şekilde inan, Allah'tan kork, Resulünden utan ve insafa gelerek Allahu teâlâya dön ki; Hak teâlâ hazretlerine karşı yüzün ak olsun, yedi cehenneminden nefsin ırak bulunsun, bineğin burak ve cennet sana durak olsun.

    Eğer: (Bana dünya gerektir, dünyada hoşluk gerektir, dost var düşman var, geleni- gideni var, kadın, kız ve oğlanlarım var, cariyelerim ve kölelerim var. Bunların her birinin masrafları var, dünya talebini bırakayım da fakir olayım ve elimde bulunan dünyalığım çürüsün, sonra ellere mi muhtaç olayım? Bugünü hoş geçireyim de yarın nasıl olursa olsun! dersen, yürü var, dünya sana mübarek olsun. Baştan ayağa kutlu olsun, dünyanın lezzetleri sana tatlı olsun. Fakat, unutma ki Allahu teâlâ senden kaçar, kıyamet gününde bütün peygamberler ve bütün hak velileri seni kovarlar, âvâre ve başıboş kalırsın, zebaniler seni tutar ve sürüyerek cehenneme atarlar, çok şiddetli azaplar çekersin, zahmet ve meşakkatler görürsün, cefalara ve mihnetlere uğrarsın. Bu murdar dünyayı burada bırakır gidersin, acaba oraya varınca ne yaparsın? Sevmediklerin, dilemediklerin dünyalığını aralarında paylaşırlar, sevmediklerine yedirirler döker, saçarlar. Sen, o karanlık ve dar yerde hesabını verir ve azabını çekersin.

    Eğer; bana dünya gerekmez. Ben dünyadan uzağım, bana dünyada bir lokma ve bir hırka yeter:

    Yeni gün, yeni rızık, Allahu teâlâya tevekkül eder ve onun vaadine inanırım, elimde olan malı fakirlere dağıtırım, bugün fırsat elimde iken, âhiret tedarikini görürüm, dersen, canına sağlık. Allahu teâlâ yardımcın, Resûl aleyhisselâm şefaatçin, meşâyih mürşidin, mü'minler duacın ve Hak cemâli ödülün olsun.

    Şimdi ey aziz:

    Nefsi emmârenin yedi başlı bir ejderha olduğunu öğrendin ve bu ejderhanın en büyük başının dünya sevgisi olduğunu, diğer bütün başlarının ona tâbi olduklarını da anladın, o büyükbaş kesilince diğer başların da kuruyup gideceklerine akıl erdirdin ve nefsi emmârenin büyük başını kesmenin, dünyayı terk etmek ve dünyadan iğrenmekle mümkün olacağını gördün ve bildin, dünyadan iğrenmenin de ölümü hatırlamakla kabil olacağını da fark ettin. Şu hâlde, şimdi şu söyleyeceklerimi de can kulağı ile dinle!

    • DÜNYA SEVGİSİNE SEBEP OLAN ŞEYLER- TÛLİ EMEL

    Şimdi de sana, dünya sevmenin sebeplerini ve bunun zararlarını, dünyayı terk etmenin faydalarını da anlatayım, ki kitapta müşkül kalmasın. Zira, bu kitabın Türkçe yazılmasının sebebi, herkesin kolaylıkla okuyup anlayabilmesini sağlamaktır.

    Şimdi aziz:

    Dünya sevmeye sebep, ölümü unutmaktır, ölümü unutmaya sebep, uzak emeller beslemektir buna tûli emel denir. Bir kimse: (Şunu şöyle edeyim, bunu böyle edeyim.) kaygısına düşerse, ölümü unutur, ölümü unutmak ise, kişiye dünya muhabbetini getirir. Zira, nefsi emmâre sahipleri olmayacak işler peşinde koşan, olmazı olur sanan, kaygılardan ve telâşlardan kurtulamayan kimselerdir. Bunların umdukları elli yılda bile hâsıl olmaz. Ne yazık ki, ertesi güne çıkacaklarını dahi bilmedikleri halde böyle uzak endişeler peşinden de ayrılmazlar.

    Şunu iyi bil ki, âdemoğullarını aldatıp mağrur eden ve uzak endişeler, tûli emel peşinde koşturan üç şeydir:

    1-Birisi emani'dir, yani kuruntudur:

    “Sizi. Allâhu teâlânın emri (ölüm) gelinceye kadar kuruntular, tûli-emel ve arzularınız aldattı.” Hadid sûresi

    2-Birisi de dünyadır:

    “O halde, sizi dünyanın hayat ve ziyneti aldatmasın.” Lokman sûresi

    3-Birisi de şeytandır:

    “Ve şeytan sizi Allahu teâlâ ile mağrur etmesin.” Lokman sûresi

    Âdemoğullarını aldatan bu üç şey olduğuna, zikredilen âyet-i kerimeler delildir. Şimdi, bunları birer birer inceleyelim:

    İlki KURUNTU dur, demiştik. Şeytan gelir ve insanı kandırır:

    — Ne işlersen işle, Allah kerimdir, ümit olunur ki azap etmez ve cezalandırmaz. Sonra nasıl olsa tövbe edersin, der ve o kimseyi yoldan çıkarır. Bundan dolayı, aklı başında olan kimseler şeytanın bu gibi kandırıcı sözlerine aldanmazlar ve Hak teâlânın şu ihtarlarını asla unutmazlar:

    “Zira, şeytan sizin (Eski) bir düşmanınızdır. Siz de (İnançlarınız da ve bütün işlerinizde) onu düşman bilin. (Her halinizde ondan sakının.)” Fâtır sûresi: 6

    “Ey Âdemoğulları! Ben size şeytana kulluk etmeyin. Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” Yâsin sûresi: 60

    Evet, şeytan gerçekten eski bir düşmandır. Atadan dededen düşmanıdır. Ondan hayır uman, hayır bulmaz. Şu hâlde ona neden uyarsın? İşitmedin mi, Âdem ataya ve Havva anaya neler yaptı? Onların zürriyetinden de nicelerini imânsız âhirete gönderip imân harmanını, kibir ateşiyle yaktı, kül etti.

    Çoğunu, ölümü uzak zan ettirerek gaflete düşürdü, sonunda ecel geldi onları o gafletleri içinde yakaladı, imanlarını gafletle şeytana kaptırdılar, yüzleri kara hak huzuruna vardılar. Mademki, gerçek budur ve hal böyledir. O halde, ne yapmak lâzımdır? Âsiler, Hak teâlânın keremine göz dikmeli, korku kamçısını ellerine almalı, nedamet atma binmeli ve şeriat yoluna düşmelidir. Böyle yapabilirlerse, varıp cennete girer ve didâra erişirler. Yoksa, kendini kapıp koyuvermekle olmaz. Şeriat yolunu bırakıp, bid'ate uymak — Ne'ûzü billah— azgınlıktır, öyle ise, kişiye korku ve ihtiyat gerektir.

    Ey kardeş:

    Nasıl korkmayalım ki, Kahhâr Allâhın zindanı cehennemdir. Orada aman bilmez ve aman vermez zebaniler vardır. Hak teâlâ, her âsi için bir cehennem yaratmaya kadirdir.

    Sonra nasıl talep etmez ve ummazsın Allahu Teâlâ’m rahmetini ki, kendine uyanlarına, en az verdiği cennet, bu dünyanın on tanesine bedeldir. Allahu teâlâ, günah işleyen ve tövbesiz ölen âsilere cehennemi, sevap işleyip Rabbine tabi olanlara da cenneti vaad buyurdu.

    Şimdi, sen de bu ilâhi vaade inanmaya mecbursun, gece gündüz ibadete koşmaya mecbursun. Nefsine tevekkülü talim etmeye mecbursun. Bu nasihatleri tutmak ve ibadetle meşgul olmak için de tevekkül gerektir. Allahu teâlâya tevekkül edip, rızkını Allahu te âlâdan beklemelisin. Zira, bütün mahlûkatın rızıklarını veren Hazret-i Allah'tır. Hepsinin rızıklarına da Allâhu teâlâ kefildir. Yeryüzünde, hiçbir yaratılmış yoktur ki, onun rızkı Allahu teâlânın üzerinde olmasın.

    Nitekim, Kuranda buyurur:

    “Yeryüzünde, bütün canlıların rızkı Allahu teâlânın üstündedir. Fazlından hepsinin rızıklarına kefil olmuştur.” Hûd sûresi: 6

    Onun için, Allahu Teâlâ’m vaadine inananlar, rızık için asla tasalanmazlar. Allâhu teâlâya tevekkül ederler ve Allah için rızkı başkalarına da yedirirler. Yedirmekle, başkalarına vermekle onların rızıklan tükenmez. Nitekim, Hak teâlâ Kuranda buyurur:

    “Kim, Allahu teâlâya tevekkül ederse, Allâhu teâlâ ona yeter. (Başkalarına muhtaç olmaz.)” Talâk sûresi

    Zira, âdemoğullarının rızıkları gökten iner. Nitekim buyurur:

    “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.” Zariyat sûresi: 22

    Vallahu â'lemü ve Resûlehu...

    Ey aziz:

    Gerek rızık konusunda ve gerekse diğer bütün işlerinde Allahu teâlâya tevekkül nasıl olur, onu da sana anlatayım:

    Allahu teâlâ tevekkül edenlerden ve Allah'a inanıp ibadet ve tâ’atle uğraşanlardan birkaçını sana anlatayım ve tevekkülü de sana öğreteyim ki, sen de Allahu teâlâya tevekkül et, bütün işlerin rast gitsin.

    Hak teâlâ buyurmuştur ki, bütün işlerin temeli ve imanın aslı tevekküldür:

    “Eğer, müminlerden (Allâhu azim-üş-şânın vaadine imân edenlerden) iseniz, ancak ona tevekkül edin.” Mâide sûresi

    “Allâhu teâlâ, tevekkül edenleri sever.” Âli İmran sûresi: 159

    Allâhu teâlâ, kullarının rızıklarını ve ecellerini, nasıl takdir buyurur, evvelâ onu söyleyeyim:

    Ey aziz: Bilmiş ol ki, MELEK-ÜL-ERHAM adında bir melek vardır. Ne zaman, baba sülbünden ana rahmine o bir damlacık su düşerse, Hak teâlâ o sudan insan yaratılmasını murat buyurur. O melek, niyazda bulunur:

    Yâ Rab! Eceli ne kadar ve toprağı ne yerdendir?

    Hak teâlâ, o meleğe irade buyurur:

    — Var, Levhi Mahfuza bak!

    Melek, gider bakar. Henüz, ana rahminde bir damla pıhtıdan ibaret olan o kişi nerede defnedilecekse, o yerden bir parça toprak alır ve o pıhtıya karıştırır, ondan ana rahminde bir nevi balçık yapar.

    Her kişinin toprağı nereden dir ve nereye gömülecektir, bunu hiç kimse bilmez. Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur:

    “Ve hiç kimse (Zamanını bilmediği gibi) nerede öleceğini de bilmez.” Lokman sûresi

    O melek, ana rahminde balçık edip karıştırdığı o çocuğun dünyada ne kadar yaşayacağını, nerede öleceğini ve nereye defnolunacağını, zengin mi yoksa fakir mi olacağını, erkek veya dişi doğacağını, levhi mahfuzdan aldığı bilgilere göre yazar.

    Allahu teâlânın emriyle o meleğin yazdığı bütün vukuat, o kişinin doğumundan ölümüne kadar başından geçecek her hâdise birer birer kayıt ve tespit olunur ve bu arada bütün yiyecek ve içecekleri de belli olur. Artık, o kişinin eceli ne bir saat öne ne bir saat geriye bırakılabilir ve rızkından da bir nar tanesi kadar bile artmaz ve eksilmez, bir yudum su dahi yazılmamışsa içemez. Takdir olunandan fazlası ve eksiği olamaz ve buna kimse muhalefette bulunamaz.

    Ey aziz:

    Her insan için gökte iki kapı vardır. Birinden ömrünün her günü ve diğerinden de rızkı iner. Ömrünün müddeti bitince, her iki kapı da kapanır ve artık rızkı inmez olur. Nitekim, Kur'an-ı hâkimde de böyle buyurulmaktadır:

    “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.” Zâriyat sûresi: 22

    Hâl ve hakikat böyle olduğuna göre, rızık için kaygıya ne gerek var? Gökteki rızkı, yerde istemekle bulmak istersin. Oysa, Allahu teâlâ sana vadettiği o rızkı nerede olursa olsun verir, sen istesen de istemesen de gelir sana erişir.

    Musa peygamber aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti:

    — Yâ ilâhi! Ahmaklara rızkı çok verirsin, malı boş ve faydasız yerlere harcarlar. Ahiretlerini mamûr etmeyi düşünmezler. Akıllılara rızkı az verirsin, onu da senin yoluna harcarlar ve kendileri azlıkla geçinirler.

    Hak teâlâ buyurdu:

    — Yâ Musa! Ahmaklara rızkı onun için çok veririm ki, akıllı olanlar rızkın hile ile ele geçirilmediğini görür ve anlar. Zira, her kişiye rızkını veren benim. Rızık, her kişiye benim takdir ettiğim miktarda gelir. İşte, akıllı olanlar bunu böyle anlarlar, rızkın benden olduğunu bilirler ve varır ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar. Risk için kaygıya düşmezler.

    Şimdi, sen de mademki kendini Allahu teâlâya ısmarladın, artık kaygılanma, var ibadet ve tâatinle uğraş, Hak teâlâ sana rızkını hiç ummadığın yerlerden verir. Sana, kendilerini Allahu teâlâya ısmarlayanlar dan birkaçını deyi vereyim de gör bak Hak celle ve âlâ umulmadık yerlerden nasıl rızık verir.

    • HİKÂYE – İBRAHİM (AS) PEYGAMBER VE KUM DOLU ÇUVALLARIN UN OLMASI

    İbrahim peygamber aleyhisselâm zamanında, birkaç yıl kıtlık oldu. Buğday ve arpa, değme yerde bulunamıyordu. O devrin kâfirleri, İbrahim aleyhisselâma hiç aldırmazlar ve ona yardım da etmezlerdi. Oysa, müminler açlıktan çok bunalmışlardı. İbrahim aleyhisselâm:

    — Bu kâfirler, bana tahıl aldırmazlar. Bari varayım bir başka şehirden tahıl alayım, dedi ve boş çuvalları develerine yükledi ve tahıl aramaya çıktı. Kâfirler, işittiler ve çevre yana haber salarak, her nereye ve hangi şehir ve kasabaya varsa, İbrahim aleyhisselâma tahıl sattırmadılar. İbrahim aleyhisselâm âciz kaldı, eli boş dönmek ve kâfirlere karşı mahcup olmak da istemiyordu. Kâfirlere karşı boş çuvallarla şehre dönmek gücüne gittiğinden, vardı bir tenha yerde boş çuvalları kumla doldurdu ve katar'ın önünde. Kâfirler, bütün develerin çuvallarının dolu olmasına şaşıp kaldılar ve kendi kendilerine:

    Acaba bu kadar tahılı nereden buldu? diye söylenmeye başladılar ve çocuklarını göndererek çuvallarda ne olduğunu öğrenmek istediler. Kâfirlerin çocukları, gidip çuvalları yokladılar ve oynar gibi yaparak parmakları ile içindekileri anlamaya çalıştılar. Yumuşak kum tanelerini fark edemeyerek birbirlerine:

    — Buğdayı un etmiş, dediler ve gidip büyüklerine haber verdiler.

    İbrahim aleyhisselâm, çuvalların içinde kum olduğunu kimseye söyleyemedi ve hatta karısından bile gizledi. Akşama kadar sabretti ve hava karardıktan sonra karısına:

    — Yâ Sâre! dedi. Bu çuvallarda kum vardır. Kafirlere karşı elim boş dönmek istemediğimden çuvallara kum doldurdum. Zira, gittiğim yerlerde kafirler bana tahıl satmadılar. Kalk, seninle gidelim kum çuvallarını kimse görmeden sahraya dökelim.

    Birlikte çuvalların bulunduğu yere gittiler. Sâre hatun, çuvallardan birisini yokladı ve un olduğunu anladı. Diğer çuvalları da birer birer muayene etti, hepsi gayet nefis buğday unu haline gelmişlerdi. Kocasına seslendi:

    — Yâ Halilallah! Kum dediğin hangi çuvaldır?

    İbrahim aleyhisselâm, kendisine cevap verdi:

    — Çuvalların hepsi kumla doludur.

    Sâre hatun sevinçle haykırdı:

    — Yâ Halilallah! Bunların hepsi hâlis buğday unu olmuş.

    Gerçekten, tekrar çuvalları gözden geçirdiler. Hak teâlânın keremiyle un olduğunu gördüler ve tabiatıyla çok sevindiler ve hakka şükrettiler.

    Aziz: Hak teâlânın gerçek kullarının gayreti, hak üzerine dir. Dilerse, kumu un eder, dilerse unu kum eder.

    Şu âyet-i kerimeleri hiç okumadın mı? Bir okuyandan da duymadın mı?

    “Allâhu azim-üş-şân, dilediğini yapar.” İbrahim sûresi: 27

    Şüphesiz, Allâhu teâlâ dilediğini hükmeder.

    Beni-İsrail kavminin, tahılları çuvallar içinde ambarlarında ve unları teknelerinde hep taş oldu.

    Ey biçare:

    Kul olursan, Allahu teâlâya kul ol; nefsine kul olma! Varırsan, Allahu teâlânın kapısına var, bu fâni kapılara varma!

    Tevekkül edersen, Allâhu teâlâya tevekkül et!

    Îmam-ı Kuşeyri rahmetullahi aleyh ESMÂ-Î-HÜSNÂ şerhinde buyurur ki:

    — Her kim, tevekkülünü sahih eylerse, o hâcetini yine Allahu Teâlâ’dan diler, başkasından dilemez ama tevekkül edenlerin öyle vakit olur ki, Allâh dan huşû ve tenezzül ile alçalarak dilerler; vakit olur açıkça tezellül ile aşırı bir tevazu ve nazla dilerler.

    Sâlihlerden birisi der ki:

    Beyt-ül-makdis mescidi içinde bir kişi gördüm. Abasına bürünmüş yatıp uyuyordu. Bir zaman sonra doğruldu ve:

    — Çabuk bana yağlı ekmek, et yemeği ve helva ver. Yoksa, bu mescit içindeki kandillerini parça parça ederim dedi ve yine yattı.

    Bir zaman sonra, mescide birisi geldi ve o kişinin istediği yemekleri getirdi, önüne koydu. O kimse, doğruldu ve getirilen yemekten biraz yedi, artanını yemeği getiren kişi aldı ve gitti. Ben, mescide yemek getiren kişinin peşinden gittim, onu yolda yakaladım ve bu işin nasıl olduğunu kendisinden sordum. Bana, şunları anlattı:

    — Ben, hamallıkla geçinen bir adamım. Çocuklarım, ne zamandan beri benden bu yemekleri ister, dururlardı. Bugün, elime biraz fazlaca para geçti, lâzım gelen şeyleri aldım, evime getirdim. Karım, yemekleri pişire dursun, içime bir ağırlık geldi kendimden geçtim ve uyudum, uykum içinde bir ses duydum:

    — Ey kişi, diyordu. Beytül makdiste bir velimiz yatıyor. Karnının pişirdiği o yemekleri bizden istedi, çabuk o yemekleri kendisine götür, yiyeceği kadar yesin, artanını da çocukların yerler.

    Hemen uykudan uyandım ve hazır olan yemekleri bir tepsiye koyarak mescide götürdüm. Mesele bundan ibarettir, dedi.

    Şeyh Ebû-Tâlib-i Mekki rahmetullahi aleyh KUVVET- ÜL-KULÜB adındaki kitabında şu Hadis-i şerifi nakleder:

    “Kişinin yediğinin en tatlısı, kendi elleriyle kazandığıdır.”

    Bir diğer Hadis-i şerifte de:

    “Kişinin yediğinin en iyisi, kendi elleriyle kazandığıdır.”

    Îmam Cafer-i Huldi rahmetullahi aleyh der ki:

    — Bu hadis-i şeriften murat, kişi hâcetini, isteklerini ve nafakasını, Hak teâlâ hazretlerine arz ederek almasıdır.

    Şeyh Şehabeddin Sühreverdi rahmetullahi aleyh de der ki:

    — Kişinin, hâcetini hacet vaktinde Hak teâlâ hazretlerine el açarak arz etmesidir. Hak teâlâ, rızık verdiği zaman, o rızıktan helâl ve lâtif rızık olmaz. Şu var ki, tevekkül edenlerin bazıları, kendilerine lütfu ilâhi gelince bunu bilir, bazıları da bilmezler. Bir kısmı da lütfu ilâhi geleceğini bilir amma, Hak teâlâ destur vermeyince almaz. Bir kısmı da lütfu ilâhi gelince alır. Bunları bilmeye hacet yoktur. Zira, tevhid-i ef'ale (sebepleri aradan kaldırmak) vasıl olup, bütün kâinatta Hak teâlâ hazretlerinin fiiline nazar ederler ve Allahu teâlânın fiilinden gayrisini üzerlerinden düşürürler. İşte, bu mertebe ulu mertebedir. Onlar gibi olan kimselerin sohbetleri, Allahu teâlâ ile tamam olmuştur. Kendileri iradelerini, hakkın iradesinde eritmiş dururlar, hatta kendi hallerini bilmekten de uzak bulunurlar.

    • HİKÂYE – ABDÜLKADİR GEYLÂNİ (KS) UN KISSASI

    Şeyh Ebû-Mucib Sühreverdi, Şeyh Hammad'dan nakleder:

    Şeyh Hammad, daima:

    — Biz, fazla yemekten yeriz, derdi. Yani, lütfu ilâhiden yeriz demek isterdi. Zira, bazı kimseler Şeyh Hammadı rüyalarında görürler:

    — Sen, yarın şeyhe şu kadar şey götür, denirdi. Şeyhe de rüyasında:

    — Yarın, filân kişi sana şu kadar şey getirecek, denirdi.

    Yani, senin yarınki rızkın, onun elindedir denilmek istenir ve gerçekten de öyle olurdu.

    Şeyh Hammadın geçimi böyle olurdu. Kimin ki hali böyle olursa o kimse Allahu teâlâ ile ganî olur.

    Fakat, Şeyh Vâsıti rahmetullahi aleyh der ki:

    — Fakir olma, müridlerin hakkıdır, nicesinin âlâsıdır.

    Şeyh Ebû-Said Harraz da der ki:

    — Arifin tedbiri, Allahu teâlânın tedbirinde fâni olup durur. Lütfu ilâhiye nazar eden, Allahu teâlâ hazretlerine de nazar eder.

    Şeyh Şehabeddin Sühreverdi der ki:

    — İşittiğime göre, Şeyh Abdülkadir Geylâni bir gün müridine: (Filân kişiye git ve de ki, falan kişinin emaneti ve yiyeceği var imiş. Şeyh Abdülkadir e, o kişi şu kadar altın ve şu kadar taam verdi, sen de ver.) Mürit, gidip o kişiye bunları söyledi. O kişi gücendi ve: (Eğer, bu hususta ben şeyhten fetva isteseydim, başka bir kişinin emanetini tasarruf etmek caiz değildir, diye fetva verir di.) dedi. Mürit, ısrar etti ve: (Sen mutlaka ver. Şeyhin sözünü boş sanma sen.) dedi. O kişi, mecbur kaldı ve şeyhin istediği altını ve yiyeceği verdi. Mürit henüz ayrılmıştı ki, asıl emanet sahibi olan zat geldi ve: (Sende emanet olan altın ve taamdan şu kadarını Şeyh Abdülkadir’e ver.) dedi.

    Adamcağız, o zaman işi anlar gibi oldu ve derhal Hazret-i Şeyhe koşarak özür diledi: (Yâ Şeyh! Günahımızı af eyleyin, bir küstahlık ettik,) dedi. Hazret-i şeyh, kendisini azarladı: (Ya sen şöyle mi sanırsın ki, bu fakirin işareti abes olsun, onun doğruluğunu bilmeden işaret ederler mi sanırsın?) buyurdu.

    Sual — Bir kişiye deseler ki: (Gelin, her gün bizden şu kadar şey alın) yahut: (Şu vakitte bu kadar şey alın) veya: (Yemek alın.) Buna muhatap olan da alıp götürürse, bu yemeğin ve diğer şeylerin hali nice olur?

    Cevap — Bunun gibi rızkı veya yemeği bir kişi vaktinde kendisi getirse veya gelin dese, varıp almalıdırlar. Bazı arifler buna ŞOM (UĞURSUZ) derler.

    Fakat, Şeyh Şehabeddin Sühreverdi rahmetullahi aleyh, bu lütfu ilâhidir, şom (uğursuz) denmez. Zira, bizim vaktimizi Allahu teâlâ sâfi eylemiştir. Her şeyde onun fiilini müşahede eyleriz. Herhangi şeyi ki Allahu teâlâ bize nasip eyler, biz onu mübarek görürüz, şom görmeyiz, buyurmuştur.

    Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh hazretlerine sordular:

    — Yâ şeyh! Biz, senin hiç kazanç sağladığını görmüyoruz. Senin rızkın neredendir?

    Hazret-i şeyh cevap verdi:

    — Hak teâlâ, bütün hayvanata sebepsiz rızık verir. Bayezid'e vermez mi sanırsın ki, sorarsın, buyurdu.

    Bir kimseye sordular:

    — Hayatını kazanmak için sebeplere hiç tutunmuyor, eşyayı korumuyorsun?

    O kimse, bunlara şu cevabı verdi:

    — Benim güzel bir sanatım vardı. Fakat, şeyhler bana dediler ki: (Sanatını bırak ve Allahu teâlâya tevekkül et. Lütfu ilâhiden yemek. Allâh dostlarına ve taliplerine daha güzeldir.) Ben de kendilerinden: (Bu sanatı terk edince, benim geçimim nereden olur?) diye soracak oldum, hatiften bir nida işittim: (Ne vakit ki, sen benim hazretime rücu edersen, ben de dervişlerim den birisini sana vekil tayin ederim veya düşmanlarımın birisini senin emrine veririm, o sana hizmetkâr gibi hizmet eder ve ihtiyacın ne ise hazırlar.)

    İlâhi lütfa vakıf olan kişi, meleklerle beraberdir. Zira, sebepleri terk ederek ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar.

    - HİKÂYE – ŞEYHİN TORBASINDAKİ YONGALARIN UN OLMASI

    Meşâyihten bir kişi vardı, rızık temini için uğraşmazdı. Şeyhin gayet huysuz bir karısı vardı. Bir gün karısı, şeyhe çıkıştı:

    — Ey aziz, dedi. Bu kanaat ne zamana kadar devam edecek? Sen de herkes gibi bir işin ucundan tutsan, biraz para kazansan olmaz mı?

    Şeyh, kadının dırıltısından kurtulmak için evden çıkmaya karar verdi ve kapıya yöneldiği sırada, karısı yetişti ve eline bir torba tutuşturarak:

    — Şunu al, iki akçe var, iki akçe de sen kazan, şu torbayı unla doldur getir bakalım, dedi.

    Şeyh, torbayı ve parayı alıp çıktı. Pazara vardı, bir çıkrıkçı ahbabı vardı, onun dükkânına girdi. Dükkân sahibi, şeyhin üzgün olduğunu derhal fark ederek sordu:

    — Sizi üzüntülü görüyorum. Acaba neyiniz var?

    Şeyh, karısının sözlerini anlattı ve:

    — Ben ise, bu nazenin ömrü yabana harcamaya kıyamıyorum. Bu köpek nefsi beslemek için, bu habis dünyayı talep ederek ömrümü zayi etmek istemiyorum, dedi. Bunlar, böylece sohbet ederlerken, şeyh un pazarının dağıldığını ve bir avuç bile un kalmadığını gördü ve çıkrıkçıya:

    — Şimdi bu boş torba ile eve nasıl gideyim? diye dert yandı.

    Çıkrıkçı da ona:

    — Torbana şu yongalar dan doldur, olsun bitsin, teklifinde bulundu ve şeyhin elinden torbayı alarak tıka basa yonga ile doldurdu. Şeyh, yonga dolu torbayı aldı, eve gitti ve kapıdan seslenerek:

    — Alın şunu, dedi ve durmadan mescide giderek akşama kadar namaz kıldı, virdini okudu ve hava kararınca karısından çekine çekine eve gitti. Kapıdan girerken, evin içine sıcak ekmek kokusu yayılmış bulunduğunu fark etti ve kendi kendisine:

    — Her halde komşulardan ödünç un almışlardır, yonga ile ekmek yapılmaz ya, diye düşündü. Selâm verdi ve oturdu. Karısı sofrayı kurdu ve taze sıcak sıcak ekmekleri önüne koydu. Şeyh, dayanamadı ve karışma sordu:

    — Bu ekmeği ne ile yaptın?

    Kadın, büyük bir memnuniyetle cevap verdi:

    — Getirip kapıdan bıraktığın un ile yaptım.

    Şeyh ağlamaya başladı ve itiraf etti:

    — Ben un getirmedim ki, dedi. Torbanın içine yonga doldurmuştum. Hak teâlâ kereminden un eylemiş.

    Şimdi ey aziz:

    Ne vakit ki sen Allah'a tevekkül edersen, Allahu tebâreke ve teâlâ hazretleri sana hiç ummadığın yerlerden rızkını verir, seni telâş ve kaygılardan kurtarır. Ey kardeş: Görmez misin ki, kuşlar yazın ve hatta kışın kendilerine zahire edinirler mi? Sabah, karıncıkları aç olduğu halde yuvalarından kalkarlar, akşam karınları tok olduğu halde yuvalarına dönerler. Şu dağ başlarında yaşayan hayvanlara bir baksana; samanları yok, ahırları yok, ambarları yok. Hak teâlâ, hepsine ayrı ayrı rızıklarını verir. Hatta, evlerde beslenen hayvanlardan daha semiz olurlar.

    Şunu iyice bilmek ve kesin olarak inanmak gerektir ki, insanlar, cinniler, vahşi hayvanlar, kuşlar ve bütün yerde ve gökte ne kadar yaratılmış varsa, Allâhu teâlânın kuludur ve Rezzâk-ı âlem hepsinin ayrı ayrı rızıklarını ihsan buyurur.

    Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün Medine-i münevvere’ de Enes radıyallahu anh’ın elinden tuttu ve kendisini alıp şehirden dışarı çıkardı. Bir ağacın üstünde bir kuşun oturduğunu gördüler. Resûl-ü zişân efendimiz:

    — Yâ Enes! Şu kuşcağızı gördün mü? Gözleri yoktur.

    Enes radıyallahu anh baktı ve gerçekten kuşun kör olduğunu gördü. Kuş, başını kaldırdı ve bir kere öttü. Resul aleyhisselâm buyurdu:

    — Yâ Enes! Bilir misin bu kuşcağız ne dedi.

    — Bilmem yâ Resûlallah.

    — O kuş diyor ki:

    Allah’ım! Sen gerçekten âdilsin. Benim gözlerimi kapattın ama, acıktığım zaman bana yiyecek ihsan buyurursun. Kuşun bu feryadı üzerine bir çekirge geldi ve kuşun ağzına girdi, kör kuş o çekirgeyi yuttu ve bir daha öttü. Resûl-ü ekrem sordu:

    — Şimdi ne dedi anladın mı?

    — Anlayamadım yâ Resûlallah.

    — Bu defa da dedi ki:

    Tevekkül edene Allâh kâfi gelir ve kendisini zikredeni unutmaz.

    Bu hali dikkat ve ibretle takip eden Enes anh, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden tevekkülü bu suretle talim etmiş oldu.

    Tevekkül, müminlere elbette gerektir. Allahu teâlânın vaatlerine inanmak gerekir. Zira, tevekkül Hak teâlâ tarafından sevilmeye sebeptir.

    Hak teâlâ, tevekkülü talim için peygamberlerinden birisine buyurdu:

    — Git, şu denizin en derin bir yerinden bir taş getir. O peygamber gitti, emir olunan taşı getirdi. Hak teâlâ, o taşın kırılmasını irade buyurdu, taş kırıldı ve içinden bir böcek çıktı ki, ağzında bir yeşil yaprak bulunuyordu. Hak teâlâ:

    — Ey benim peygamberim. Şu böcek için dahi, denizin o derinliğinde ve o taşın içinde her gün bir taze yaprak ihsan ederim ve onun bu rızkını eksik etmem, öyle ise, sen de emrettiklerimi yerine getirmekle meşgul ol, bana tevekkül eyle, ben senin rızkını nerede olursa olsun yetiştiririm, buyurdu.

    Şimdi, şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, kişide tevekkül olmayınca ibadetin lezzetini bulamaz. Ey biçare: Bir hayvan kadar da olamıyor musun? Ne sabrın var ne kanaatin! Allâhu Teâlâ’m Rezzâk-ı âlem olduğuna inanmalısın ki, tevekkül edebilesin. Şu baykuşu görmez misin? Bir zayıf kuştur ama gece sabahlara kadar Allah'ı zikreder, sabah olunca bir tenha köşeye çekilir, Allahu teâlâya tevekkül eder ve kendi haliyle meşgul olur. Rızık için hiç gam etmez. Çünkü, bilir ki Hak teâlâ ona rızkını mutlaka verecektir. Her gün üç kuş gelir ve kendilerini ona teslim ederler. Birisini alır ve yer, diğer ikisini azat eder. Ertesi günü aynı vakte kadar yine sabır ve kanaat eder. Hali, yaz ve kış daima böyledir. Oysa, sen insanlık dâva edersin, bir gün boğazından kesip bir fakire bir lokmanı veremezsin. Hep kendine ayırır, hep kendini düşünür (Birazdan yine yerim) dersin. O baykuş bile ömrünü kanaatle geçirir. Kanaat ehlinden olduğu için adı Baykuş oldu. Sabrı ve kanaati bereketiyle Hak teâlâ ayağına her gün üç kuş gönderir.

    • HİKÂYE – SÜLEYMAN (AS) PEYGAMEBER VE TÜCARRIN KISSASI

    Süleyman peygamber aleyhisselâm, bir gün tüccar bir kişiye nasihat etti ve:

    — Rızık için hiç kaygı çekme, Hak teâlânın emirleriyle meşgul ol, rızık Allah'ın üstündedir, dedi. Tüccar, kendisine itiraz etti:

    — Yâ Nebiyallah, dedi. Rızık için elbette talep gerektir. Durmakla Allahu teâlâ kimseye rızık vermez.

    Süleyman aleyhisselâm, onu temin etmeye çalıştı:

    — Hak teâlâ, kullarının rızıklarını vermeye kefil olmuştur. İstese de istemese de vaad olunan rızık gelir kişiye yetişir. Aşağı yukarı koşturup rızık talep edenler, sabırsızlıklarındandır. Sabredip bekleseler, rızıkları gelip onları bulur. Eğer, rızık çalışmakla elde edilse, birçokları rızık isterken, ellerindeki rızıkları yitirmezlerdi ve müflis olmazlardı. Şu baykuşu görmüyor musun, gece sabaha kadar zikreder ve sabah olunca bir kovuğa başını sokar oturur, rızık talebinde bulunmaz, Allahu teâlâ oturduğu yerde onun rızkını verir, dedi.

    Tüccar kalktı, gitti. Dört yana haber saldı ve bir baykuş bulup getirmelerini istedi. Bir baykuş getirdiler, parasını verdi ve onu satın aldı ve o baykuşu evine götürdü, bir kutunun içine koydu, kutunun kapağını sıkı sıkı kapattı, kutuyu bir odaya koydu ve odanın kapısını da kilitledi, anahtarını cebine koydu ve kendi kendisine:

    — Görelim bakalım, bu kilitli odada ve kapağı sıkı sıkı kapanmış bir kutu içinde bu baykuşun rızkı nereden ve nasıl gelirmiş? dedi.

    Ticaret maksadı ile başka ülkelere gitti ve bir yıl dolaştı, döndü tekrar yurduna geldi, evine vardı ve odanın kapısını açtı, kutuyu aldı ve kapağını söktü ki ne görsün? Baykuş, o kutunun içinde kuş tüylerine gömülmüş bir halde mışıl mışıl uyuyor. Aklı başından gitti ve bayıldı, bir müddet sonra kendisine geldi ve kutuyu kaptığı gibi Süleyman aleyhisselâmın huzuruna vardı ve ağlayarak:

    — Yâ Nebiyallah, dedi Geçen yıl sizin huzurunuzdan ayrılınca etrafa haber saldım ve bir baykuş satın aldım. Baykuşu bir kutunun içine koydum, kutunun kapağını sıkı sıkı kapattım. Sonra, o kutuyu bir odaya koydum, kapısını kilitledim ve anahtarını alarak ticaret amacı ile tam bir yıl başka ülkelerde gezdim, dolaştım. Yurduma ve evime dönünce odanın kapısını açtım, kutunun kapağını söktüm ve gördüm ki, baykuş kuş tüyleri arasında mışıl mışıl uyuyor. Sübhanallah, ben bu işe şaştım kaldım. Bu kadar kuş tüyü, kilitli bir odada, ağzı sıkı sıkı kapalı kutunun içine nasıl girmiş, bir türlü anlayamadım.

    Süleyman aleyhisselâm kendisine cevap verdi:

    — Allahu azim-üş-şân kadirdir ve vaadinde sadıktır. Kullarına nerede olursa olsun rızıklarını verir, dedi ve kutuyu açarak gerçekten baykuşun kuş tüyleri arasında yatmakta olduğunu gördü. Baykuşa sordu:

    Baykuş cevap verdi:

    — Yâ Nebiyallah. Rabbime şükür halim gayet hoştur. Hak teâlâ, bana' her gün üç kuş gönderdi, birisini yedim ve ikisini azat ettim. Eskisi gibi kerem-ü inayetiyle beni bu kutunun içinde bile mahrum etmedi. Karnım tok, Allahu teâlâya hamd-ü sena eder, bu emin ve tenha yerde yatarım.

    Bezirgân, baykuşun bu sözlerini duyunca birçok zahmet ve meşakkatlere katlanarak, dağlar ve tepeler aşarak rızık peşinde koşmanın boş ve manasız olduğunu anladı, Allahu teâlâya tevekkül etti, bütün malını Allah yolunda fakirlere dağıttı ve o günden itibaren ibadet ve tâ’atle meşgul olmağa başladı.

    Evliyâullahtan Hâtem Asam, tevekkül etmiş ve bir kenara çekilip oturmuştu. Rızık temini için hiç esbaba mukayyet olmazdı. Bir gün, bazı münafıklar kendisinden sordular:

    — Yâ Hâtem, senin yemeğin nereden gelir? biz, senin hiç çalışıp kazandığını görmüyoruz.

    Hâtem, cevap verdi:

    — Ben, Rahman'dan yerim.

    Münafıklar tekrar sordular:

    — Senin rızkın gökten inermiş, doğru mu?

    — Evet doğrudur, gerçek dersiniz. Benim rızkım semadan iner, dedi ve şu âyet-i kerimeyi okudu:

    “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.” Zariyat sûresi: 22

    Münafıklar, kendisiyle alay ettiler:

    — Senin rızkın bacadan iniyor olmalı, aman sakın kimseye söyleme, sus ve otur, dediler.

    Hâtem, ona da cevap verdi:

    — Doğru, dedi. Dokuz ay anamın karnında iken de yine bacadan inerdi.

    — öyle ise, git yüzükoyun yat, nasıl olsa rızkın gelir, yersin.

    —Doğru söylüyorsunuz, dedi. İki yıl beşikte yüzükoyun yattım. Allahu teâlâ rızkımı eksik etmedi. O zamandan bu zamana, sebeplere hiç teşebbüs etmedim. Allah'a tevekkül edip oturdum, o da beni kendi hazinesinden besliyor dedi.

    • HİKÂYE – MUSA (AS) İLE BİR KAFİRİN KISSASI

    Musa aleyhisselâm, bir gün Tûr dağına münâcata gidiyordu. Yolda, karşısına bir Mecusi çıktı ve sordu:

    — Yâ Musa! Nereye gidiyorsun?

    — Rabbime münâcata gidiyorum.

    — öyle ise, Rabbine de ki, ben ona tapmam. Eğer, elinden gelirse benim rızkımı kessin. Ben, onu Tanrı edinmem.

    Musa aleyhisselâm, Tûr'a gitti. Münâcatta bulundu ve döneceği sırada Allahu sübhanehu ve teâlâ buyurdu:

    — Yâ Musa! O Mecusi’nin söylediklerini neden bildirmedin?

    — İlâhi! Gizli veya aşikâr her şeyi bilen sensin. Ben, bu gibi sözleri Rabbime arz etmeye hayâ ederim.

    — Yâ Musa! Git o kuluma söyle, o bana kul olmaktan utansa bile, ben rububiyetimi terk etmem, bütün yarattıklarıma rızıklarını veririm. İster o kul bana ibadet etsin, isterse etmesin, rızıklarını eksik etmem.

    Musa aleyhisselâm geri dönerken, yine o Mecusi ile karşılaştı ve Mecusi sordu:

    — Yâ Musa! Söylediklerimi Rabbine bildirdin mi?

    — Bildirdim ey kâfir;

    — Rabbin ne cevap verdi?

    — O, benim kulluğumdan utansa da ben Rezzaklığımı terk etmem. Bütün mahlûkat ister kâfir ister müslüman ister fâsık ister salih hepsini ben yarattım, rızıklarını da ben veririm ve kesmem, buyurdu.

    Mecusi, bu sözleri işitince ağlamaya başladı ve parmağını kaldırarak:

    — Lâ ilahe illallah Musa Kelimullah, diye imanını açıkladı. Oysa o zamana kadar;

    lllel-lât der ve puta tapardı.

    Şimdi aziz:

    Bunları sana bir bir anlatmamın sebebi budur ki, Hak teâlâ muhakkak ki illel-lât diyenin bile rızkını kesmez:

    Bunu böylece bil ve düşün ki, sıdk ile ihlâs ile ALLÂH diyenin rızkını vermez mi sanırsın? Onun nimetlerinin nihayeti yoktur. Onun kullarına ihsan ve ikramı çoktur. Bütün mahlukat onun emrindedir ve onun hanında karınlarını doyurur. Kâfir olsun, müslüman olsun hepsini karşılıksız olarak besler.

    Gaip hazinelerinden lütfedersin ey Kerim!

    Kâf ir-müşrik ayırd etmez, rızık verirsin bilumum;

    Düşmanına bunca nimet bahşederken ey Rahim!

    Dostlarını iki-cihanda elbet etmezsin mahrum.

    Şu hâlde, rızık için kaygılanmak, ibadet ve tâat yolunu Bırakmak ve dünyaya dalarak haktan gafil olmak edepsizliktir. Demek ki, tevekkül etmek için sabretmek lâzımdır.

    Sabrı olmayan tevekkül edemez, öyle ise, sana biraz da sabır hakkın da ve sabrın faziletleri hususunda nasihat edeyim ki, faydalanasın. Zira, nefes nefesten mübarektir, saat saatten kutludur. Gün günden devletlidir.

    Ey aziz: Bilmiş ol ki, sabır sıfatı olan kişi, gayet bahtlı kişidir. Hak teâlâ hazretleri katında mertebesi gayet ulu kişidir. Onun için Hak teâlâ bunları över:

    “Allâhu teâlâ, sabredenlerle beraberdir.” Bakara sûresi: 155

    Buyurur. Hem, bu sabır denilen şey, kişiyi hayvanlıktan insanlığa çıkarıcıdır. Bir maksat için sabredenler, elbette maksatlarına erişirler. Fakirliğe sabredenler, zenginliğe erişirler. Düşmanlarının zahmetlerine sabredenler, düşmanlarına karşı zafer bulurlar. Ayrılık zahmetlerine sabredenler, kavuşmanın mutluluğuna erişirler.

    Sabır, sevincin anahtarıdır, buyurulmuştur. Sabır, birkaç türlüdür ve her birinin mertebesine göre Hak teâlâ katında ecirler vardır. Bunların her birini sana yerli yerinde anlatı vereyim, işit ve öğren de sabırlılardan ol ve inşa’allahu teâlâ bu fakir müellifi de duadan unutma.

    Ey aziz: Sabır, üç mertebe üzerine dir:

    BİRİNCİSİ: Şiddete ve musibete sabırdır.

    İKİNCİSİ: İbadet ve tâat zahmette sabırdır.

    ÜÇÜNCÜSÜ: Günah işlemeye sabırdır. (Yani, günah olacak şeylere sabredip, günah işlememektir.)

    Şimdi, musibet nedir, onu söyleyeyim:

    Aziz: Musibet, o iğrenç ve çirkin işe derler ki, nefs ondan incinir, tedirgin olur. Yani, nefse güç gelen şeye musibet denir. Az veya çok, musibet de mertebe mertebedir, türlü türlüdür. Meselâ, bir kişinin bir yakını ölse yahut davarları veya cariyesi ölse veya bir kimse hasta olsa, bu musibettir.

    Dünyalığı telef olması, başına korkulu haller gelmesi, zalimlerden ve derebeylerinden korkması da musibettir. Kaşığı veya kalemi kırılması, ayağına taş veya diken batması, sürçmesi, atının ayağı sürçmesi, değneği veya çömleği kırılması da musibettir. Bu ve bunlar gibi musibetlere uğrayan müminler sabretseler, metanet gösterseler, sızlanmasalar, Hak teâlâ her biri için cennette üç yüz derece verir ki, her derecenin aralığı yerle gök arası kadardır. Sabreden bazı kullarına da hesapsız ecirler ihsan buyurur.

    Nitekim, Allahu teâlâ Kur'an-ı hakiminde musibeti ve musibetlere sabredenlere verdiği ecirleri beyan ederek buyurur:

    “Sizleri; biraz korku, açlık, mal, can ve mahsul eksikliğiyle imtihan edeceğiz. (Tâ ki, itaat edeni isyan edenden ayrıd edelim, yoksa bilmediğimizi bilmek için değil) ki, bir musibete uğradıkları vakit İNNÂ LİLLÂHİ VE İNNÂ İLEYHİ RÂCi'UN, yani biz Allahu teâlânın kullarıyız, Allâhtan geldik ancak ona döneriz, musibetlerine razıyız, derler.” Bakara sûresi: 155—156

    Bu âyet-i kerimeden de anlaşılıyor ki, musibet kulları sınamak içindir. Zira VE LENEBLÜ VENNE KÜM BÎ-ŞEY İN, yani biz sizi sınarız buyurulmuştur. Onun için, düşmandan korkmaya sabır gerektir. Sabredenlerin, Hak teâlâ hazreti katındaki faziletini hatırlayarak sabretmek gerektir. Yahut sabırsızlık ederek darlanan ve sızlananların Hak teâlâ hazretleri, indindeki horluklarını düşünüp sabır etmek gerekir. Kişinin sabrı olsa da olmasa da Hak teâlâ dilediğini yapar. Böyle olunca, sabrederek sabırlılar dan olmak daha güzel ve hoştur.

    Îbn-i Mübarek rahmetullahi aleyh der ki:

    — Musibet birdir, sabır etmeyince iki olur. Biri büyük musibet ve diğeri küçük musibettir. Büyük musibet, sabredenlere verilen sevabın elinden alınmasıdır. Sabır edilemeyen musibet ise küçük musibet olur.

    Bu sebeple: (Ah, şu şöyle olmasaydı!) demek de musibettir. Allah rızasını isteyen kişilerin, ister rahat olsun, isterse mihnet olsun, nefse muhalif gelen yerlerde ve nefsleri incindikçe ona sabretmeleri ve darlanmamaları gerektir. Nefse hoş gelen yerlerde de yani rahata erişilince bu nimete şükretmelidir. Çünkü, rahatlık da bir nimettir. Böylece, mihnete sabır ve nimete şükredenler hem SÂBÎR hem ŞÂKÎR olurlar, Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem efendimiz:

    “Varlıkta ve yoklukta hamd edenleri, Allahu teâlâ hamd edenlerin cennetine davet eder, buyurmuşlardır.”

    Her belâya sabretmek, Muhabbetullah alâmetidir. Zira, kişi sevdiğinin zahmetlerine sabredici olur. Hak teâlâ, dostlarına daima iptilâ (düşkünlük) taşlarını atar, dost olanlar bu iptilâ taşlarına, başlarını ve canlarını gönül birliği ile tutarlar. Nitekim, ol sultan-ül-Enbiyâ Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:

    “Hak teâlâ kulunu sevince, ona belâlar gönderir. Bu belâlara sabreden kullarını da sever.”

    Öyle âşıklar vardır ki, haktan gelen rahat veya mihnet ne olursa olsun hiç ayırt etmezler.

    Fakir, müelliften beyitler:

    Gana cefa kıl ya vefa, senden o hem hoş hem bu hoş;

    Ya dert gönder ya deva, senden o hem hoş hem bu hoş.

    Hoştur bana senden gelen ya hilat yahut kefen;

    Ger taze gül yahut diken, senden o hem hoş hem bu hoş.

    Ger bag-ü ger bostan ola, ger bend-ü ger zindan ola;

    Ger vasl-ü ger hicran ola, senden o hem hoş hem bu hoş.

    Halimi bir dem soragel, diler isen bağrımı del;

    Ey kahrı ve lütfü güzel, senden o hem hoş hem bu hoş.

    Gelse celâlinden cefa yahut cemalinden vefa;

    İkisi de cana safa, senden o hem hoş hem bu hoş.

    Evet; âşıklar rahatla mihneti fark etmezler, bu rahattır, bu mihnettir demezler, Haktan her ne gelirse keyif alırlar. Hak teâlâ, halkın zahmetini, mihnetini töhmetini bunlara havale eder ve çektirir ki, hesapsız ecirler vermek içindir. Buna, birçok deliller vardır. Birçok Hadis-i şerif de vârid olmuştur. Bazılarını diyelim ki, tâlipler bilsin ve öğrensinler de Hak yolunda sabra alışsınlar ve Hak teâlâ katında yüce mertebelere ulaşsınlar.

    Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

    “Belâ, Nebilere gönderilir. Sonra, velilere gönderilir. Sonra, benzerlerine ve benzerlerine gönderilir.”

    Bundan da anlaşılıyor ki, belâ Allahu Teâlâ’yı sevenlere gönderilirmiş, yani Hak teâlâ sevdiklerine gönderirmiş. Şu hâlde, belâya sabretmek gerektir ki, Allahu teâlânın

    Levh-i mahfuzda yazdığı dostluk sabit olsun:

    Ben, o Allâhu azim-üş-şânım ki, benden gayrı Hak mâ'bud yoktur. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, benim Resûlüm ve Habibimdir. Her kim, benim kazalarıma muti olur (boyun eğerse) ve belâlarıma sabrederse, verdiğim nimetlere de şükrederse ben o kulumu Sıddıklar arasına yazarım ve Sıddıklarla haşr ederim. Her kim, benim belalarıma sabretmez ve nimetlerime şükür etmezse, kazama da razı olmazsa varsın o benden gayrı bir ilâh istesin, Buyurulmuştur.

    Ey aziz:

    Bu sözlerde, sabırsızlar için büyük korku vardır. Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin Rabbi (Beni Hak mâ’bud edinmemiş olurlar) buyuruyor. Ne'ûzü billah, Hak Teâlâ’yı hak mâ'bud edinmeyen, putperest veya kâfir olur. Bu sözde kinâye vardır, yani (Sabretmeyen, şükretmeyen, kazama razı olmayan kâfir olur.) denilmek istenilmiştir.

    Eğer bu inceliği anlayabilirsen, sabırsızlığın ne mühim ve ne müşkül bir iş olduğunu da idrak edersin.

    KEŞŞÂF sahibi der ki: (Sıddık dan murat, Nebilerin ashabının ulularıdır.)

    Hak teâlâ yolunda sabreylemek, nefse mücahede çektirmektir. Riyazet ve perhiz etmektir. Gerçi, bu âşıkların her zamanki özellikleridir. Zenginlerin fakirlerle oturup kalkması, onların ihtiyaçlarını gidermesi, ayrıca öfke halinde sabretmek de birer ulu sabırdır.

    Ey aziz:

    Allah yolunda sabredenlerin erkek veya kadınlarından birkaçının halini ve hikâyesini sana anlatayım da Hak teâlâ kullarına nasıl yardım edermiş, onları korkularından nasıl emin kılarmış öğren

    • HİKÂYE

    Bir sâliha kadın vardı. (Allah ondan razı olsun.) Bir gün, ekmek pişirmek için tandır yaktı. Tandır, yanıp kızgın hale geldiğinde, öğle namazı vakti oldu. O kadıncağızın, henüz emzikte bir çocuğu vardı. Yavrusunu bir kenara koydu, gitti abdest aldı ve namaza durdu. Kadın, namaz kılarken, oğlan sürtüne sürtüne tandırın kenarına vardı. Kadın, gözünün ucuyla çocuğunun tandırın kenarına kadar geldiğini fark etti amma, namazda olduğu için ilgilenmedi, namazını bozarak yavrusunun yardımına koşmadı. Namazı kılıp bitirdiği zaman gördü ki, yavrusu tandıra düşmüş ve o kızgın tandırda ateşin tam orta yerinde kendi kendine oynayıp duruyor, bir kılına bile zarar gelmemiş. Aldı, bağrına bastı, ağladı ve Allah'a şükrederek evinin işleriyle uğraşmaya devam etti.

    Gördün mü aziz? O kadıncağızın sabrı ve tevekkülü bereketiyle Hak teâlâ yavrusunu nasıl esirgedi ve ateşte yakmadı. Şu hâlde, sen de Allah kazasına sabret ki, rızasına ve nimetine erişebilesin. Zira, sabır kişiyi ferahlığa kavuşturan çok ulu bir sermayedir.

    Eğer, çocuk o tandırdaki ateşte yanmış olsaydı, o kadın şöyle derdi “şüphesiz biz Allah’a aidiz ve şüphesiz ona döneceğiz.”

    Ey aziz:

    Ne zaman bir müminin çocuğu ölse, Hak Teâlâ bu çocuğun ruhunu alan meleklere şöyle buyurur;

    — O kulumun gönlünün meyvesini aldınız mı?

    — Yâ Rab! Buyurduğun gibi kabz ettik.

    — O kulum ne dedi?

    — Sana şükür etti ve başka bir şey söylemedi, gönlünü mahzun etmedi. ELHAMDÜLİLLAH, kendi verdi yine kendi aldı, dedi.

    — O kulum için cennette bir ev yapın ve o eve DÂR-ÜL- HAMD adı verin.

    Melekler, bu emr-i ilâhi üzerine o kul için cennette öyle bir saray yaparlar ki, o sarayın büyüklüğü bu dünyanın birkaç misli olur.

    İşte, bu keramet o belâya ve musibete sabredenlerindir.

    Belâya sabredenlerden birisi de Eyüp aleyhisselâm dır. Onun sabrı, âlemde meşhurdur. Eyüp aleyhisselâm, ne zaman namaza dursa, hiçbir şey onun gönlünü haktan ayırmazdı. Yani, onun gönlüne haktan gayrı bir şey gelmez ve girmezdi, İbadet ve tâat içinde, onun sabrı o kadar idi ki, Hak teâlâ onu meleklerine överdi. Sabrı ile yer ve gök doldu. Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail aleyhümüsselâm ile arşı taşıyan melekler, Hak teâlâ hazretlerinden Eyüp aleyhisselâmı ziyaret edebilmek için izin istediler. Daha sonra, yerde ve gökte ne kadar melek varsa, hepsi saf saf ziyaretine geldiler.

    Şeytan aleyh-ü-lâ'ne, bu şevket ve azameti görünce kandı ve Hak teâlâya niyazda bulundu:

    Yâ Rab! Bu kuluna ne izzet ve ululuk vermişsin ki, bütün melekler azametle gelir ve onu ziyaret ederler.

    Hak teâlâ buyurdu:

    — Eyüp, benim sabırlı kulumdur. Sabırlı kullarıma bu yapılanlar dahi azdır.

    Şeytan, tekrar niyazda bulundu:

    — Yâ Rab! - Benim de senden bir dileğim var, müsaade buyur ben de gideyim ve o kulunu deneyeyim. Eğer, benim tecrübem de doğru çıkarsa senin o kulunun gerçekten sabırlı olup olmadığı belli olur, dedi.

    Hak teâlâ, ferman buyurdu:

    — Yâ mel'un, bir de sen tecrübe et.

    Şeytan, Eyüp aleyhisselâmın bulunduğu yere geldi ve evvelâ onun malına kast etti. (Bundan anlaşılıyor ki, şeytan müminleri yoldan çıkarmak istediği zaman, önce mallarına el atarmış, sonra evlatlarına el atarmış ve nihayet bedeninden tutarmış. Nitekim, Resûl aleyhisselâm da böyle buyurmuşlardır.)

    O yüzü ve bahtı kara şeytan, önce Eyüp aleyhisselâmın malına kast etti ki, malı ile onu yoldan çıkarabileceğini sandı. Eyüp aleyhisselâm ise, başını secdeye koymuş, Mevlâsına münâcat ediyordu. Melekler hisar gibi etrafını sarmışlardı, ta göklere kadar çevresi meleklerle dolmuştu. Bunun için, ona yaklaşıp nükteli söz söylemeye imkân bulamadı.

    Fakat, şeytan mağlûbiyeti kolay kolay kabul eder mi?

    Bir dağ başına çıktı ve gördü ki, Eyüp aleyhisselâmın davarları orada otluyorlar. Şeytan-ı lâin, bu dağın üzerinden öyle bir haykırdı ve ayağı ile dağı öyle bir sarstı ki, korkudan ovada bulunan hayvanların hepsi helâk oldu, bir tek canlı kalmadı. Şeytan, tekrar Eyüp aleyhisselâmın yanına döndü ve gördü ki, yine secdede bulunuyor ve etrafında da melekler oldukları gibi duruyorlar. Uzaktan seslendi:

    — Yâ Eyüp! Başını secdeye koymuş yatıyorsun ama senin ibadet ve tâatinden Hak Teâlâ vazgeçti. Sana kızdı ve dağdaki bütün davarlarını kırıp geçirdi. Bir tane bile bırakmadı. Burada, başın secdede daha ne kadar yatacaksın?

    Eyüp aleyhisselâm, şeytanın bu sözlerine aldırış bile etmedi. Namazını bitirdi, selâm verdi, hakka hamd-ü senâ eyledi ve sonra şeytana şunları söyledi:

    — Davarların hepsi helâk oldu diyorsun. Onlarla benim ne ilgim var? Onlar benim neyimdir? Ben, âciz ve zayıf bir kulum, kulun nesi varsa efendisinin dir. Efendi, davarlarını kırmış, bana ne? Ben kulum ve kulluğumu bilirim, dedi ve tekrar secdeye vardı.

    Mel'un şeytan mahcup ve perişan baka kaldı ve malını telef etmekle zafere ulaşamayacağını anlayarak; bu defa da çocuklarına kastetti. Kişinin oğlu ve kızı, gönlünün meyvesidir. Gitti, gece vaktine kadar bir tarafa sindi ve hava kararınca, tekrar Eyüp aleyhisselamın evine geldi. Eyüp aleyhisselâmın karısı ile kışlarının bir döşekte yattıklarını gördü. Eyüp aleyhisselâmın dokuz kızı vardı. Şeytan, o masum kızların üzerlerine elini koydu ve öyle bir haykırış haykırdı ki, yavrucukların hepsi korkularından helak oldular. Hemen;

    Eyüp aleyhisselâmın yanına koştu ve gördü ki, yine namaza durmuş ve etrafını çepçevre melekler kuşatmışlar. (Meleklerin, onun etrafında böyle saf saf durmaları sana acayip gelmesin. Herhangi bir mümin, kalp huzuru ile el bağlayarak Hak teâlâ huzurunda durursa, bu ibadeti sırasında yerde ve gökte bulunan bütün melekler, ona hizmet etmeğe can atarlar. Zira, Allahu teâlâya ibadet edene hizmet etmek, Allâhu teâlâya hizmet etmek gibidir) evet, hikâyemize devam edelim:

    Şeytan, bu defa da meleklerden Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı ve yine uzaktan seslendi:

    — Yâ Eyüp! Bu senin yaptığın bütün ibadetler, Hak katında bir sinek kanadı kadar değersizdir. Allahu teâlâ, sana kızdı ve bütün kızlarını helâk etti. İnanmazsan git bak, hepsi bir döşek içinde cansız yatıyorlar, dedi.

    Eyüp aleyhisselâm yine aldırmadı:

    — Benimle ne ilgisi var? öldülerse. Hüküm, tek ve kahhar olan Allâhu Teâlâ’nındır. Yaratan ve can veren o idi, öldüren de yine odur, dilerse öldürür ve dilerse diriltir, bana ne? dedi ve yine secdeye vardı.

    Şeytan, çok üzüldü ve Eyüp aleyhisselâmı baştan çıkaramadığına çok canı sıkıldı, vardı ve yine Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundu:

    — Yâ Rab! dedi. O Eyüp kuluna ne yüce bir sabır vermişsin. Malını tamamıyla helâk ettim, gönlünü senden ayırmadı, evlâtlarını helâk ettim yine senden gönlünü ayırmadı. Müsaade buyur, gideyim onun bedeninden de tutayım, dedi.

    Hak teâlâ:

    — O kulum ki, kendisini bana ısmarladı ve benim tâatim de önde oldu. Sen, onu kandırmazsın. Şu gönül ki, benim kudretim elindedir, ona girmeye nasıl zafer bulabilirsin? Git, nasıl bilirsen öyle yap, buyurdu.

    Nitekim, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurur!

    “Her kim, Allah ile olsa; Allah da onunla olur.”

    Şeytan, döndü baktı ki Eyüp aleyhisselâm Rabi’sine niyaz ve Münâcatta bulunuyor ve melekler de kendisini zevkle dinliyorlar. (Aziz: Bir kul, Rabbine münâcat ve niyazda bulunursa, melekler onu dinlerler ve duası arasında ' ÂMİN derler.) Şeytan, yine azmetti, fakat Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı. Zira, melekler göklere kadar etrafını çepeçevre hisar gibi sarmışlardı. Yılmadı, bu defa aşağıya indi, yerin dibine kadar daldı ve yine meleklerin her tarafı sarmış bulunduklarını anladı. Âciz kaldı, bir türlü ona yaklaşamadı. Nihayet, o habis burnunu yere vurdu ve domuz yeri kazar gibi kazarak içine girdi ve Eyüp aleyhisselâmın secde ettiği yere kadar sokulmaya muvaffak oldu. Eyüp aleyhisselâmın yüzüne bir kere ÜF deyiverdi, Hazreti Eyüp öyle sandı ki bütün gövdesi eridi, doğruldu ve canının acısından başını tekrar secdeye koydu, âdeta kendinden geçmiş gibi yatarken bütün vücudu zehirli yılan sokmuşçasına şişti, yarıldı ve çatladı. Yaralarından irinler ve sarı sular aktı, zamanla kurt üşüştü. Hâsılı, o hale geldi ki, yaralarındaki her kurt bir hıyar kadar büyüdü. Fakat, Eyüp aleyhisselâm bir kere dahi inleyip, sızlanmadı.

    Ey tâlib-i din kardeşim:

    Gör ki, Hak teâlâ dostlarını nice sınar ve onların üzerlerine düşmanlarını nice havale eder. Bütün bunlara rağmen, Eyüp aleyhisselâm bu zahmetlerden incinerek bir gün olsun şikâyet etmedi. Şeytan da onu hiç boş bırakmaz, hekim gibi yanına gelir giderdi. Fakat, Eyüp aleyhisselâm asla tedavi istemez ve yaralarına bakılmasına ve ilâç vurulmasına izin vermezdi.

    Bu zahmet ve mihnetler içinde aradan yedi yıl geçti. Eyüp aleyhisselâmın gövdesinde bir dirhem et kalmadı. Zira, Hak teâlâ kurtlara etini ve yağını yemelerini emretmişti. Yalnız, damarlarını ve sinirlerini yemekten sakınırlardı. Teni âdeta kalbura dönmüştü, güneş ışıkları üstüne vurduğu zaman, bir yanından bir yanına geçerdi. Kokusundan kimse yanına varamazdı. Fakat, tıpkı sağlığında ve sağlamlığında olduğu gibi daima ibadet ve tâ’atle meşgul olur, hiç tembellik ve gevşeklik etmezdi. Bütün bu zahmet ve mihnetlere, metanetle sabrederdi.

    Eğer, Eyüp aleyhisselâmın ne dediğini merak edersen, onu da söyleyeyim O, daima:

    “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” Enbiyâ sûresi: 83

    Derdi, belâlara sabreder ve asla incinmez, sızlanmazdı.

    MESSENNÎD-DURRU demesi, gerçi incinmek demek olur. Bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, müfessirler ve meşâyih başka başka mâna vermişlerdir. Bir mânası da budur:

    Eyüp aleyhisselâm, bir gün güneşe karşı oturmuş, gövdesine üşüşen kurtları seyrediyordu. Kimi büyük, kimi küçük, kimi sarı, kimi ak, kiminin başı kara, hâsılı vücudunda beş bin türlü kurt vardı. İşte, bu kurtların girmesini, yemesini, çıkmasını ve çokluğunu seyrederken, kurtlardan birisi sıçradı ve yere düştü. Eyüp aleyhisselâmın, onun düşmesine gönlü razı olmadı ve onu alıp tekrar düştüğü yere koydu. O kurt, öyle sıkı tutundu ki, tenini kuvvetle ısırdı. O zamana kadar kurtlardan bu kadar acı duymamıştı. İşte bu sırada, Eyüp aleyhisselâm niyazda bulundu:

    — İlâhi! Bu kurt yere düştü ve ben onu tekrar elimle düştüğü yere koydum. Halbuki, o beni şiddetle ısırdı ve çok canımı acıttı.

    Hak teâlâ hazretleri buyurdu:

    — Yâ Eyüp! Böyle acıması nedendir bilir misin?

    — İlâhi! Ancak sen bilirsin.

    — Şimdiye kadar böyle bir acı duymamanın sebebi, kurtların senin vücudunu yemeleri belâsı benim emrimle idi. Onun için acısını duymuyordun. Oysa, şimdi kurdu kendi elinle ve kendi dileğinle yaranın üstüne koydun, bu sebeple daha çok canın acıdı. İnsanların kendi dilekleriyle olan şeylerin sonu böyle pişmanlık ve acı olur.

    Ey tâlip kardeş:

    Bunda sır ve mecaz çoktur. Eğer, biraz kafanı yorarsan anlarsın. Eyüp aleyhisselâm, kendi dileği ile, kendiliğinden iş işlediğini bildi ve kendi böyle bir belâyı seçmesinden incinerek MESSENİD-DURRU (Bana hastalık ve zarar İsabet etti) dedi. Yoksa, belâdan ve zahmetten incinip, sabır etmeyerek böyle söylemedi.

    MESSENNİD-DURRU tefsirinde Şeyh Mâ'ruf-u Kerhi rahmetullahi aleyh, şöyle buyurmaktadır. Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundum:

    — Yâ Rab! Kur'an-ı azim-ül-bürhanda:

    “Biz, Eyyüb'ü gerçekten (Nefsine, ehline ve malına erişen musibetlere) sabırlı bulduk. O, ne güzel kul idi. Daima Allâhu teâlâya döner, ona sığınırdı.” Sa'd sûresi

    Buyurdun. Şu hâlde Eyyub'un MESSENNİD-DURRU demesi ne idi?

    Hâtıftan bir nida geldi:

    — Yâ Mâ'ruf! Mihnetlere uğramış ve tenini kurtlar yerken, biz ona her sabah in'am ederdik. Tecelli kılar ve: (Es selâmü aleyk ey benim sabırlı kolum, nice sorayım seni.) derdik. Bu tecelli ve soruşumuz dolayısı ile, Eyyube mihnetleri rahat görünürdü, öyle ki, Eyüp hoşluğa döndü ve hoş olmak alâmetleri belirdi. O tecelli ve hatır soruşların kesilebileceği kaygısına düştü ve bu ayrılık korkusu ile inleyerek İNNÎY MESSENNÎD-DURRU dedi.

    Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh de bu ayetin tefsirinde buyurmuşlardır ki:

    Ben, Eyüp aleyhisselâmın: Enbiya sûresi: 83. ayetinde inleyip bana hastalık isabet etti demesine hayret ettim Hazreti Eyüp aleyhisselamın ruhuna teveccüh edip secde ettim.

    — Yâ Eyüp! Sen ki, övülmüş peygambersin. Allahu teâlânın verdiği belâdan niçin inlersin? dedim, secdeye vardım, teveccüh ettim ve hemen o demde Eyüp aleyhisselâmın ruhu ile buluştum. Kendisine selâm vermek ve bu inlemesinin sebebini sormak üzere ileriye vardım, Eyüp aleyhisselâm önüme geçti ve bana selâm verdi ve dedi ki:

    — Yâ Bayezid’i O Hazret, öyle bir Hazrettir ki, kişi neye güvenip dayanırsa, itimat ettiği şey Allâh ile arasında perde ve hicap olur. Kişinin kendisine değil, Allahu teâlânın fazlına dayanması gerektiğini anladım. Oğuldan, kızdan, hısımdan, kavimden, maldan, rızıktan, sağlıktan hiçbir fayda olmadığını da anladım. Yani, sabırdan başka dayanacak bir şeyim olmadığını da sezdim. Ancak bu sabrında, benimle Mevlâm arasında bir perde olduğunu, ulu bir dağ gibi dostumla aramı ayırdığını fark edince, hiçbir şeye sahip olmadan Allah’a varabilmek için bir kere ah ederek o sabır dağını da kül gibi savurup, hiç eyledim. O Hazrete, işte böyle bir hiçlikle vardım. Hazret, bana: (Sen kimsin?) buyurdu. Cevap verdim: (İlâhi! ben bir hiçim, bende kimlik kalmadı ki, bir haber verebileyim) Kulluk makamında hiç olduğum için, benim iflâsımı ve yokluğumu kabul ettiler ve beni zâtından ve efalinden sual olunmayan ol padişahın yanma ilettiler. Şimdi, biz onun, oda bizimdir Yâ Beyâzid.

    Secdede bunları öğrenince bir nara atıp kendisine geldi ve: Peygamberim Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, şeyhim Eyüp aleyhisselamdır, dedi.

    Bazı müfessirler de Eyüp aleyhisselâmın inlemesini duyan şeytanın fevkalâde sevindiğini ve:

    — Hah, Eyyub'u aldattım. Şimdi, bilinmişlik ten unutulmuşluğa çıkardım. Mevla’sından şikâyet ettirdim, diyerek memnuniyetini açıkladı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretlerinin, Eyüp aleyhisselâmı gayrete getirmek maksadı ile:

    — Ben, şikâyet ehli miyim ki, benden şikâyet edersin? İzzetim hakkı için, bir daha ah edersen, muhabbetimin tadını senden alırım ve artık seni yakınıma bırakmam, buyurduğu için değil Eyüp aleyhisselâm yukarıda açıklanan sebep nedeni ile inleyip ah etmişti.

    Ey gafil:

    Senin, bir iki pulun gitse, nice minnet ve nice şikâyet edersin. Sabırsızlık yüzünden, bütün hayırların bozulur. Bir yakının ölse, öyle feryat ve figan edersin ki, bütün halka acı çöker, hakka da âsi otursun. Bir gün, biraz başın ağrısa, kapısını aşındırmadık tabip bırakmazsın, öyle sızlanırsın ki, feryadın göklere yükselir. Bütün mahalle halkı tedirgin olurlar. Ey acep senin halin ne olacak? Ne ibadet zahmetine sabrın var ne fakirliğe sabrın var ne hastalığa sabrın var.

    Şunu bilmez misin ki, bir kul hasta olsa, Hak teâlâ ona iki melek verir ve buyurur ki:

    — Varın, o hasta kulun yanında oturun, dinleyin hatırını sormaya gelenlere ne diyor? Benden şikâyet mi ediyor, yoksa şükür mü ediyor?

    O melekler, gelir hastanın başucunda otururlar. Hatırını sormağa gelenlerin sorularına karşı eğer:

    El-Hamdülillahi Rabbil-âlemiyn derse ve: (Sağlık veya hastalık, Mevlâ'dan gelene şükürler olsun, sağlam olduğumuz ve yiyip içtiğimiz, gezip yürüdüğümüz zamanlar hoş mu idi? Bu hale de şükür.) diyerek şikâyet etmezse, o melekler onun bu hamdini Hak teâlâya arz ederler:

    — İlâhi O kulun sana şükrediyor. Gönlü hoş, hastalıktan hiç şikâyeti yok, derler. Hak teâlâ, buyurur:

    — Ey melekler, siz tanık olun. Benim üzerime olsun, eğer o kulum ölürse, onu cennetime koyarım. Eğer, şifa verirsem evvelkinin iki misli et, evvelkinden iki misli kan verir ve şimdiye kadar olan bütün günahlarını da affederim. O hastalığı, kulumun şimdiye kadar olan günahlarına kefaret olur.

    Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurur:

    “Hastanın inlemesi tesbih, bağırması tehlil, nefes alıp vermesi sadaka, uykusu ibadet, bir yanından bir yanına dönmesi cihaddır. Sağlığındaki ibadetleri yapıyormuş gibi yine yazılır.”

    Bir mü'min hasta olduğu zaman, o kişinin sol omuzun da oturan ve sağlığında işlediği kötü amellerini yazan meleğe, Hak teâlâ buyurur:

    “O kulumdan kalemi kaldır. Doğrusu o benim bağımdır.”

    Sağ omuzunda oturan ve hayırlı amellerini yazan meleğe de şöyle buyurur:

    “Sağlığında işlediği güzel amellerini yaz.”

    Ey keremi çok sultan. Kereminden sabırlı kullarına neler ihsan buyurur.

    Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin, yukarıdaki Hadis-i şeriflerinde buyurduğu hasta, hastalık zahmetlerine sabreden ve Allahu Teâlâ’dan gelen hastalığa şükreden hastaardır, yani sabır ve şükür eden hastalardır.

    Selman-ı Fârisi radıyallahu anh buyururlar ki: Bir mümine sıtma gelince, o müminin ruhu ile konuşur. Müminin ruhu ona sorar:

    — Ey sıtma, bu mü’ minin nefsinden ne istersin? Sıtma, ruha cevap verir:

    — Ey temiz ruh, nefsin gayet temizdi. Günahlar onu kirletti. Ben onu günahlarından arındırmaya geldim.

    Ruh, o zaman sıtmaya üç defa: Yakın ol der.

    Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyat efendimiz de buyurur:

    “Gerek sıtma ve gerekse diğer hastalıklar, mü'minin ahiretteki zahmetlerini giderir. Bir kişi, bir mü'minin hastalığını sormağa gitse veya öldüğü zaman cenaze namazını kılsa, Allâh yolunda yedi yüz oruç tutmuşçasına sevabı vardır.”

    Nitekim: “Her kim, bir hastayı ziyaret ederse, Allah yolunda 700 gün oruç tutmuş gibidir, yani o kadar sevap alır.”

    Hadis-i şerifi de bu sözümüzü doğrulamaktadır.

    İşte aziz, hastalığa sabredenlere bu kadar ecirler vardır. Hasta sorana da bu kadar ecirler vardır. Cenaze namazı kılana da bu kadar ecirler vardır.

    Ebû-Hureyre radıyallahu anh rivayet eder: Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden; sordular.

    — Yâ Resûlallah! Belânın büyüğü ve zahmetlisi, dünyada kimleredir?

    Efendimiz saadetle buyurdular:

    “Peygamberlere ve onlara benzeyenlere dir.” (Bu Hadis-î şerif, yukarıda zikrolunmuştu.)

    Demek ki, belâ Nebiler ve veliler yoludur. Hz. Ayşe radıyallahu anha validemiz, Aleyhissalâtü vesselâm efendimizden rivayet ederek buyurur ki:

    Bir diken batmasının zahmetini, Hak Teâlâ bir mü'minin bir günahının giderilmesine sebep kılar.

    Yani, dikenin batması neticesinde hâsıl olan zahmet, onun bir günahını giderir. Şu hâlde, bir yerine bir diken battığından ötürü sızlanmayanın bir günahı affedilince, daha büyük zahmetlere katlanana ne gibi nimetler verilir bir düşün. Bunu ancak Allâhu teâlâ bilir,

    Bir kişi, koynuna bir elma, bir nar veya bir akçe gibi bir şey saklasa ve o sakladığı şey çalınsa ve bulunamazsa, o kişi kaybının bulunmadığından dolayı darılmasa ve darlanmasa, sonra yine bulamasa, Hak teâlâ ona ecir verir.

    Aziz: Hak teâlânın öyle dostları vardır ki, bir musibet veya belâ gelince:

    — İlâhi! Bu keremi ve bu ihsanı, bana hangi amelimden ötürü verdin. Bilsem de daima o amelin üzerinde olsam, derler.

    Aziz: Bunları anlattıktan sonra, bu büyük musibetlere sabredenlerden birkaçının hikâyelerini de söyleyeyim de din yolunda gerçekler neler eylemişler anla!

    • HİKÂYE – PEYGAMBERİMİZ (SAV) VE CÂBİR (RA) IN KISSASI

    Ashab-ı Resûlden Câbir Ensari radıyallahu anh’ın bir devesi vardı. Onu kesti ve Resûl-ü zişân efendimizi konuk olarak evine davet etti. Bu zatın, iki oğlu vardı. Birisi hocaya gidip ilim tahsil eder ve diğeri küçük olduğundan evde otururdu.

    Câbir, deveyi kesip yüzerken, evde bulunan oğlu onu seyrediyordu. Neyse, işini bitirdi, eti parçaladı ve karısına:

    — Sen bunları pişir, ben gidip biraz kuru odun getireyim, diyerek baltasını ve ipini aldı, gitti. Biraz sonra, mektepte okuyan çocuk da geldi, kan izlerini gördü ve kardeşine sordu:

    — Bu kan izleri ne?

    — Babam deveyi kesti.

    — Nasıl kesti, anlatsana.

    Evde bulunan ve devenin nasıl kesildiğini gören çocuk, içeriye gitti, annesi görmeden babasının deveyi kestiği bıçağı aldı, kardeşine:

    — Yat aşağı, ellerini bağlayayım. Babanım deveyi nasıl kestiğini sana göstereyim.

    Çocuk yattı, kardeşi onun ellerini bağladı ve kardeşini deve boğazlanır gibi kesti. Biraz sonra, anneleri dışarıya çıktı, çocuğunun gırtlağından kesilmiş, yerde yattığını gördü ve

    — Kardeşini kim kesti?

    — Ben kestim. Mektepten gelince, babam deveyi nasıl kesti bana göster dedi. Ben de onu yatırdım, ellerini bağladım ve göstereyim derken onu kestim, öldü.

    Kadın, çocuğu yakalayıp dövmek istedi. Fakat, oğlan elinden kurtuldu ve damın üzerine çıktı. Annesi, onu yakalamak için peşinden çıktı. Çocuk, kaçmak isterken damdan aşağıya düştü ve o da öldü. Kadın, aşağıya inince onun da öldüğünü anladı ama hiç ses çıkarmadı, EL-HÜKMÜ LİLLAH dedi ve ikisini bir araya getirdi, yatırdı ve üzerlerini örttü, odanın kapısını da kilitledi.

    Bir müddet sonra, Câbir radıyallahu anh da geldi, getirdiği kuru odun ile devenin etini pişirdiler. Kadın, kocasına çocuklarının akıbetini söylemedi. Derken, Resûl aleyhisselâm da teşrif ettiler. Sofra kuruldu ve o büyük misafir, buyur edildi, diğer ashaba kiram ile sofraya oturdular. Efendimiz, ev sahibine sordular:

    — Hani, senin iki çocuğun vardı, nerede onlar?

    — Yâ Resûlallah! Kim bilir nerede oyuna dalmışlardır.

    — Olmaz, çağırın onlar da gelsinler, hep birlikte yiyelim.

    Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin bu emirlerini gitti karışma söyledi.

    Kadıncağız:

    — Ben onların paylarını ayırdım, efendimiz âfiyetle yesinler, dedi.

    Câbir radıyallahu anh, karısının sözlerini aynen efendimize arz etti. Resûl-ü erham efendimiz:

    — O iki çocuk gelip bizimle birlikte yemeyince, vallahi ben bu eti yemem, buyurdular. Câbir, tekrar karısının yanına giderek:

    — Yâ hatun, Resûl aleyhisselâm çocuklar olmazsa yemem diye and içti. Var git bul şu oğlanları, deyince kadın daha fazla saklayamayacağını anladı.

    — Gel sana göstereyim çocukların nerede olduklarını, diyerek kocasını çocukların cesetlerinin bulunduğu odaya götürdü ve olan biteni kendisine anlattı:

    — Yâ Câbir, dedi, işte bunların hali böyle oldu, ben sabrettim, kimseye bir şey söylemediğim gibi, sana da söylemedim, İki cihan fahri Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, kırk yılın başında evimize gelip şeref verdi, acımızı görmesin istedim.

    Câbir radıyallahu anh, olup bitenleri arz etti. Resûl-ü zişân efendimiz, iki yavrunun huzurlarına getirilmelerini emrettiler. Câbir, gitti her ikisinin ölüsünü aldı ve huzur-u Resûlullah'a bıraktı. Bunları, o halde görünce efendimiz çok üzüldü ve mübarek gözlerinden yaşlar aktı. O esnada, Cebrail aleyhisselâm geldi ve:

    — Yâ Resûlallah! Hak teâlâ sana selâm etti ve buyurdu ki, Habibim dua etsin ve ashabı âmin desinler, o yavrucukları dirilteyim. Onların anaları olan hatun, benim Habibime hürmet etti ve yavrularının musibetine sabretti, bağırıp çağırmadı. Onun sabrı berekâtına ve senin hürmetine çocukları diriltirim, buyurdu.

    Efendimiz, hamd-ü senâ etti, Hak teâlâya tevekkülle mübarek ellerini açarak dua eyledi ve ashabı âmin dediler. İki çocuk, uykudan uyanır gibi gözlerini ovarak doğruldular ve gittiler Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin mübarek ellerinden öptüler. Sonra, Resûl aleyhisselâm ile sofraya oturarak eti afiyetle yediler. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz ile, ashab-ı kiram, Câbir ve hatunu şâd oldular (neşelenip huzur buldular).

    Ey aziz: Sabır, gayet güzel bir sıfattır ki kişiyi sevince iletir. Musibete sabredenleri, belâya sabredenleri öğrendikten sonra, Hak teâlâ yolunda nasıl can verdiler, onu da anlatayım:

    • HİKÂYE – MÂŞİTE VE ASİYE HATUNLARIN SABRI

    Firavunun hazinedarının Mâşite adında karısı vardı. Firavunun kızının dadısı idi. O Mâşite hatun, Musa peygamber aleyhisselâma imân etmişti. Allâhu Teâlâ’yı tevhid eder ve Musa aleyhisselâmı gerçek peygamber bilirdi. Bir gün, hamamda Mâşite hatun Firavunun kızının saçlarını tararken tarak elinden düştü. Eğilip tarağı alırken:

    Bismillah! Allah’ı inkâr edene lanet olsun.

    Yani: (Allah’a imân etmeyenler helak oldu.) dedi. Firavunun kızı, onun bu sözlerini duydu ve:

    — Yâ Mâşite, dedi. Ne yaramaz bir söz söyledin. Benim babamdan başka Tanrı var mı ki, böyle dersin? Varayım, babama söyleyeyim de seni cezalandırsın.

    Gerçekten, hamamdan çıkar çıkmaz meseleyi babasına anlattı. Firavun derhal Mâşite hatunu çağırttı ve azarlayarak sordu:

    — Sen böyle bir söz söylemişsin.

    — Evet, söyledim. Allâh birdir ve Musa aleyhisselâm hak peygamberdir.

    Firavun, onu adamlarına yakalattırdı, türlü cezalar verdi ve bu sözünden dönmesini teklif etti, Mâşite hatun, dönmedi ve imanında ısrar edip bütün işkencelere tahammül etti.

    Sonunda onu çarmıha gerdiler ve kızgın güneşin altına bıraktılar, su vermediler. Hepsine sabretti, sözünden dönmedi. Nihayet, iki yavrusunu getirdiler. Büyük olan kızını, annesinin gerildiği çarmıhın önünde ve kanları annesinin ağzına akacak şekilde boğazladılar.

    — Gel, bu sözden dön kurtul, dediler. Kadıncağız, bu cefaya ve musibete de sabretti:

    “Lâ ilahe illallah Musa Kelimullah” diye diretti. Bu defa henüz memede bulunan küçük kızını da getirdiler, anasının göğsü üzerine bastırdılar. Yavrucak, meme emmek için anasının kucağına aldığını sandı, iki minik elleriyle anası nın memesine yapışmak istedi, pembe dudaklarını uzattı. Tam bu sırada, şeytan-ı lâiyn geldi yetişti:

    — Yâ Mâşite! Şu zavallı yavrun olsun kurtulsun, hem de tatlı canından olma! O sözden vazgeç, hiçbir şey lâzım gelmez, sen yine bildiğini yaparsın. Yeter ki, sen ve yavrun kurtulunuz, diyerek kadıncağızı o halinde imanından ayrılmağa zorladı. O âhiret hatunu ağladı, ağladı ve bir ân şeytanın hilesine kapılır gibi oldu ve: (Evet, ben sözümden döndüm) diyeceği sırada, Hak teâlâ keremiyle o mini mini yavruya dil verdi:

    — Ey anacığım, diyordu o masum yavru. Sabret, inleyip ağlama! Hak teâlâ, senin için bir saray yaptırdı, o sarayda huriler ve gılmanlar sana müştaktır. Sabret ve Allah'ın rahmetine ulaş.

    Mâşite hatun, yavrusunun bu ikaz ve ihtarı üzerine artık sesini çıkarmadı. O yavrucağı da anasının ağzında boğazladılar, kadını ve kocasını da içi su dolu bir kazana koydular ve altını ateşlediler. Su, fokur fokur kaynadı:

    — Bu sözden vazgeçin, sizi kurtaralım. Yoksa, erir gidersiniz, dedilerse de ikisi de aldırmadılar. Lâ ilâhe illallah Musa Kelimullah diyerek imanlarını izhar ve ilân ettiler. Bunun üzerine, kazanı öyle kaynattılar ki, bunların ne eti kaldı ne derisi, hep su oldular, eriyip geçtiler ve vardılar Hak teâlâ hazretleri katında hesapsız ecir buldular. Nitekim Hazret-i Hak azze ve celle buyurur:

    “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.”

    İş bu kadarla da kalmadı. Firavunun karısı Asiye de Hz. Musa aleyhisselâma imân etmişti. Dünyadan bâkire olarak gitti. Çünkü, Hak teâlâ cinnilerden birisini onun suretine koymuştu, tıpkı tıpkısına Asiye'ye benzer yaratılmıştı. Asıl Asiye ise Firavunun yanma hiç sokulmaz, Firavun karısı sanarak hep cin ile düşer kalkardı.

    Asiye, Firavunun Mâşite hatuna, kocasına ve kızlarına yaptığı zulme çok yanmış, çok üzülmüştü. Din gayreti de galip gelmiş ve bu çirkin cinayetten sonra sarayına dönerek, büyük bir mâ'rifet yapmışçasına sedire yan gelen Firavuna:

    — Ey bedbaht, demişti. Sen, bu halkın gerçekten en bedbahtı oldun Mâşite'yi, kocasını ve yavrularını feci şekilde öldürttün. Oysa, onların hepsi de günahsız ve masum idiler.

    Firavun, kulaklarına inanamıyordu:

    — Yâ Asiye! Sen de mi? diyordu. Sen de o din üzerine misin? Yoksa, aklını mı kaçırdın, deli mi oldun?

    Artık, saklanacak ve gizlenecek bir tarafı kalmamıştı. Asiye, nefretle isyan etti:

    — Ben deli değilim, dedi. Sen de ben de yerin ve göğün bütün yaratılmışları da hepimiz o tek olan Allâhın kullarıyız. Hepimizin Allâhı birdir, ondan başka ilah yoktur. Sen ve ben, âciz birer âdemoğluyuz. Ama, asıl deli sensin ki, Allâhdan korkmuyor, peygamberinden de utanmıyor ve Tanrılık dâvasına kalkışıyorsun.

    Firavunun kan tepesine çıkmış, gözleri kan çanağı gibi olmuş ve sanki çılgına dönmüştü. Emir verdi ve Asiye’yi de yakalattı. Büyük bir tahta getirtti, Asiye'yi ellerinin ayaların dan ve ayaklarının ökçelerinden o tahtanın üzerine mıhladılar ve götürüp damda kızgın güneşin altına bıraktılar. Firavun, günde birkaç sefer gelir ve sözünden dönmesi için bazan yalvarır, bazan tehdit ederdi:

    — Gel bu sözden dön, seni yine kabul edip, salıvereyim yine sarayımın sultanı ol, yoksa bu azap içinde kalırsın der.

    Asiye, bütün bu zahmet ve meşakkatlere sabreder ve Rabbine şükrederdi. Nihayet, vücudunda yer yer yaralar peydah oldu, yaralarına kurtlar üşüştü, tenini yemeğe başladılar, güneş sıcağı ve susuzluk ciğerlerini kavurmağa başladı. Mukavemetinin gittikçe azaldığı bir sırada, Hak teâlâ gözlerinden hicabı kaldırdı ve ona cennetteki makamını gösterdi ve kendisine melekler göndererek selâmını bildirdi, hatırını sordurdu ve onu teselli etti. Melekler geldiler:

    _ Hak teâlâ, sana selâm eyledi. O, benim için güneş altında bunca mihnet ve meşakkatlere katlandı, aç ve susuz zahmetler çekti hepsine sabretti ve imanından dönmedi. Bu şarabı içsin ve yüreği tazelensin, benim Hazretime gelsin ve kendisi için neler hazırladığımı görsün buyurdu, dediler.

    Asiye Hatun da meleklerin elinden cennet şarabını içti ve ruhunu hakka teslim eyledi,

    İbn-i Kisan der ki:

    — O hatun, sabrı bereketiyle cennete dahil oldu, halen cennet yiyeceklerini yer ve şaraplarından içer. (Kevâşi tefsirinde böyle zîkr olunmuştur.)

    Hem, o Asiye hatun âhirette Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine hatun olacaktır.

    Ey aziz:

    Gör şimdi, Asiye hatun, sabrı bereketiyle ne mertebeye erişti? Kadın veya erkek, salih amel üzerine olur ve azmederse, Hak teâlâ hazretlerine yüzü ak olarak varıp bu mertebelere ulaşır. Bilmez misin, kıyamet gününde: (Erenler menziline kim geçer?) denildiğinde, Rabia hatun erenler menziline varsa gerektir. Nice erenler, amelleri olmadığından ötürü, kadından aşağı kalsalar gerektir. Bunları bildikten sonra, şunu da iyi bilmelisin ki, bu sabır denilen şey, kişinin elinde asası gibidir. Sarp yerlere ona dayanarak çıkar, ayağı sürçünce onunla düşmekten kurtulur. Bir düşman veya bir köpek saldırdığı zaman, kendisini onunla savunur ve korur. Sabırları olmayanlar, sanki ellerinde asası bulunmayanlar gibidirler.

    Sabırlı olanlar, yani ellerinde asaları bulunanlar yollarına geçer gider ve er geç maksutlarına ulaşırlar. Sabrı olmayanlar yarı yolda kalır, düşer ve geçemez demek olur.

    Şunu iyi bil ki, bir kişiye haktan bir şey geldiği zaman, nefs ondan incinir, kaşlarını çatar, yüzünü buruşturur ve üzülürse, buda bir tür sabırsızlıktır, incinmektir, şikâyettir.

    Böyle yapanlarda SABR-I-CEMÎL olmaz. Yani, bu gibilere güzel sabırlı denilmez. Bunun içindir ki, Hak teâlâ buyurur:

    “Güzel bir sabır ile sabret.” Meâric sûresi

    Sabırlı olmak isteyen kişinin, rahatta ve mihnette sabrı bir olmalıdır. Bundan dolayı demişlerdir ki, her kim sabır atma binerse, artık o kıyamete kadar sürçmez. Kıyamet günü de ona hesapsız ecir verilir.

    Aziz: Sabır bahsinde bir asıl vardır ki, sabrın her nevi onda bulunur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, nefse güç geleni ve nefse yaramayanı işlemek ve onun zahmetine katlanmak, ulu sabırdır. Nitekim, Resûl Aleyhissalâtü vesselam hazretleri buyurur:

    Kendisine kerih gelen şeylere sabredenler, çok büyük hayırlara nail olurlar.

    Beş vakit namazı yerli yerinde kılmak, tertibine riayet etmek, vakitlerini gözetip şaşırmamak, kış günlerinde soğuk su ile abdest almak, yaz günlerinde oruç tutmak ve susuzluğa katlanmak, akçesinden, devesinden sığırından, davarından, tahılından, pirincinden, üzümünden, pekmezinden, balından öşrünü ve zekâtını vermek, farz olan şeylerden ve özellikle öşrü farz olan şeylerden illetsiz öşrünü ve zekâtını gönül rızası ve rahatlığı ile vermek ve zahmetine sabretmek, müstahak olanlara ulaştırmak, hac farz olursa hacca gitmek, bütün kaideleri ve menâsiki ile hac farizasını yerine getirmek, her biri başlı başına birer nevi sabırdır. Yukarıda, sabır üç nevidir demiştik. Bunların hepsi bir kısımdır.

    İbn-i Abbas radıyallahu anh buyurur ki:

    — Musibete sabretmekte sabr-ı-cemil odur ki, musibet ehlinin halini soranlar, musibet ehlinin kim olduğunu bilmeyip ancak sorarak öğrensinler. Bu, ister küçük, isterse büyük bir musibet olsun, musibet ehlinin zahirinde ve bâtınında bir kınama, bir şikâyet görülmemelidir ki, onun musibete sabretmesi gerçek olsun ve kendisine hesapsız ecir verilebilsin.

    Günah işlememek ve küfre sabretmek nasıl olur, yukarıda anlatmıştım. Münasip hikâyeler de söylemiştim. Duydun ve anladın ki, Asiye ve Mâşite hatunlar, din yolunda nice mihnet ve meşakkatlere katlandılar. Şu hâlde, sen de gerektir ki sabır edesin, günah olacak veya — Ne'ûzü billah— küfür sayılacak işleri işlemeyesin. Açlıktan veya hastalıktan korkarak, şöhret veya dünya tamahı veya nefsin hazzı için günah sayılan işleri işlemeyesin. Sonra, pişman olmayıp hesapsız ecirler bulasın. Elinde bulunan malı, manasız ve lüzumsuz yerlere, şöhretlere, hengâmelere, çalgılara, zalimlere harcamayasın ve sabır edesin ki, bu dahi ulu sabırdır.

    Hâsılı, mü'min her belâya sabreder, razı olur ve darılmazsa, Allahu teâlâ da ondan razı olur ve ona darılmaz. Nitekim, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar:

    “Bütün belâlara razı olanlardan, Allâhu teâlâ da razı olur.”

    Bu sebeple, haktan gelene razı olmak gerektir. Fakir düşünce (Ah, bir zengin olsam.) zenginleşince (Ah, bir fakir olsam.) sağ ve sıhhatte iken (Ah, bir hasta olsam.) hastalanınca (Ah, bir iyileşip sıhhatime kavuşsam.) sevinince (Ah, bir tasalı olsam.) ve tasalanınca: (Ah, bir sevinebilsem.) dememeli, mihnette olunca rahat istememeli, rahatta olunca sıkıntı, mihnet aramamalı, sözün kısası haktan ne gelirse ona şükretmeli, haline razı olmalı, açlık veya tokluk kaygısına bile düşmemelidir. Zira, kul hayır ve fayda nerededir, bilmez:

    Allahu Teâlâ’nın hayrı, dilediği yerdedir.

    Bunları bildikten sonra şimdi de sana öfke ve sabrın faziletlerin den bahsedeyim, öfkelenildiği zaman sabredip öfkesini yenmenin sevabını ve faydalarını da sana bildireyim. Hak teâlâ hazretleri katında, öfkelerini yenenlerin ve sabredenlerin mertebelerini bildireyim, öfkelendiği zaman, öfkesine uyarak hatır yıkıp, gönül kırmanın ve gücü yettiği için intikam almanın ve halkı olur olmaz sebeplerle azarlamanın zararlarını da söyleyeyim. Azarlayan kişi, herkesi azarlarken ne mertebededir ne haldedir ve gazaba sebep nedir, bunları sana âyet-i kerimeler ve Hadis-i şeriflerle ispat edeyim ki, nefsini öfkeden sıyırabilesin, öfkelendiğin zaman sabretmenin kolayını da öğreteyim ki, inşa’allahu teâlâ bu zayıf ve fakir müellifi hayır duadan unutmayasın.

    Ey kardeş ve ey din yolunda bana yoldaş:

    Hak teâlâ, sana ve bana tevfik (uygun duruma getirsin) versin, dost ve yoldaş etsin. Bilmiş ol ki, bu öfke denilen şey öyle "bir ateştir ki, her kim bu ateşi ölçebilse, o ateşin cezasını görürdü. Bu ateş, nereye düşerse yakar helâk eder. Nasıl ki, şu ahşap evler de bir kıvılcımla yanar kül oluverirler. Bu ateş düşünce, hele rüzgâr da olursa nasıl bütün bir mahalleyi yakar yıkarsa, öfke ateşi de hava ile karışınca — Ne'ûzü billah— sahibini kâfir eder, adam öldürtür, kan döktürür; elinden geleni, gücünün yettiğini işletir.

    Demek oluyor ki, öfke geldiği zaman, sabr-ı-cemil ile bu ateşi savurmak ve korku suyu ile söndürmek gerekir. Yani, o öfkeyi bastırmak ve yenerek men etmek gerekir. Tâ ki, bütün bir mahalleye, koca bir köye zararı dokunmasın ve öfkesini yendiğin den dolayı sahibi de Hak Teâlâ’nın hesapsız ecirlerine nail olsun:

    “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.” Zümer sûresi: 10

    Buyurulmuştur ki, bu husus ancak sabır ile vücut bulur.

    Ey aziz: Öfkesini yenenleri, Hak teâlâ bak nasıl övüyor:

    “Öfkelerini yenerler (Zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikam almaya kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.” Âlî İmran sûresi: 134

    Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurur:

    “Her kim, öfkesini yense ve gücü yettiği halde öfkelendiği kimseden öç almağa ve böylelikle nefsini memnun etmeğe sabretse, Hak teâlâ onun gönlünü imânla doldurur.”

    Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, buyurmuşlardır ki:

    — “Cehennemde büyük bir kapı vardır, o kapıdan halka nefsi için öfkelenen kimseleri cehenneme atarlar. O kimseler ki, öfkelendikleri zaman sabrederler, kendilerini korurlar, kimsenin gönlünü yıkmazlar, kimseyi azarlamaz, kimseyi eliyle vurarak incitmez ve suçunu affederse, Hak teâlâ kıyamette onun suçlarını yüzüne vurmaz.”

    Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh buyurur ki:

    Bir gün, huzur-u Resûlullah’a vardım ve:

    — Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel söyle ki hem az olsun hem de gönlümü illetten kurtarsın.

    Efendimiz, saadetle buyurdular:

    Suçlunun suçunu affet, kimsenin onurunu kırma! Bir kimse, suçlunun suçunu affetse ve onun onurunu kırıp küçük düşürmezse, Allahu teâlâ da mahşerde onun suçunu affeder ve halk arasında onurunu kırıp küçük düşürmez, suçunu yüzüne vurmaz, suçu ne kadar büyük olursa olsun affeder.

    Tekrar sordum:

    — Kim olursa olsun, herkese karşı öfkeye sabreyle, buyurdular.

    Bir daha sordum:

    — öfkeni yen! buyurdular.

    Üçüncü defa sordum:

    — Yâ Resûlallah! Beni, Hak teâlânın hışmından hangi şey korur?

    O iki cihan fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem saadetle buyurdu:

    — Yâ Ömer! öfkelendikleri zaman, Öfkelerini yenemeyerek karşısında bulunana vurmağa kasteden, kendisini cehenneme atmış gibidir, öfkelendiği insan olsun, hayvan olsun bu böyledir. Hele, o öfkelendiği ve hışım ettiği ve hatırını yıktığı sâlih bir kişi olursa — Ne'ûzü billah— öfkelenen kişiyi Hak teâlâ düşman tutar, cehennemine atar ve rahmetinden mahrum eder.

    Aziz: Sonra teselli ederim diyerek öfkelenmek ve karşısındakinin hatırını kırmak olmaz. Zaman olur ki, teselli edemezsin, o kişinin hatırını yapamazsın, mahcup ve mahrum kalırsın. Zira, gönül denilen şeyi, Hak teâlâ kendi kudret eliyle yapmıştır. Ne lüzum var ki, Hak teâlânın yaptığını yıkıp, öfkenin ateşine yakasın? Demek oluyor ki, aklı başında olan kişiler, kimseye öfkelenmezler, öfkelendikleri zaman öfkelerini yenip sabrederler. Kimseye zarar vermez ve dokunmazlar.

    - ŞEYTANIN ALLAH'TAN TALEPLERİ

    Aziz kardeş:

    Öfkelenmek, müşkül iştir. Birazcık sabretmeyerek öfkesine uyarsa, öfkelendiği kimseyi helâk eder, ya kendisi de kâfir olur veya müşkül duruma düşer.

    Şeytan aleyh-il-lâ'ne der ki;

    — Ne vakit ki, Hak teâlâ beni huzurundan kovdu, niyaz ettim: (Yâ Rab! Ben de senden birkaç şey dilerim.) Hak teâlâ buyurdu: (Dile melun ne dilersen?) Dedim ki: (Önce bana asker gerekir.) Hak teâlâ buyurdu: (Git, şu sokaklarda dolaşan kadınlar senin askerlerin olsun.) Yine niyaz ettim: (Bana bir de duracak yer gerektir.) Hak teâlâ buyurdu: (Git, hamamlar ve içerisinde günah işlenen evler senin durağın olsun.) Yine niyaz ettim: (Bana, bir yer göster ki, benim ehlim oralarda bölük bölük toplansınlar, boş ve manasız sözler ve işlerle orada otursunlar. Hak teâlâ buyurdu: (Git, pazar yerleri senin ehlinin erleri olsun.)

    Bundan dolayı, salihler pazar yerlerinde oturarak boş ve faydasız sözlerle uğraşmazlar, ihtiyaçları her ne ise alır ve hemen oradan ayrılırlar. Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

    “Sokak ehli, cehennem ehlidir,” buyurmuşlardır.”

    Her neyse, biz şeytanın isteklerini anlatmaya devam edelim.

    Tekrar niyazda bulundum: (Yâ Rab! Bana, üzerine binmek için bir eşek gerektir.) Hak teâlâ buyurdu: (Emirlerimi tutmayan ve namaz kılmayanlar senin eşeğin olsun.)

    Onun için, Resûl-ü zişân efendimiz:

    — Yahudi’ye: ve Hristiyan’a selâm verin. Fakat, benim ümmetimin Yahudilerine selâm vermeyin, buyurdukları zaman sordular:

    — Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin Yahudileri kimlerdir?

    Efendimiz buyurdular:

    — "Ümmetimin Yahudileri, namaz kılmayanlardır."

    Ne zaman ki, yolda bir namaz kılmayana rastlarsanız, şeytanın onunla birlikte bulunduğunu muhakkak biliniz.

    Evet, şeytan niyazlarına devam etti: (Yâ Rab! Bana maskaralar da ver, onları kendime maskara edineyim, nasıl İstersem Öyle hareket ettireyim.) Hak teâlâ buyurdu: (Git yâ mel'un, şu öfkelenenler ve öfkelerini yenip sabredemeyenler ve öfkelerine uyanlar da senin maskaran olsunlar.)

    Şu hâlde, öfkelenerek şuna buna saldıranlar, şeytanın maskarası olurlar.

    Aziz:

    Bunun çaresi şudur: Kişi öfkelendiği zaman hemen hilm (sakinlik, serinkanlı olma) talep etmelidir. Yani, birazcık sabretmeli, hiç sesini çıkarmamalı ve buna tahammül etmelidir. Yavaş yavaş buna alışır, ya hiç öfkelenmez olur veya öfkelense bile çabucak öfkesini yener, halim olur.

    Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır:

    “Mim, taallüm ile ve hilm tahallüm ile olur”. Yani, ilim okuyup öğrenmekle ve hilm ki yumuşak başlılıktır, buna alışmakla olur,” demektir, öfkelendikleri zaman sabredenler, gitgide halim olurlar. Hak teâlâ, halim kullarını sever. Yarın kıyamet gününde, bütün halk mahşer yerine dolunca, münâdiler çağırırlar:

    — Fazilet ehli olanlar gelsinler!

    Bir de bakarlar ki, bir bölük insan, cennet yolunu tutmuş gidiyor, melekler hemen arkalarından yetişir ve sorarlar:

    — Siz kimlersiniz böyle cennet yolunu tutmuş gidiyorsunuz? Halk, bu sıcak günde bu kadar zahmet ve meşakkat ve susuzluk çekiyor. Siz, bu zahmetlere ve kavgalara uğramadınız, hemen cennet yolunu tuttunuz, böyle şey olur mu?

    Bunlar, meleklere cevap verirler:

    — Bizler, fazilet ehliyiz. Onun için, bu zahmet ve kavgalara uğramadan cennete gideriz.

    Melekler sorarlar:

    — Dünyada sizin fazlınız ne idi?

    Onlar cevap verirler:

    — Bizler, dünyada iken herhangi bir zulme uğrayınca, mukabele etmez, sabrederdik. Bize kötülük düşünene, bizler iyilik düşünürdük. Suç işleyeni azarlamazdık, suçlarını bağışlardık. Bize sövene, alçak gönüllülükle ve tatlı sözlerle cevap verirdik. Haktan gelene sabır ve şükür ederdik.

    Melekler, bu cevaba çok memnun olurlar ve derler ki:

    — Varın, cennet sizlerindir. Hak teâlâ cennetini sizin gibilere vaad edilmiştir.

    Onlar da gider, cennette yeme içme ile meşgul olurlar. Bu sırada halk mahşer yerinde, sıcak terler dökerek kavurucu sıcağın altında aç ve susuz yıllarca bekleşirler.

    Şimdi aziz kardeş:

    Bu faziletleri, öfkelendiğin zaman, gözünün önüne getir, sabret ve öfkeni yut, tahammül eyle ve hilme tâlip ol ki, Hak teâlâ keremiyle seni ehl-i fazilet meyanına ilhak buyursun ve mahşer yerinde herkes ağlaşırken seni sevindirsin.

    Ömer ibn-i Abdülâziz adında ulu bir padişah vardı. Bir gün, birisi ağır bir suç işledi ve padişah o kimsenin idam edilmesini ferman etti. Cellât geldi ve tam suçlunun başını vuracağı sırada, padişah bir an durdu ve düşündü, Allah’tan hilm talep etti ve cellâda:

    Dur Öldürme! emrini verdikten sonra, hatırına şu âyet-i kerime geldi:

    “Öfkelerini yenerler (zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikama kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.” Âli İmran sûresi: 184

    Bu âyeti okur okumaz, kendisinden intikam hırsı defolup gitti, kalbine bir yumuşaklık geldi ve cellâda emretti:

    — Salıver şu adamı varsın gitsin, azad olsun. Olur ki, o da insafa gelir ve bir daha suç işlemez, hem de Hak teâlâ bize bu Öfkemizi yenip def ettiğimiz için âhirette hesapsız ecir verir, dedi ve o suçluyu serbest bıraktırdı.

    Şimdi aziz kardeş:

    Öfkesini yenemeyen kişi ile şeytanın misali şuna benzer. Bir çocuk, eline top oynamaya mahsus eğri bir değnek alır, topu önüne koyar ve o değnekle vurur. Top, ne tarafa vurulursa, bir o yana bir bu yana yuvarlanır durur, öfkesini yenemeyen ve öfkesine sabredemeyen kişide, tıpkı o çocuğun elindeki top gibidir. Kendisini şeytanın önüne bırakmıştır. Şeytan değneğiyle ona bir dokunur, nereye isterse oraya yuvarlar. Adeta şeytanın oyunu ve oyuncağı olur.

    Şu hâlde, öfkelenen kişiye tahammül edip, sabretmek, Hilm talep etmek gerektir. Kendisini şeytanın değneği altına koyuvermemek gerekir, öfkesini yenmek ve öfkelendiği kişiyi, velev ki suçlu bile olsa affetmek gerektir.

    Ey aziz: Kişinin öfkesini yenmesinin ve karşısındakini incitmemesinin çareleri ve sebepleri vardır. Onları da sana söyleyeyim, belki faydası olur ve bu kitapta müşkül kalmaz.

    Bilmiş ol ki, kişiye öfkelendiği zaman, sabretmenin ve öfkesini yenmenin ve defetmenin altı türlü çaresi ve sebebi vardır. Bu çare ve sebepleri, öfkelendiğin zaman kendine siper eder ve bunlarla amel ederek kendine hal edinirsen, öfkeni yener ve hesapsız ecirlere nail olursun. Şimdi bu çare ve sebepleri sayıyorum:

    BİRİNCİSİ: Yukarıda zikrettiğim âyet-i kerime ve Hadis-i şerifleri düşünür ve Hak teâlânın öfkelerini yenenlere ve sabredenlere ne büyük ecirler vadettiğini aklına getirir ve tahammül edersin.

    İKİNCİSİ: Hak teâlânın öfkelerini yenemeyenlere ve intikam almak sevda ve hevesine düşenlere karşı azabının ve cezasının şiddetli olacağını düşünürsün ve Allahu azim-üş-şânın hitab-ı izzetini aklına getirirsin. Rabbimiz ne buyuruyor:

    — “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman beni hatırla ve sabrederek öfkeni yen ki, hışım vaktinde ben de seni affedeyim ve suçlarını bağışlayayım.”

    Daha daha ne buyuruyor:

    — “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman, öfkelendiğin kişinin suçunu affet, onu azarlayıp incitme, vakıf olduğun gizli sırlarını halka açıklama! Ta ki, mahşer günü senin de gizli sırların halk arasında açıklanmasın.”

    Sonra, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu Hadis-i şeriflerini de hatırlat Resûl-ü zişân ne buyuruyor:

    “Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir.”

    Öyle ise, her kim nefsinin, elinden azad olmayı dilerse, öfkelendiği kişinin sırlarını açıklamasın. Çünkü, gerçek erenlerin kalpleri, sırların gizlenecek yerleridir.

    Bu konuda da söylenecek söz çoktur. Bu Hadis-i şerif, inşa’allahu teâlâ aşağıda daha birkaç yerde zikir olunacaktır, o zaman öğrenirsin.

    ÜÇÜNCÜSÜ: Bunun sonu neye varır diye düşünmelidir. Bu öfke ile işleyeceğin işten düşmanlık mı olur? öfkelendiğin o kimse de sana öfkelenir ve seni incitir ve üzerse, onunla başa çıkabilir misin? Ya, seni Allahu teâlâ kıyamette üzer ve incitirse, halin nice olur? İntikam almaktan sana ne fayda hâsıl olur? Öç almanın, dünyevî veya uhrevî bir yararı var mıdır? Yoksa, zararı mı vardır? İşte, bütün, bu hususları düşünmeli, eğer dünya izzeti hâsıl olacaksa, o işi Allahu teâlâya havale etmelidir. Zira, Hak teâlâ dilediğini aziz ve dilediğini zelil ve hor hakir eder. Şu hâlde, bu dünya için âhireti yıkmamak lâzımdır, sonucuna varmalı ve öfkeni yenmelisin.

    DÖRDÜNCÜSÜ: Öfkelenen ve şuna buna saldıran kişilere ibrette bakmaktır. Yüzleri nasıl sararır, elleri ve ayakları nasıl titrer, renkten renge girerler. İşte, öfkelendiğin zaman, kendinin de bu hallere düşeceğini göz önüne getirmeli ve düşünmelisin. Dosta, düşmana karşı böyle mahcup vaziyete düşmekten, kızarıp bozarmaktan ise, öfkeni yenip oturmanın daha akıllıca bir iş olacağını hatırlamalısın.

    Şunu da unutmamalısın ki, öfkelenmek hele sık sık öfkelenmek, insana hafakan (Yürek çarpıntısı) hastalığını getirir ve bu hastalık insanı ansızın öldürür. Birçoklarının kalp hastalıklarından ölüp gittiklerini görmez misin?

    Bu kitabın müellifi der ki:

    Gözlerimle gördüm, birisi karısına öfkelendi, hafakan illetine tutuldu, üç gün yaşadı ve bu derdine derman bulamayarak öldü, gitti.

    Öfkelendiğin zaman şunu da düşünmelisin ki, öfkelenmek kuduzdan bir budak tır. Zira, öfkelenen yırtmak, yaralamak, vurmak ve öldürmek ister. Eliyle, diliyle, ayağı ile çırpınır durur. Elini tutsan, ayağı ile vurmağa yeltenir, onu da beceremezse ısırmaya kalkar, nasıl gücü yeterse öyle yapar.

    Demek oluyor ki, insanın kudurması öfkelenmektir. İşte, kişi öfkelendiği zaman bunu da düşünmeli, öfkenin kuduzluk olduğunu, kuduzluğun ise yalnız köpeklere mahsus bulunduğunu, öfkeye uymanın insana zarar getirmekten başka bir şey olmadığını, bahusus öfkeyi yenmenin ve sabretmenin peygamberler sıfatı olduğunu hatırlamalıdır. Zira, onlar öfkelerine uymadılar. Sen de kuduz köpekliğe özeneceğine, peygamber sıfatına özensen ve öfkeni yensen fena mı olur?

    BEŞİNCİSİ: Öfkelenen kimse, sabretmek isterse birazcık öfkesini yatıştırıp, hilm talep etmelidir. O zamanda, şeytan gelir ve seni kandırmaya çalışır, ona da aldırmamalısın ki, şeytanın hilesinden uzak kalabilesin. Yoksa, şeytan gönlünden yol bulamazsa, bir adam şekline girer, gelir ve sana: (Yoksa, ondan korkuyor musun?) gibi telkin ve teşviklerle tekrar öfkelendirmeye, öfkeni kuvvetlendirmeye çalışır. Eğer, aldanırsan kızdığın adamın üstüne daha büyük bir şiddetle saldırırsın, elinden geleni yaparsın. Oysa, böyle yapmak doğru değildir. Gerek şeytanın ve gerekse insan kılığına girmiş şeytanın, kadın veya erkek kim olursa olsun seni kışkırtmak isteyenlerin hilelerine aldanmamak ve kendi kendine şöyle demelisin: (Ey nefis! Burada, bir âdemoğlun dan korkmuş olmaktan utanırsın da yarın, kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinden utanmaz mısın? Hak teâlâ huzurunda namusunun sınanacağını hatırlamaz mısın?) diyerek öfkeni yenmeğe ve sabretmeye çalışmalı ve alışmalısın.

    ALTINCISI: Öfkelendiğin zaman nefsine dersin ki: (Ey nefis! Neye öfkeleniyorsun. Hak teâlâ böyle takdir buyurdu. Hep senin dediğin olsun da Hak teâlânın dediği olmasın mı? Eğer, Allahu teâlânın takdirine razı isen, öfkelenme! Razı olmayarak, Öfkelenirsen Allâhın hışmına uğrayacağını iyi bil!) ve bu telkinle birlikte Allah’a sığınır, iki gözünü de bir ân için yumar, hiç hareket etmeden gönlünle ve dilinle: E'ÛZÜ BİLLAHİMİN-EŞ ŞEYTANİR RACİYM dersin, ayakta isen oturursun, oturuyorsan yanın üzerine yatarsın ve kendi kendine şunları düşünürsün: Bu hiddet ve şiddete ne lüzum vardır? Evvelimiz, sidik yolundan gelme bir damla murdar su değil mi? Hani, o murdar su donuna bulaşırsa, onunla namaz bile kılamazsın. Sonun ise, leş olmak değil mi? ölümünden iki gün sonra, en sevdiklerin bile kokun dan yanma gelemezler. Şu hâlde bu iki leş arasında bu böbürlenmek, kibirlenmek, bu öfke neye gerek var? Bu düşüncelerle kendine öğüt verirsin.

    Eğer, öfken bununla da yatışmazsa, hemen kalkar abdest alırsın. İnşa’allahu teâlâ öfken geçer.

    Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

    “Sizden biriniz öfkelendiğiniz zaman, hemen su bulsun ve o su ile abdest alsın ki, yürekteki öfke ateşini söndürür.”

    Eğer, bu altı çare ve sebeple amel edersen ve bu söylediklerimi düşünürsen, öfken yatışır. Vallahu â'lem.

    Sual olunursa ki, her öfke bir midir, yoksa hak için öfkelenmek de var mıdır?

    Cevap veririz ki, Hak teâlâ için öfkelenmek vardır. Aklın ve şer'in beğenmediği, kitaba ve sünnete uymayan, kötü fiil ve davranışlar görülünce öfkelenilir. Şu var ki, bu ancak mürşitlere gerektir. Zira, hak için öfkelenmekte, nefs muradı karışmaması lâzımdır. Karışacak olursa, o zaman da öfkesini yenmek ve sabretmek gerekir. Ancak, bu değme kişinin işi değildir, meğer Evliyâullahtan ola!

    Nitekim, Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh efendimiz hazretleri, bir kâfirle cenk ediyordu. Bir hamlede, kâfiri yere yıktı ve kendisini dine dâvet etti:

    — İmâna gel seni salıvereyim, dedi.

    Kâfir, cevap verecek yerde Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin yüzüne tükürdü

    Hz. Ali, onun bu hareket ve hakareti üzerine, derhal ayağa kalktı ve kâfiri serbest bıraktı. Bu defa şaşırmak sırası o kâfire gelmişti:

    — Yâ Ali! Beni bastırdın, altına aldın ve tam öldürecektin ki, serbest bıraktın. Neden öldürmedin da salıverdin?

    Hz. Ali radıyallahu anh, kâfire şu cevabı verdi:

    —Eğer, yüzüme tükürmeseydin, seni Allâh rızası için öldürecektim. Oysa, yüzüme tükürünce araya nefsim girdi, ben de nefsime ve öfkeme uymayarak seni serbest bıraktım, deyince o kâfir derhal oracıkta imâna geldi.

    Şimdi aziz:

    Demek ki, hak için böyle öfkelenmek ve böyle öfkesini yenmek gerek ama hak için sevmek de gerek! Ne var ki, bunları ihlâs ile yapmak zordur. Onun için, öfkelenmemek daha hayırlıdır, öfkelenerek bir kula vurmak, azarlamak, ırzını yıkarak incitmek, hangi hal ve şartlar altında olursa olsun, reva değildir, Hak katında haramdır.

    Musa peygamber aleyhisselâm, bir kâfiri imâna dâvet etti. O kâfir de Musa aleyhisselâma kötü sözler söyledi. Musa aleyhisselâm, öfkelendi ve kâfire bir şeyle vurdu. Hemen o ânda, Musa aleyhisselâma hitab-ı izzet geldi:

    — Yâ Musa! Benden destursuz kuluma neden vuruyorsun?

    Musa aleyhisselâm utandı ve yaptığına pişman olarak başını önüne eğdi.

    Görülüyor ki, herkese sabır gerektir. İşitmedin mi? Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz; kâfirleri dine dâvet ederken, müşrikler onun mübarek dişlerini kırdılar, öfkelenmedi ve onlar için hidayet diledi:

    Ey Allahım! Kavmime hidayet buyur. Onlar, beni bilmezler, buyurdu.

    Şu hâlde, kişiye öfkelenmemek ve nefse uymamak, sabretmek gerektir.

    Fakir müelliften beyitler:

    Var kanaat ihtiyar et sabırla,

    Kim kanaat etse gizli genç bula.

    Sabredenler bulur ecr-i bi-hesap,

    Sabredenlere ağu şeker cüllâb.

    Sabredenlerdir muradına eren,

    Sabredenlerdir behişte ön giren.

    Sabreden kullarını Allah sever,

    Sabredenleri çalâp kendi över,

    Sabredenler Evliya oldu kamu,

    Uçmak oldu sabredenlere tamu.

    Kim ki sabrede belâsına hakkın,

    Rahmetullahi aleyh adın oku.

    Kim ki sabrede günah işlemeye,

    Anı şeytan-ı lâ'iyn taşlamaya.

    Kim ki tâat zahmetine sabrede,

    Soruşuz dosdoğru uçmağa gide,

    Kim ki kakıdığı dem sabreyleye,

    Hak anı rahmet haniyle toyluğa.

    Kim ki yoğa sabrede, yarın vere;

    Şeksiz ol didarmış hakkın göre.

    Sabrile malûm olur esrar-ı hak,

    Sabrile bilindi her müşkil sebak.

    Sabrile toprağı altun ettiler,

    Sabrile gökteki kuşu tuttular.

    Yâ ilâhi! Eşref oğlu Rûmi'ye,

    Sen sabırlık ver ki aşkına doya.

    Sabrile düşmana buldular zafer,

    Sabrile derman her derde erer.

    Aşkına dağlar ve taşlar doymadı,

    Ama sâbirler bu aşkı duymadı.

    Evet; mü'min ve Muvahhid ona derler ki, her işte sabreder. Sabretmeyen ayrılığa düşer, işleri acele olur. Unutmamalıdır ki:

    El-aceletü min amel -iş şeytan (Acele, şeytan işidir)

    DEVAMINI OKU - Sayfa 2