"Ya Rabbi TÜRKİYE'mizde adaleti ve merhameti hâkim kıl.
gökyüzünden rahmetini, yeryüzünden bereketini esirgeme..."


MÜZEKKİN NÜFUS II

MÜZEKKİ’N NÜFUS
Nefislerin Terbiyesi
EŞREFOĞLU RÛMÎ
OKUMAK/DİNLEMEK İSTEDİĞİNİZ KONU BAŞLIKLARINI TIKLAYINIZ

Bu bölümde de insanın terbiyesini ve emmârelikten, levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneliğe nasıl döndürülüp yükseltileceğini, Hak teâlâ hazretlerinin huzuruna çağırılmaya nasıl kabiliyet kazandırılacağını beyan edeceğiz. Hemen ilâve edelim ki, bunlar şeriat, tarikat ve hakikat terbiyesiyle olur.

  • Şeriat dediğimiz, şer’i emir ve nehiyler dir. Yani, Resul aleyhisselâmın sünnetlerine ve fiillerine uymaktır.
  • Tarikat dediğimiz, Zühd-ü takvadır. Yani, farz, vacipler ve sünnetler ile bunların bünyesinde bulunan, nefse meşakkat gibi gelen ne gibi emirler ve nehiyler varsa, onları tamamen ve harfiyen yerine getirmeye gayret etmektir.
  • Hakikat dediğimiz ise, gönlü masivadan yani Hak Teâlâ’dan gayrı bütün mevcudattan ayırmak, Allahu azim-üş-şânı bilmek ve müşahede etmektir.

Kitabımızın başında, âdemoğullarının nefislerinin dört mertebe üzerine olduğunu ve emmâre, levvâme, mülhime ve mutmainne denildiğini belirtmiştik.

Eğer, bu nefisler yalnız dört mertebeden ibaret midir, yoksa daha fazla veya eksik olabilir mi, diye sorulursa cevap olarak deriz ki, bazıları katında daha fazla ve bazıları katında üç mertebedir. Fakat, biz dört mertebe üzerinde bulunduğunu kabul ediyoruz. Zira, âlem-i ervahta ruhları dört sınıfa ayırmışlardır. Bu sebeple, cisim ve beden alemi olan bu dünyada da bütün nefisler dört mertebe üzerine olsa gerekir, daha fazla veya eksik olamaz. Yine de doğrusunu Allâh c.c. bilir.

Şimdi, nefsi emmâre bütün kötü ve çirkin huyların yeridir. Bu mertebedeki nefsin üzeri örtülü olduğundan, zahir ehli onu göremezler. O, âdemoğullarının damarları içinde yürür. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır:

“Şeytan insanoğlunun damarlarında kan gibi dolaşır. Bu dolaşıma mâni olmak, damarları daraltmak, ancak açlık ve susuzluk ile mümkün olur.”

Böyle olduğu için şeytan da nefsi emmâre gibi hissedilmez, yaptıkları ile anlaşılır.

Nefsi emmâre şeytan gibi hep günah, isyan ve kötülüklere iter, vesvese içinde bulunup sahibini daima günaha düşürür.

Hak teâlâ, bu sebeple;

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü rabbimin merhamet ettiği hariç, nefs aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Yusuf Suresi 53

Nefsi emmâre kimi zaman müslüman olur ama münafıklığı da elden bırakmaz. Kimse onu esir alamaz, sıkı riyazet ve mücahede ile zapt edilebilir.

Yani, nefs-i senin köpeğindir, onu ne kadar doyurur ve beslersen, o kadar azgınlaşır. Nitekim, acem erenleri nefsi emmâreyi riyâzet zindanında tutarsan esirin olur, aksi takdirde sen onun esiri olursun der.

“Sen, riyazet sarayında nefsi al ki bendine;

Fırsat bulup düşürmesin nefsin seni fendine.”

Hakkı arzulayan kişinin hep riyazet ve perhiz üzere yaşaması gerekir. Böyle olmalı ki nefsi emmârenin hile ve aldatmalarından kurtulabilesin.

Nefsi emmâre ancak açlık ve susuzlukla âciz ve zayıf kalır. Zaafı ve aczi ne kadar artarsa o kadar yumuşar, o kadar miskinleşir. Fakat, inanmamak lâzımdır, yalan söyler ve daima fırsat gözetir. Açlıktan zayıf düşmüş bir kurt gibi, koyun sürüsüne saldırmayacak hissini verip bir kenarda siner ve fırsat kollar. O fırsat eline geçince, sürüden bir koyunun gırtlağına yapışır ve onu boğar.

Azgın tabiatlı nefsinin pusuda beklediğinden gafil olma! Yoksa bir tuzağına düşüp helak olursun.

Aziz: Cehd edip bu azgın tabiatlı nefsin yaramazlığını, mücahede ve riyazet ile döndürmek gerektir, «emmârelikten kurtarıp» onu levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneliğe iletmek gerekir. Onun şerrinden, ancak böyle yapıp mutmainneliğe iletince emin olabilirsin.

Mücahede ve riyazet ne demektir diye sorulursa? Ne ile ve nasıl yapılır?

Meşayih, bu soruya şöyle cevap verdiler ve dediler ki;

Mücahede, Bedenle savaşmak noktasında gayrettir. Peygamber efendimizin ve meşayihin rızası kazanılarak bedene hakim olunur.

Ancak asıl riyazet yemek ve uykuyu terk etmektir. Kişi yemek ve uykuyu terk ettiğinde bütün fiilleri hakkın rızasına uygun hale gelir.

Şimdi, gelelim nefse muhalefet edip mücahede etmek nasıl olur?

Nefs, yalnız kalmak isterse ona muhalefet etmeli, cemiyete ve cemaate varmalıdır. Bir mescide gitmeli, farz namazı cemaatle kılmalı, hemen eve dönmelidir. Eve gelince; sünneti kılmalı ve artık bir yere çıkmamalıdır.

Zikretmek isterse; düşünüp susmalı ve susmak isterse zikre başla. Böyle böyle nefse muhalefet etmeli ve onun isteklerine karşı gelerek, daima aksini yapmalıdır. Yani, nefsi emmârenin muhalefet edilecek işleri çoktur. İleride, sırası geldikçe inşa’allahu teâlâ söylenecektir.

Nefs-i levvâme, lâtif bir cisimdir. Fakat, bunun da iki tarafı vardır. Bir tarafı nefsi emmâreye ve bir tarafı da nefs-i mülhimeye dir.

Nefsi mülhime de lâtif bir cisimdir Bunun da iki tarafı vardır. Yani, iki tarafa da meyil etmeye kabiliyeti vardır. Bir tarafı, levvâme ve bir tarafı da mutmainne dir.

Ne zaman ki, levvâmenin emmâreye meyli olan tarafı emmâreye tâbi olursa emmâre kuvvetlenir. Vücut mülkünün idaresine alır ve ona tasarruf eder. Yani, şeriatte haram olan şeyler ortaya çıkar. Levvâme, emmâreye tâbi oldukça nefsi emmâre azar, şeytan da gelir ve emmâreye yardım eder. Ne'ûzü tallahi teâlâ âsi olur, çıkar. Şahsı ya fıska ya küfre veya nifaka götürür ve cehenneme kadar yol gösterir. Bu hususta, birinci bölümde tafsilât verilmişti.

Fakat, levvâme mülhimeye bakan yüzünü, tamamıyla mülhimeye çevirse ve emmâreye bakan yüzünü ondan tamamıyla döndürse ve o yüzünü de mülhimeye çevirse, yani iki yüzü de mülhimeye tâbi olsa o zaman nefs-i mülhime kuvvetlenir. Kuvvetlenince, ikisi bir olur ve gider mutma’inneye uyarlar. Vücut mülkünü, mutma’inneye teslim eder, mutma’innenin idare ve hükmü altına girer ve her bakımdan mutma’inneye tâbi olurlar. Mutmainne, Hak teâlânın emri altındadır, bir cism-i lâtiftir ve ondan asla Hak rızasına aykırı bir iş çıkmaz. Çünkü, mutmainne birçok lâtif şeylerle ve güzel sıfatlarla bezenmiş ve örtülmüştür. Demek ki, tâlip azmedip riyazet ve mücahede ile kendisini nefs-i emmârenin elinden ve esaretinden kurtarmayınca, mutmain nede karar tutamaz.

Ey aziz:

Bilmiş ol ki, nefs-i emmârenin elinden ve esaretinden kurtulmaya, mutmainnede karar tutmaya, ÎRCÎ’ IY hitabına yetenek kazanmaya, ölmeden önce ölmeye, nûr-u ilâhiye ermeye, haşirden evvel yine dirilip vücut bulmağa sebep olanlar, yedi türlü şeydir. Nitekim, emmârenin de yedi türlü kötü ve çirkin sıfatı vardır ki, bütün insanlara zulmet ve gaflet olan da bunlardır. Emmârenin, yedi kötü ve çirkin sıfatı cehennemden alınmıştır. Buna mukabil, mutma’innenin sekiz sıfat-ı hamidesi de sekiz cennetten alınmıştır. Bundan dolayı, yedi cehennem ve sekiz cennet, insan ile beraberdir, derler. Bunlar, kitabımızın başında anlatılmıştı, tekrarına lüzum yoktur.

NEFS-İ EMMÂRENİN KÖTÜ VE ÇİRKİN SIFATLARI

Nefs-i emmârenin kötü ve çirkin sıfatları yedidir:

1) Hevâ’ dır. (Arzu, heves, ihtiras, muhabbet, nefsin hazzettiği şeyler.)

2) Gazap (öfke, hiddet, kızma)

3) Şehvettir.

5) Bunül dür. (Cimrilik, hasislik)

6) Ucub dur. (Kendini çok sevme, yaptıklarını beğenme, bencillik, gurur, başkalarını hor ve hakir görme)

7) Kibirdir.

Nefs-i emmârenin bu yedi kötü ve çirkin sıfatlarını gidermeye de aşağıda sayılan yedi şey sebeptir. Bu sayacağımız yedi şey, bütün ehli İslâm’ın gözlerini ve gönüllerini açan yedi hayırlı ve faydalı iştir:

1) Açlıktır.

2) Susmaktır. (Yani, az konuşmaktır.)

3) Az uyumaktır.

4) Halk içine lüzumundan fazla karışmamaktır.

5) Daima LÂ ÎLÂHE İLLALLAH demektir.

6) Mürşid-i kâmile erişmek, elini tutmak ve tövbe edip, ona iradet getirmektir.

7) Mürşid-i kâmilin iradesi altında olmak ve onun emri altında bulunmaktır. (Onun her emrine itaat etmektir.)

Bu yedi şey, yukarıda sayılan yedi çirkin ve kötü sıfatı gidermeye, yani nefsi emmârenin fenalıklarını iyiliğe, iyi ve güzel ahlâka çevirmeye sebeptir. Zira, ashab-ı resûl ile kibar-ı meşâyih ve gerçek sûfiler bu yedi şey ile çok menzil kat etmişlerdir.

Bazıları buyurmuşlardır ki; uzun ömürle, riyazet ve mücahede ile dönmeyen nefs-i emmârenin yaramaz sıfatlarını Allâhu teâlânın yardımı ve bu yedi sebeple döndürdük, okumak ve yazmakla bilinemeyen müşkil ilimleri, bu yedi şeyle meşgul olmak suretiyle Hak teâlâ bize açıverdi. Hasılı, dünya ve âhiret işlerini bu yedi şeyde bitirdik.

Bu sözlerim, sana acayip gelmesin. Muhakkak olarak bilmiş ol ki, bu sûfiler âhiret beyleridirler. Zahitler, âşıklar ve sûfiler demek, mukarrebler (Allah’a yakın olanlar) demektir. Zira, bu sûfilerin ve şeyhlerin hepsi mukarrebler tarikindedirler. İlimleri de mukarrebler ahvalinin ilimleridir.

Bu mukarrebler ahvaline ve makamlarına muhabbet ederek, onu tahsil etmeye teveccüh eden kimselere MUTASAVVIF derler. Bu makamı tahsil ettiğinde ise SÛFİ olur. Bunun için mukarreblere SÛFÎ derler ve SÛFÎ lere de MUKARREB ler derler. Sûfilerin şeyhleri ahiret alimleridir. Onlar, kendilerine farz olan ilmin evvelinde işi sıkı tutup çalışmış, ilmi bütün yönleri ve gereği üzere öğrenmişlerdir. Emir ve yasaklar konusunda tam bir ciddiyet ve teyakkuz içindedirler. Resûlü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimize uymaları sebebiyle Hak teâlâ onları türlü ilimlere ve amellere vakıf kılmıştır. Taklid edip kendileri de istikamet üzere olmuşlardır. Bildikleri ilmin haddi hesabı yoktur.

Şeyhlerden biri rüyasında, Resûlü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellemi görür;

— Yâ Resûlallah! Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı buyurmuşsunuz. Hûd sûresindeki nebilerin kıssaları mı yoksa ümmetlerinin kıssaları mı sizi ihtiyarlattı?

— Efendimiz, tasdik buyurmuşlar: Yâ şeyh beni “O halde seninle birlikte tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi istikamet üzere ol” âyeti kerimesi ihtiyarlattı buyurur.

Nitekim, Resûlullah Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz müşahedatın başlangıcından sonra bu hitaba muhatap olmuş ve kendilerinden istikametin hakikatleri istenmiştir.

Hak teâlâ; Zahitler, Sûfi şeyhler, mukarrebler denilen ahiret alimlerine daha işin başında iken bir haz ve nasip verir, istikamet üzere bulunmalarını ilham eder. Şüphesiz onlarda Hakkın gösterdiği istikamet üzerine olmayı bütün her şeyin en faziletlisi, şerefli bir görev olarak bilir.

Nitekim, Şeyh Ebû-Ali Cürcâni rahmetullahi aleyh buyurur;

“İstikameti iste kerameti değil.”

Zira kerameti nefsin ister, Rabbin ise senden istikamet talep eder.

Şu hâlde, Rabbinin talep ettiğini istemek, nefsinin talep ettiğini istemekten daha iyi ve güzel olur.

Şunu da bilmiş ol ki, bu gönül denilen şey de üç kısımdır:

  • Biri, yalnız dünya ile meşgul olur.
  • İkincisi, yalnız âhiret işleriyle meşguldür.
  • Üçüncüsü, Allâhu teâlânın muhabbetiyle dolmuştur yalnız Allahu teâlâ ile meşguldür.

Yalnız dünya ile meşgul olana, âhiret işlerinden bir iş gelse şaşırır kalır ve ne yapacağını bilemez. Çünkü, hep dünya ile meşgul olmuş ve âhiret işlerini ihmal etmiştir.

Yalnız âhiret işleriyle olana da dünya işlerinden bir iş gelse, şaşırır ve ne yapacağını bilmez.

Yalnız Allâhu teâlâ ile meşgul olanlar ise ne dünya ne de ahiret işlerini becerir. Zira onlar Allâh deyip öylece kalmışlardır.

Sûfi şeyhler, diğer hususlarda olduğu gibi istikamette de Resûl aleyhisselâma uydukların dan ötürü, Hak teâlâ onların önlerine ilim kapılarını açıverir.

İSTİKAMET NEDİR VE KAÇ MERTEBEDİR?

İstikamet de üç mertebedir:

BİRİNCİSİ: Avamın istikametidir. Zahirde, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bâtında ise, imân edip tasdik etmektir.

İKİNCİSİ: Havassın istikametidir. Zahirdeki yüzü, emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmak, aynı zamanda dünyayı, dünyanın şehvetini ve diğer lezzetlerini terk etmektir. Bâtındaki yüzüde, cennet nimetlerinden vaz geçip Hakka kavuşmayı ve irfanı talep etmektir.

ÜÇÜNCÜSÜ: Ehassı havvasın istikametidir. Bunlar zahirde, Resûl Aleyhissalâtü vesselama her bakımdan tam olarak uyar ve bâtında ise beşeriyetlerini Hak Teâlâ’da fani ederler böylelikle Allâh ile müstakim olurlar. Allâh için Enâniyyetten (benlikten) fâni olarak onun hüviyeti ile bâki olurlar.

Demek ki, Sûfiler de zahitler ve âşıklar diye iki taifeye ayrılırlar.

Bunların, kalplerini tasfiye etmeleri âdeta ölüme benzer. Onlar asıl olan ilimleri hâsıl öğrendikten sonra, ziyade olan zahiri ilimleri öğrenmekle meşgul olmaz, bütünüyle Hak Teâlâ ya yönelmek için kalplerini temizlemek ile uğraşırlar.

Onlar, her işlerini Allahu teâlâya bırakırlar. (Tefviz-i umur ederler)

Onun için, Hak teâlâ onların kalplerine nurlarının ve lütuflarının feyzini ihsan buyurur. Bu sebeple de bütün ilimlere ve ilimlerin asıllarına vakıf ve belki bütün eşyanın hakikatlerinden de haberdar olurlar. Zira, bu yol Nebiler ve veliler yoludur.

Şimdi, bilmiş ol ki kalbin iki kapısı vardır:

  • Bir kapısı (Havâs) hissedici kuvvetler, duygular âlemine açılır.
  • Bir kapısı da gayblar âlemine açılır.

Bunun nasıl olduğunu bilmek için, uyku hallerine bakmak yeterlidir. İnsan uyuduğunda ne acayip şeyler görür. Sana, gayblar âleminden öyle şeyler görünür ki, böylesi sana ne olmuş ve ne de olacaktır.

Ancak, bu kapı Nebilere uyanıklıklarında açılır. Zira, onlar kalplerini mâsivadan, yani Allahu Teâlâ’dan gayrısından temizlemiş, Külliyen, Hak teâlâ hazretlerine yönelmişlerdir.

Şeyh Ebû-Hamid-i Gazali rahmetullahi aleyh, HÜCCET- ÜL-ÎSLAM adındaki eserinde, talim ile tasavvuf arasındaki farkı, nefis bir hikâyedeki misalle belirtmişlerdir. Sana, o hikâyeyi anlatayım ki, hüccet (delil) olsun.

  • HİKÂYE

Sanat ehli iki kişi, zamanın padişahının huzuruna geldiler ve dediler ki:

— Bizler, usta nakkaşlarız. Güzel saraylar, lâtif evler nakş ederiz. Âlemde bizim benzerimiz yoktur.

Padişah, onlara bir saray gösterdi:

— Bu sarayın duvarlarında sanatınızı gösteriniz ki, gerçek olup olmadığınız anlaşılsın, dedi.

Onlar da razı oldular. Sarayın bir duvarını biri ve öbür duvarını diğeri ele aldı. İki duvarın arasına perde astılar ki, biri diğerinin sanatını görmesin ve herkesin kendi eseri meydana çıksın.

Bu iki sanatkârdan biri Rûmi (Anadolu halkından) ve diğeri Çin vilâyetinden idiler. Rûmi olan usta, ele aldığı duvarın üzerine öyle nakışlar yaptı ki, görenlerin akılları başlarından gidip hayran oldular. Çin ahalisinden olan diğer usta da kendi payına düşen duvara yalnız cilâ vurdu ve başka bir şey yapmadı. Her ikisi de belirli zamanda işlerini bitirdiler. Padişaha haber verildi, geldi ve gördü ki, duvarın birisi misli ve benzeri görülmemiş şekilde nakışlanmış. Diğerine baktı, onda ise hiç nakış işlenmemişti amma, gayet parlak cilâlanmıştı, ayna gibi pırıl pırıl olmuştu. Bu ikinci ustaya, padişah sordu:

— Hani senin sanatın bu mudur ki, bu duvara yalnız cilâ vurmuş ve pırıl pırıl parlatmışsın?

Çinli usta cevap verdi:

— Padişahım! Bizim sanatımız ara yerden perde kaldırılınca anlaşılır.

Padişah emretti, aradan perdeyi kaldırdılar. Kaldırır kaldırmaz da Anadolu halkından olan ustanın yaptığı o şahane nakışlar karşıya aksetti ve Çinli ustanın cilaladığı duvarda aynı nakışlar, aynı parıltı ve ihtişam ile belirdi.

Padişah, bu sanatı görerek ustaları takdir edip ihsanda bulunur.

Şimdi aziz: Şunu iyi bil ki, zâhir âlimleri nakkaş gibidir. Bâtın âlimleri de karşı duvara pırıl pırıl cila vuran usta gibi olan şeyhler, sûfiler, zâhitler, âbitler ve âşıklardır. Onlar da gönüllerine cilâ vurur, parlatır ve ayna haline getirirler. Alimlere nakışlar vasıtasıyla öğrenilen ilim; Zahidlere, âbitlere, âşıklara ve sûfilere, öbür tarafı gayet parlak olarak, hakikatleri ile açılır. Bu ilme, talim etmekle ulaşılmaz.

Şimdi, bundan da anlaşılıyor ki, alimlerin çalışmalarının, gayretlerinin sonu ve faydası budur.

Îmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh hazretleri buyururlar;

— Zâhir âlimlerinin ilimleri çalışarak kazanılır. Sûfilerin ilimleri ise keşfidir.

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh de buyurur.

— Biz, tasavvuf u Kıylu Kâl den almadık. Alışkanlıklarımızı ve beş duyumuzu terk ederek aldık. Hak teâlânın aşk ateşi ile yanıp kemale ererek aldık.

Şu hâlde, Sûfi ve Sûfi lik denilen şey, kötü huyları terk edip iyi ahlaka sahip olmak, güzel sıfat ve edepler le süslenerek züht (dünyaya rağbet etmemek) halini yaşamakla olur.

Kimi irfan ehli buyurmuşlardır ki:

SÛFİ adı dört harften ibarettir. Sad- Vav- Fe- Ye.

“Sad Sefadan”, “Vav Vefadan”, “Fe Fenadan” “Ye Yakin dir.”

FAKİRLİK

Ey Aziz;

Fakirliğinde üç çeşidi vardır:

  • Birincisi Avamın fakirliğidir, dünya malından yoksunluk şeklinde yaşanır.
  • İkincisi Havas’ın fakirliğidir ki, kendi sıfatından fâni olmak, sahip olduklarından vaz geçmek, bunları vermek (Ruhlar aleminde olduğu gibi olmaktır.)
  • Üçüncüsü, Ehassı havasın fakirdir ki, kendi vücudundan fani olmak varlığından vazgeçmektir.

Azizim: Bizim dediğimiz sûfiler onlardır ki, böylesine bir fakirlik ile sıfatlanmış olurlar. Bu öyle bir fakr'dır ki, Resûl-i' ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, onunla övünmüşlerdir:

Bu fakirlik sabır edenlerin fakrı dır. Varlıklarından vazgeçenler kıyamet gününden Rahmânın meclisinde bulunacaklardır.

Bu fakrın tarifi yukarıda da geçmişti. Zira; bunun, sözü çoktur. Sırası gelince, inşa’allahu teâlâ söylenecektir. Biz, gelelim yine sûfilerin sözlerine.

"Şunu bil ki, fakirliğin sonu tasavvufun başıdır.

Nitekim, Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh buyururlar ki:

— Tasavvuf odur ki, Hak teâlâ seni öldürür ve yine kendi eliyle diriltir.

Yani, demek olur ki. Hak teâlâ kişinin fiilini, sıfatını ve zâtından fâni kılıp kendi sıfatı ve zâtı ile bâki kılar.

Bunu böylece anlamağa çalış!

Şimdi, gelelim sûfilere:

Sûfilerin yanı sıra Sûfilere benzeyenler vardır, birde benzeyenlere benzeyenler. Halk ve avam bunların hepsine SÛFİ derler. Gerçi bunların hakiki sûfilerin fillerinden, hallerinden, menzil ve makamlarından haberdar değillerdir, fakat büsbütün yabancı da değillerdir. Zira, sûfilere benzeyenler ya da benzeyenlere benzeyenlerdir. Nitekim Resûlullah aleyhisselâm buyurur:

“Men teşebbehe bi-kavmin fe-hüve min fıttın (Kim, bir kavme benzemeye özenirse, onlardandır)”

Gerçi, bunlar Sûfi değildir ama Sûfi sayılırlar.

Enes bin Malik radiyallahu anh buyurur ki:

Bir kişi, huzur-u Resûlullah'a geldi ve dedi ki:

— Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır?

Efendimiz, kendisine cevap vermediler ve kalkıp namaza durdular. Namazdan fariğ olunca buyurdular:

— Kıyameti soran kimdi?

Soru sahibi cevap verdi:

— Ben idim yâ Resûlallah!

— Ey kişi, kıyameti sorarsın; ne hazırladın o gün için?

— Çok namaz ve oruçlar hazırladım. Hem de ben Allah ve Resulünü çok severim.

Efendimiz, saadetle buyurdular: Kişi, onun ameli ile amel etmese de sevdiği ile beraberdir.

Yani, kişi kimi severse, onunla haşr olunacaktır. Çünkü, gönülleri arasında yakınlık vardır.

Bu Hadis-i şerifle, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Salihleri ve hayırlı kişileri sevmeyi ve onlardan ayrılmamayı teşvik buyurmuşlardır.

O kişiye: Sen, sevdiklerinle berabersin ve onlarla haşr olacaksın, demişlerdir.

Yani, kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun, demek olur. Enes bin

Mâlik radıyallahu anh buyururlar ki:

— Müslümanlar, imân ve İslâmdan sonra bu habere sevindikleri gibi hiçbir şeye sevinmediler.

Şimdi, şunu bilmiş ol ki, sûfilere benzeyenler ve o benzeyenlere benzeyenler de yarın kıyamet gününde sûfilerle beraber olsalar gerektir. Sûfileri sevdikleri ve kendilerini onlara benzettiklerinden ötürü beraber olacaklardır. Her ne kadar, onların fiilleri gibi fiilleri bulunmasa da muhabbetleri bereketi ile onlardan ayrılmayacaklardır.

Ebû-Zer-i Gıfarî radıyallahu anh, buyururlar ki:

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize sordum:

— Bir kişi, bir kavmi sever ama onların fiilleri ve amelleri gibi fiil ve amel işleyemez, acaba onların halleri nasıl olur?

Efendimiz, saadetle buyurdular:

Yâ Ebâ-Zerî Kimi seversen, onunla berabersin.

Sen, sevdiklerinle berabersin.

Şunu da şöyle bilmiş ol ki, benzeyenlerin sûfilere muhabbet etmelerinin sebebi, sûfilerin ruhaniyetlerinin tesiri ile olur. Zira, Hak teâlânın emirlerini sevmek, Hak teâlâya yakin olacak şeyleri sevmek ve Hak teâlâya yakın olanları sevmek, ruhun cezbesiyle olur. Ancak, şu var ki sûfilere benzeyenler, henüz nefislerinin karanlıklarından kurtulamamışlardır. Sûfiler ise, o karanlıklardan kurtulmuşlardır. Sûfilere benzeyenler üzerlerinde nefislerinden izler kalsa da mutasavvıf sûfilerin hallerinden haberdar olup, onlarla birliktedirler.

Şunu da bilmiş ol ki, sûfiler tarikine girmenin evveli imandır. Yani, sûfilerin hallerini tasdik edip inanmaktır. Ondan sonra, onların yollarını bilip sülûk etmek, daha sonra, onlar gibi davranmaktır. Şu hâlde, bilmiş ol ki, sûfilere benzeyen imân sahibidir, yani, sûfilerin hallerini tasdik edicidir. Böyle bir tasdik Sûfilerin tasavvufi yolunun aslı ve şartıdır.

Şunu da bilmiş ol ki, Sûfilere benzeyenler de iki çeşittir; Biri benzeyen diğeri de benzeyenlere benzeyen. Gerçek benzeyenler, sûfilerin yoluna hakiki manada iman edip gerektiği gibi amel edenlerdir. Böyle olan murakabe sahibi olur, sonrada Sûfi olup müşahede ehli olabilir.

Biri sûfilerin ve tasavvuf ehillerinin hallerini bilmese, bunlara dair arzu duyup asli maksatlarına yönelmese, sadece dış görünüş olarak onlara benzeyip hırka giyse, suret itibariyle onlar gibi olsa sûfilere benzemiş olmaz. Benzeyenlere benzemiş sayılır.

Kişinin bu şekilde sûfilere yakın olması bile bir gayesinin olduğunu gösterir. Zira Sûfiler ve sûfilere benzeyenler öyledir ki, onlarla oturanlar dahi şâki olmazlar, belki onlarla birlikte oturduklarından ötürü ebedî saadete ve yüksek makamlara vâsıl olurlar.

Ebû Hûreyre rivayet ile, (RA) Fahr-i kâinat sallâhü aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

Hak teâlâ hazretlerinin, bir bölük melekleri vardır. Bu melekler, yeryüzünde yollarda tavaf ederek, doğadan batıya seyrederler ve zikir, ehlini arayıp, bulmak ve onları ziyaret etmek isterler. Zikir ehlini bulunca, bir müddet dinleyip gelin aradığımız bunlardır diye birbirlerine seslenirler. Gelirler ve zikreden bu topluluğu semaya kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Zikir meclisi dağılınca, bu melekler de makamlarına yükselirler.

Hak teâlâ hazretleri, o meleklere — Nereden geliyorsunuz? diye sorar.

Halbuki, o gizli ve aşikâr her şeyi bilen ulu padişahtır. Meleklere bu sorusu, melekleri konuşturup zikir ehlini tâ'zim edip yüceltmek içindir. Zikir ehlinin makam ve mertebelerinin yüceliğini bildirip açıklamayı murat buyurmuştur. O Allâm-ül-guyub padişah sorar:

—Kullarım ne işler yapar ve ne söylerler.

Melekler cevap verirler:

—Yâ Rabbî Sana hamd ederler, tesbih, tehlil, tekbir ve temcid (tâ’zim) ederler.

—Onlar beni gördüler mi?

— Vallahi onlar seni görmediler,

— Beni görseler; halleri nice olurdu?

— Seni görseler halleri daha güzel olur, daha çok ibadet ve tâat yaparlardı.

—Onlar benden ne dilerler?

— Onlar, senden cennetini isterler.

— Onlar cenneti gördüler mi?

— Hayır yâ Rabbi vallahi, görmediler. Eğer görseler daha çok tâlip olurlardı ve rağbet ederlerdi.

Onlar neden korkarlar?

— Cehennemden korkarlar.

— Onlar cehennemi gördüler mi?

— Hayır yâ rabbi vallahi, görmediler.

— Onlar cehennemi görselerdi, halleri nice olurdu?

— Cehennemi görmüş olsalardı, daha çok korkarlardı.

Ey meleklerim, tanık olunuz ki ben onları bağışladım. Hepsine istediklerini verdim, onları korkularından emin edip kurtardım.

— Yâ ilâhi! Onlarla birlikte bulunan falanca kulun, onlardan değil di. Bir ihtiyacı dolayısı ile o meclise gelmiş ve onlarla birlikte oturmuştu. Diğer bir rivayete göre de o kişi tesadüfen o meclise katılmıştı derler.

— Onlar, öyle bir topluluktur ki, onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar, onun için o günahkâr kulumu da zikir meclisinde bulunduğundan dolayı bağışladım.

Kadı Îyaz rahmetullahi aleyh buyurur ki:

Zikretmek, iki türlüdür: Biri kalp ile ve diğeri dil iledir.

Yukarıdaki Hadis-i şerifte bahsedilen zikir edenler, dil ile zikredenler dir. Dil ile zikirden de murat LÂ İLÂHE İLLALLAH demek değil, belki Allah rızasının bulunduğu bir kelam, Kur'an tilâvet etmek, müminlere dua etmek, teşbih, temcid, tehlil, tekbir ve saire gibi buna benzer ne varsa zikirdir.

Ancak, âlimler bunda ihtilâf etmişler ve bazıları zikrin efdali LÂ İLÂHE ÎLLALLAH' tır, zikirden murat budur, demişlerdir. Fakat, bu zikrin de cehri (sesli) olanı mı yoksa Hâfi (sessiz) olanı mı efdal dir, konusunda ihtilaf vardır.

Bazıları, cehri (sesli) zikretmek faziletlidir, zira, sese dönüşmüş amel daha efdal dir. Dili kullanmakla zikrin değeri artar, fazla amelede fazla ecir vardır dediler.

Bazıları da Hâfi (sessiz) zikir daha faziletlidir, zira amelin gizlisi kıymetlidir demiştir. Nitekim, MÜSLİM şerhinde de mesele böyle ele alınmıştır. Bu konuda da söz çoktur, inşâllahu teâlâ zikir bahsinde söylenecektir.

Yukarıdaki rivayette bir işaret de vardır. (Onlar, Hak teâlânın öyle bir topluluğudur ki, onlarla beraber oturanlar şaki olmaz.) Duyurulmasından anlaşıldığına göre her kim, saadet ehli arasına karışıp kaynasa saadete erişir. Saadet ehliyle otursa veya onlara yönelmiş olsa yahut onları sevse o kişi şaki olmaz, belki onların sebebiyle yüksek makamlara erişirler demektir.

Bazı hikmet ehli, bu konuda şöyle demişlerdir:

Sâlihler, âbidler ve sûfiler; zikir, tesbih ve dualarını yüksek sesle yaparlar ve Hakka yalvarırlar ve yakarırlar, zamanın afetleriyle kapanan hayırları açarlar. Onlar, mücahede ve riyazetle dünyadan yüz çevirdikleri ve Hakka yönelmiş oldukları için, çevre şehir ve köyler onların bereketlerinden istifade ederler.

Sual — Bu sûfiler ki, nefislerini tezkiye edip kötü ve çirkin sıfatları kendilerinden giderirler. O sıfatların yerini güzel sıfatlar mı alır, yoksa o kötü sıfatlar iyiye mi döner?

Cevap — Bu yaramaz kötü sıfatlar mahvolur ve yerlerine iyi sıfatlar gelir. Nasıl ki, gece biter ve gündüz baslar. Kış gider, yaz gelir. Mâsiyet gider, tâat gelir. İnkâr gider, ikrar gelir.

Tıpkı bunlar gibi, kötü sıfatlar gider, güzel sıfatlar gelir.

Cehil gider, ilim gelir. Ancak, aşağıda bildireceğimiz yedi şey ile meşgul olmak lâzımdır. Bu yedi şeyin de asıl ve hakiki olanı vardır, sahte olanı vardır. Asılsız ve sahte olandan fayda gelmez.

Ey aziz:

Dinle şimdi, bu yedi şeyin aslını bir bir sana söyleyeyim, sen de bu asıl üzerine amel ederek amaca ulaşasın ve bu müellif fakiri ki, Abdullah bin Eşreftir, duadan unutmayasın.

Bu kitabın ikinci bölümü yedi fasıl üzerinedir, her fasıl o yedi şeyden birisini beyan etmektedir.

Ey aziz kardeş! Ey din yolunda bana yoldaş!

Hak teâlâ, bizlere tevfik ve yardımını refik eylesin. O diyeceğim yedi şeyin birincisi açlıktır, daha doğrusu AZ YEMEKTİR, HELÂL YEMEKTİR. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimin de böyle buyurur:

“Pâk ve helâl şeyleri yiyin ve sâlih ameller işleyin.”

Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuşlardır ki:

“İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl yemektir.”

Âdem peygamber aleyhisselâm ile Havva anamız radıyallahu anha, duymadın mı karınları yüzünden nice mihnetlere düştüler? Allahu teâlâ: (O ağaçtan yemeyin!) buyurdu, onlar yediler, sırtlarından hülleleri gitti ve başlarından taçları düştü, bu hal ile cennetten çıktılar ve geldiler bu dünya zindanında nice yıllar gözyaşları döktüler, nice türlü mihnetler çektiler. İşte, onların çocukları olan bizler de aynı mihnet ve meşakkatleri çekmekteyiz. Başımıza gelenlerin çoğu, midelerimiz yüzündendir. Şunu iyi bil ki, iyilik veya kötülük, salâh veya fesat ne varsa hep mideden ve karından kopar, bütün azaya dağılır ve yayılır. Karın denilen şey su musluğuna benzer. Borudan gelen su musluğuna dökülür, o musluktan dört yana çeşmelere dağılır. Ne zaman ki, borudan su gelmese ve musluğa dökülmese, bütün çeşmeler kurur, harap olur. Artık, o çeşmelerin yanma kimse uğramaz, atlı veya yaya gelenler, gelmez olurlar. Mideye, yemek de boğazdan gelir ve bütün vücuda yayılır. Yani, yenilen yemek boğazdan gelip mideye indikten sonra, göze görmek olur, kulağa işitmek olur, dile söylemek olur. Demek ki, çok yiyince mideye çok yemek iner, bütün uzuvlarda şehvet galip olur. Dil, çok söylemek ister. Çok söyleyince de arada yalan, gerçek, dedikodu, küfür, boş ve manasız lâflar her ne ki dilin ucuna gelirse konuşulur. El de vurmak, kırmak, tutmak ve eli altında bulunanları incitmek, nerede şer iş varsa alıp satmak, haram helâl tanımamak, hatta eliyle koymadığı şeyleri bile — Ne'ûzü billah— almak diler. Ayak da fısk meclislerine, çalgı ve hengâmelere, oyunlara, nerede fenalık ve fesat olursa oralara, zalimlerin meclislerine gitmeyi diler. Gözler de harama ve helâle, güzel kadınlara, genç çocuklara bakmayı, herkesin sırlarını ve ayıplarını görmeyi gezinti yerlerinde güzel manzaralar izlemeyi ister. Kulaklar da yasaklanan şeyleri, küfürleri, dedikoduları, nefse hoş gelen müzikleri dinlemek diler. Burun da haram veya helâl güzel kokular almak diler. Nefs de haram ve helâl ne olursa olsun çiftleşmeyi, elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar kadınlar ve cariyeler almayı ve nefsanî şehvetlerle meşgul olmayı diler.

Bütün bunlar olunca da gönül kararır, ibadet ve tâ’atten zevk almaz; olur, ki bu fenalıklar hep çok yemekten ileri gelir.

Fakat, ne zaman ki, boğazdan mideye az yemek inerse, bütün bu uzuvlarda da şehvet duygusu azalır, zayıflar. Yemeği ve içmeyi büsbütün kesip azaltınca, bütün şehvetler kesilir ve azalır. Bunları zorlayan kuvvetler de azalır. Dil, haram şöyle dursun, doğruyu bile söylemek istemez. El, haramı tutmak şöyle dursun, helâle yapışmak istemez. Göz de haramı bırak helâle bakmadan zevk almaz, sözün kısası bütün bütün uzuvlar haram şöyle dursun, helâle bile bakmaz olur.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin:

“Amellerin efendisi açlıktır. Nefsin zilleti, yün elbise giymekle olur.”

Buyurmaları buna işarettir. Demek ki, aç kalınca bütün azalar da şerden kesilirler. Bu azalar, şerden kesilince bâtın gözünde perde kalkar basiret gözü açılır, ona gizli bir şey kalmaz olur ve bâtın kulağı da açılır. Rabbani ilhamı ve hitab-ı sultaniyi ve meleklerin muhatap oldukları hususları işitir olur. İçerden gönül dili açılır, zâhir olur. Bu dil, gönüle tercüman olur, hakkın hikmetini ve marifetini söyler. Bâtın eli, ilâhi hazinelere erişir ve bâtın ayağı da bir adımda doğuyu ve batıyı seyran eder. Bâtın gözü de doğudan batıya her şeyi görür ve bâtın kulağı da doğu ile batı arasındaki fısıltıları bile duyar. Bâtın eli, nice günlük yoldan elini eriştirir, bâtın ayağı da bir hareketle doğudan batıya varır gelir, tayyi mekân eyler. Belki, seyri yere ve göğe bile yetişir ve ona gizli ve örtülü hiçbir şey kalmaz:

Batın alemini keşfedenlere velayet sahibi denir.

Şimdi aziz:

Bu söz sana acayip gelmesin! Hz. Ömer radıyallahu anh, Medine-i münevvere 'den parmağını uzatıp Rum kayserinin bir gözünü çıkardığını duymadın mı?

Bir başka gün de Sâriye adında ünlü bir pehlivan vardı, kâfir ile cenk ediyordu. Kâfirler, tam Sâriye’ ye galip gelmek üzere idiler ki, o sırada Hz. Ömer radıyallahu anh da Medine-i Münevvere’ de hutbe okuyordu. Sâriye'nin mağlûp olmak üzere bulunduğunu o kadar yoldan gördü ve seslendi:

— El-cebelü. El-cebelü... (dağa, dağa,) Sâriye, yedi günlük yoldan Hz. Ömer'in sesini duydu, askerleri ile dağa doğru çekildi ve kâfirlerden kurtuldu.

Bundan da anlaşılıyor ki, kişinin batini kuvvetleri duyunca, doğu ile batı arası dünya, ona bir el ayası gibi gelir, bâtın âlemi gözlerinin önüne açılır ve serilir.

Velâyet üç kısımdır:

Bir kısmı velâyet-i umumidir. Bunun yerden göğe kadar seyir ve bilgisi vardır.

Bir kısmı velâyet-i hâs'tır. Bunun da arştan ferşe varıncaya kadar ne kadar yaratılmış varsa bilgisi, seyri ve tasarrufu vardır.

Bir kısmı da velâyet-i hâssül-hâs'tır. Bunlardan öte, öylesine bilgi ve kudreti vardır ki, haddini ve nihayetini ancak kendisi bilir.

Bâtını açık olana VELÎ de derler.

Sözü uzattık yine maksada gelelim:

Evet; ne zaman ki, yemek az yenirse nefs zayıf olur. Nefs zayıf olunca, bedenden yani bütün azalardan nefsin tasarrufu kesilir ve tasarruf aklın olur. Akıl nuru, göz nuru gibi değildir ki, duvarın arkasında olan şeyi görmesin. Fakat, yemek çok yenirse, aklın nuru zayıf olur, azadan aklın tasarrufu kesilir ve tasarruf nefsin olur. Oysa, nefs-i emmâre tasarrufu ile olan işler hep hatadır. Çok defa şeriata aykırıdır.

Demek ki, çok yemek gönlü karartır, yani basiret gözünü körleştirir. Nitekim Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Çok yemek yenilmedikçe kalp ölmez, buyurmuşlardır.”

Ama çok acayiptir ki bu çok yeme âdeti şimdi rehberlerde, âlimlerde ve şeyhlerde, yani gerçeği bilenlerdedir.

Halk, bunların daim nimetler içinde bulunduklarını, ziyafetten ziyafete koştuklarını, pilâvlar, helvalar ve türlü türlü nefis yemeklerle soğuk pınar başlarında, gezinti yerlerinde kebaplar ve kuzu çevirmeleri yaptıklarını, büyük bir iştiha ile bunları atıştırdıktan sonra, soğuk sular içerek nefislerini doyurup, tenlerini semirttiklerini görür ve iyi bir iş yaptıklarını sanırlar ve onlar da güçleri yettiği kadar çok yemek ve içmekle meşgul olurlar böylece gönüllerinde kasvet galip olur, salih amelleri terk edip yönlerini nefs-i emmâreye döndürürler ve hak yönünden uzaklaşırlar.

Hak teâlâ, Tevrat'ta Musa peygamber aleyhisselâma buyurur:

— Yâ Musa! Ben, vücudu şişman olan âlimi düşman edinirim.

Lokman Hekim oğluna nasihat eder:

— Ey oğul! Sakın, mideni yemekle doldurma! Aklın eksik ve anlayışın kıt ve zayıf olur.

Hak teâlâ, mideleri doluncaya kadar yiyenleri, Kur'an-ı azim-ül-bürhanda zemmeder:

“Yâ Muhammed! Onları bırak, dünyada yesinler. Lezzet ve şehvetle geçinsinler. Emelleri onları oyalasın, imân ve tâ’atten geri bıraksın. Yakında, hallerinin akıbetini, cezalarını görecek ve fena hareketlerini bileceklerdir.” Hicr sûresi: 3

Evet, doyuncaya kadar yemek ve bağırsaklarını doldurmak, kafirlerin ve münafıkların sıfatıdır. Hem de çok yemek gönülden hikmeti keser.

Ebû-Tâlip Mekki radıyallahu anh buyurur ki:

— Bu karın denilen şey, o kamışa benzer ki, boş olduğu zamanlar gayet hoş sesler verir. Fakat, ne zaman dolu olursa, hiç ses vermez. İnsanın karnı söyleyicidir. İçi boş olduğu zaman, söylediği hep ilim ve hikmet olur. Her ne söylerse hoş gelir. Karnı boş olanlar, az uyurlar ve seherlerde uyanık bulunurlar. Oysa, çok yiyenler kuşluğa kadar uyurlar. Nasıl uyumasınlar ki, midede yedikleri yemeğin buharı vardır, dimağa vurur ve onları sarhoş gibi eder. Fikirleri dağılır, zihinleri zayıflar, nefisleri akla galip gelir, nefs-i emmârelik sıfatı sıkı sıkı onlara yapışır, kuvvetlenir, kötü ve çirkin sıfatları arttırır.

Yahya peygamber aleyhisselâm, bir gün şeytana rastladı:

— Yâ mel'un! Söyle bakalım, âdemoğullarını azdırmağa ne vakit fırsat bulursun? diye sordu. Şeytan-ı lâ'iyn cevap verdi:

— Yâ Yahya! Ben, âdemoğullarını azdırabilmek için, karınları tok olduğu zaman fırsat bulurum.

Yahya aleyhisselâm, onun bu itirafı üzerine:

— Allahu teâlâ şahit olsun ki, ömrümün sonuna kadar, senin gibi eski bir düşmanıma fırsat vermemek için karnımı doyurmam, diye ahdetti.

Şeyh Zünnûn-u Mısrî rahmetullahi aleyhi buyurur ki:

Ben, tâlip olduğum günden beri doyuncaya kadar yemek yemedim. Kanıncaya kadar su içmedim.

Hz. Ayşe radıyallahu anha validemiz de buyurmuşlardır ki:

“Resûl aleyhisselâmdan sonra, bu ümmet arasında zuhur edecek ilk bid'at çok yemektir. Diğer bid'atler onu takip ederler.”

Yoksa, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, ümmet çok yemeğe korkarlardı. Çok yersek, imanın tadını ve islâmın lezzetini bulamayız, derlerdi.

Çok yemenin, bedene ziyanı da çoktur. Yemek çok yenilince, su da çok içilir. Mide, çok yemek ve çok su ile dolunca, elbette bedene türlü türlü illetler meydana gelir. Bunlardan birisi de KUSMA dır. Daha buna benzer birçok illetler de peyda olur. Sonunda, tabipler eline düşer, ömrünün sefası gider ve dertten derde düşerek çeke çeke usanır ve ölümü temenni etmeye başlar ve sonunda çok sevdiği dünyacığından da ayrılır, hasretler içinde nasipsiz âhirete gider.

Nasıl nasipsiz gitmesin ki, her gün ve her gece tıka basa karnını doldurur, nefes alamayacak hale gelir ve âdeta tokluk sarhoşluğu içinde ibadete davranamamış, Allahu teâlânın zikrinden yüz çevirmiştir. Karnına kul oluğundan her sabah, nefsi kendisini acındırarak gelir: (Aman çabuk bana sevdiğim ve istediğim yemekleri yetiştir, yoksa can vereceğim) diye boğazına yapışır, o da can kaygısı ile yalan- gerçek ağzına ne gelse söyler, halkı aldatır, kendisini cehenneme atar, çalışır, didinir ve nefsinin istediklerini alır verirdi. Kişi ilim ehlinden ise, Allahu teâlânın kapısını bırakıp, zalimlerin ve Allâh düşmanlarının kapılarına düşer, ağlar, sızlar, yalvarır, yakarır:

(İlim sahibiyim, şu dünyada hiçbir şeyim yok, fakirim, muhtacım, dervişim.) der, devlet ve millet malından yiyebilmek için meselâ kadı olur, halka zulmeder, rüşvet yer, bâtıl veya zayıf delillerle ve sözlerle, yalancı şahitlerle haksızı (Allâh korusun) haklı çıkarır, bilerek ve isteyerek hakka uymayan hükümler verir. Yahut müderrislik ister, birçok kapılarda özgürlüğünü bırakıp zelillik çeker, Allah- Peygamber bilmez ama kâfiri Müslümanı bilir, istediğini koparabilmek için baş vurmadık kul kapısı bırakmaz, ilmin ve âlimin hürmet ve itibarını korumaz. Bunları elde edemezse, âh ile vah ile gider mescitlerde nasihat eder, halkı şevke getirir, toprak dalaşı karnını doyurabilmek ve bu sayede emeksiz lokma bulabilmek maksadına hizmet ederdi.

Sözün kısası ister kadı ister müderris, isterse vaiz veya başka bir meslek sahibi olsun, bunların maksatları yalnız gırtlaklarına ve karınlarına hizmet edebilmek, günde üç öğün midelerini tıka basa doldurabilmek bunu temin etmek için de her çareye baş vurmaktır. Bunun için de Allâh tarafını terk ederler ve yönlerini tamamıyla dünyaya, dünya beylerine ve paşalarına döndürürler, dünya izzeti uğruna âhireti ti unuturlar ve sonunda imânsız ölür, giderler. Giderken de -Ne'ûzü billah- hakkın huzuruna elleri boş ve yüzleri kara olarak varırlar.

Ey aziz:

Lokma ve şöhret düşkünü olmak kötü ve çetin haldir, ölmeye sebeptir. Üveys-ül-Karanî radıyallahu anh ne zaman karnı, açıksa:

— Yâ ilâhi! midemden sana sığınırım., diye niyazda bulunur, hemen kalkar, abdest alır, namaza dururdu. Allahu teâlâ da ona hiç ummadığı yerden rızkını hazır ettirirdi.

Bu lokma düşkünleri acaba hiç düşünmezler mi ki: “Er-rızku alallâh” Rızkı veren Allâhtır.

Bu cihanda, aç olan için bir lokma ve bir hırka yeter. Kalanı, ya nimetidir, çok yemek, çok içmek ve çok iyi giyinmek içindir. Şu gerçekten de haberleri yoktur ki, kanaat iki cihana da yarayan hayırdır:

Tamah uğruna, kişinin kendisini nereye olursa olsun bırakması doğru olmaz:

Kanaat geçidine meğer erişmedi elin,

Ama üçün nefsin ucundan bıraktın mihnete canın,

Gel, özün mihnete satana, bu fâni zevke aldanma!

Serabı su sanıp kalma, sözün işitme şeytanın.

Şimdi aziz: Aklı olana şu sözüm yeter. Şirkin kaynağı midedir. Her ne fesat koparsa, karında kopar. Her ne iyilik olursa, oda bu karından olur. Zira, karın tok olunca, bütün azalar açılır ve acıkır, yani fesat başları baş kaldırarak fesada başlar. Fakat, kırk gün aç kalırsa, bütün âza doyar ve dilsiz olur.

Yukarıda, bunlardan bahsedilmişti. Şimdi, tokluğun zararlarını işittin, gel bu defa da açlığın faydalarını anlatalım.

Hak sübhanehu ve teâlâ, ne zaman ki nefsi yarattı, ona sordu:

— Bildin mi, ben kimim ve sen kimsin?

Nefs, cevap verdi:

— Sen sensin, bende benim!

Nefs, Allahu teâlânın huzurunda senlik- benlik davasında bulunduğundan beri bu dâvayı bırakmamıştır. Bunun üzerine, Hak celle ve âlâ, nefse hışım etti ve o hışmın parıltısından cehennem yaratıldı. Buyurdu ki, cehennemi üç bin yıl yaksın ve ısıtsınlar, öyle karardı ve karanlık oldu ki, cehennemin içinde göz gözü görmez oldu ve iyice ısındı. Hak teâlânın buyruğu ile nefsi cehennemin içine attılar, orada bin yıl yandı. Sonra, cehennemden çıkararak Hakkın huzuruna götürdüler yine soruldu:

— Ey nefs! Bildin mi sen kimsin, ben kimim?

Nefs, yine cevap verdi:

— Ben benim ve sen sensin!

Hak teâlâ buyurdu, bin yıl daha cehennemde yaktılar, yine aynı soru soruldu ve aynı cevap alındı, götürüp bin yıl daha yaktılar, cehennemde azap ettiler, aynı cevabı tekrarladı. Görüyor musun? Nefs-i emmâre üç bin yıl cehennemde yandığı halde senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. Bu defa, Hak teâlâ gıdasının kesilmesini irade buyurdu. Gıdasını kestiler. Aradan üç gün geçmeden, nefs feryada başladı:

— Beni Rabbime götürün!

Cehennem ehli buna şaştı, kaldılar. Kendi kendilerine:

— Bu ne acayip sırdır ki, bu nefs üç bin yıl cehennemde yandı, türlü türlü azaplar gördü de bir kere (RABBÎM SENSİN) demedi. Senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. Üç gün gıdası kesilmekle (BENÎ RABBİME GÖTÜRÜN, BANA MEVLAM GEREKTİR, BAŞKA HİÇBİR ŞEY GEREKMEZ) demeye başladı.

Cehennem mâlikleri, Hak teâlâya niyaz ettiler:

— İlâhi! Sen, allâm-ül-guyûbsun. (Gaipleri bilicisin.) Şu nefs, cehennemde üç bin yıl yandı da hiç kimseye baş eğmedi. Şimdi, üç gün aç kalınca (BENİ RABBİME GÖTÜRÜN.) diye feryada başladı, dediler.

Hak teâlâ, huzuruna getirilmesini irade buyurdu ve nefse sordu: .

— Yâ nefs! Bildin mi? Ben kimim ve sen kimsin?

Nefs, bu defa şu cevabı verdi:

— Ent-el Mevlâ ve ene abdük-el za'if (Sen, benim Mevlâmsın. Ben, senin zayıf kulunum) dedi.

Bunda, acayip sırlar vardır. Birisi de budur ki, kişi nefsini bilmelidir. Onun kötü ve çirkin sıfatları arasında üstünlük taslama ve başkaldırma bulunduğunu da öğrenmelidir. Açlığın ise, nefsi islâh etmeye sebep olduğunu, Allahu Teâlâ’yı bilmeye ve kendisinin aczini anlamağa kâfi geldiğini daima hatırlamalı, serkeşlik edip başkaldırmanın Hak teâlânın hışmına ve kahrına sebep olduğunu her an göz önünde bulundurarak nefsini islâh etmek çarelerini araştırmalıdır.

Rabbini bilmek, nefsini bilmeye mevkuftur (bağlıdır);

Bu kısım genc-i mahfi âşıka mâruftur. (Gizli sırra sahip âşıklar bilir)

Nefs, aç olmayınca benlik dâvasını bırakmaz, kulluğa bel bağlamaz, Allahu teâlâya muti olmaz. Bu konuda söz çoktur, eğer hepsini yazarsak kitap gayet uzun olur. Maksat, bu gerçeği bilmek ve açlığın nefsi, emmârelikten kurtarıp serkeşlikten de koruduğunu ve nefse Mevla’sını bildirdiğini hatırlatmaktır.

Hak teâlânın nefse bu şekilde muamele yaptırmasından muradı, nefsi açlıktan başka hiçbir şeyin acze düşüremeyeceğini ve kulluk makamına getiremeyeceğini bildirmektir.

Şunu da iyi bil ki, az yemek gönlü saflaştırır, nefsin karanlık ve bulanıklığını giderir. Kişinin zihni pâk ve kuvvetli olur. Gönül yumuşak olur, gönlü yumuşak olanın eli açık olur. Az yiyen kişiler, ibadet ve tâatlerin den zevk ve lezzet bulurlar. Zikirden, teşbihten, namaz ve oruçtan ve bütün hakkani işlerden sefa alırlar. Bütün bâtıllardan kaçınır, nefsini dilediği gibi çeker çevirir ve kendileri nefislerine asla uymazlar. Açlık, kişinin gafletini giderir, kin, cimrilik, haset, nifak, hiyânet bırakmaz. Az yiyenler, alçak gönüllü ve merhametli olurlar, gece- gündüz hakkı zikrederler, dillerinde daima hayır kelâm olur, gözlerinde ve gönüllerinde hikmet bulunur, kendi acizliklerini bilirler, ölümü unutmazlar, günahlarından ötürü pişman olurlar ve çok açlık çeken kişiler ârifi billah da olurlar, çok açlık çektiklerinden dolayı kendilerine mârifet kapıları açılır. Az yiyen kişiler, nefsani gıdalardan kesilir ve ruhanî gıdalara erişirler, gönüllerine hakkın muhabbeti dolar, o muhabbetin nuru beyinlerine çıkar.

Nitekim, yukarıda çok yemenin de gafleti ve karanlığı yürekten beyine çıkartarak akıl nurunu hafiflettiği ve aklın tasarrufunu bedenden alarak nefse teslim ettiği ve bütün tasarrufun nefsin eline geçtiği belirtilmiştik.

Evet; az yemekle gönüle hakkın muhabbeti dolar, bu muhabbetin nuru varıp beyini de nurlandırır, ondan imdat alır ve kuvvetlenir ve bunun neticesi olarak bedenden nefsin tasarrufu alınır ve akla verilir ve artık tasarruf tamamen akılda olur. Böyle olunca da bu nur beyinden bütün azaya yayılır. Nitekim, çok yemenin buharının da aynı şekilde beyne yayıldığı ve oradan bedene dağıldığı ve ibadete engel olduğu yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı. Bu takdirde, bütün tasarruf nefiste olduğu gibi, Allah muhabbetinin nuru beyinden bütün azaya yayılınca da bunun tam aksi olur ve bu defa tasarruf nefsten akla geçer, bütün âza ibadet ve tâ’atte kuvvetli olur ve ibadetten başka bir şeyden zevk ve sefa bulmaz.

Bir yandan da karanlığın yolu bağlanıp işlemez olur ve artık o gönüle karanlık gelmez. Muhabbetullah nuru ile bir nazarda, iki cihanda ne varsa bakar ve hepsini görür. Zira, basiret gözü açılır ve ona gizli hiçbir şey kalmaz. Bu sebeple, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: (Amellerin efendisi açlıktır,) buyurmuşlardır.

Aziz: Bütün bu saadetler hep az yemekten elde edilir. Bütün mihnetler de çok yemekten başa gelir.

Hak teâlâ, İsa aleyhisselâma buyurdu: (Eğer, beni görmek istersen aç ol!) O halde, ebedî saadeti isterseniz, açlığı irade ediniz. Şu birkaç günlük ömrü, az yemekle ve nefis mücahedesi ile geçiriniz, ki gidip orada cennet nimetleri ile doyasınız, Allâhın cemâli ile müşerref olup, sultanlık bulasınız.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Cennet kapılarını vurmakta tembellik etmeyiniz ki, cennet kapıları sizlere açılsın.”

Ashab-ı kiram sordular:

— Yâ Resûlallah! Cennet kapılarını vurmak nasıl olur?

Şimdilik cennet kapıları görünür yerde değil ki, gidip vurabilelim.

Efendimiz saadetle buyurdular:

— Cennet kapılarını vurmak açlık ve susuzlukla olur. Açlığa ve susuzluğa dayanın, nefsinizle cihad edin ki, Hak teâlâ sizlere cennet kapılarını açsın.

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

“Açlık ve susuzluğa karşı nefsinizle cihad eyleyin. Açlığa ve susuzluğa dayananlara, Allah yolunda cihad etmiş gaziler gibi ecir verilir.”

Şeyh seni ibn-i Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki:

— Tokluktan cahillik ve mâsiyyet hâsıl olur ama açlıktan ilim ve marifet hâsıl olur.

Seni ibn-i Abdullah hazretleri, on beş günde bir yemek yerlerdi. Ramazan aylarında ise, bütün ramazan boyunca yalnız bir kere yerdi. Fakat, her gece bir yudum su içerdi.

Ebû Ali Dekkak rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki:

“Zahirini mücahede ile süsleyenin, batınını da Hak teâlâ müşahede nurları ile süsler.”

Yine buyurmuşlardır ki:

“Yüksek makamlara vasıl olmanın sebepleri, açlıktır.”

Şimdi ey aziz kardeş:

Açlığa kendini alıştır ve bunu mutlaka âdet et! Nefsine, riyazet ve mücahede yi öğret ki, mücahede insanı müşahedeye erdirir. Şunu, muhakkak olarak bil ki, açlık Nebilerin hasletidir. Tokluk ise, kâfirlerin, münafıkların ve hayvanların hasletidir.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh buyururlar ki:

— Bir kişi, yemeğe BİSMİLLAH diye başlasa ve o yemeği ibadet etmeğe kuvvet bulmak niyeti ile yerse ve sonunda EL-HAMDÜLİLLÂH derse, o yemek nura dönüşür. Eğer, nefsinin hazzı için yerse, ne kadar az olsa da o yemek karanlıklara tebdil olunur.

Az yemenin acayiplikleri çoktur. İnşa’allahu teâlâ sırası geldikçe onlardan da bahsedeceğiz.

Fakir müelliften beyitler:

Çok yiyenlerdir ibadet etmeyen,

Çok yiyendir doğru yola gitmeyen.

Çok yiyendir bu işi başaramayan,

Çok yiyendir Hak didârin görmeyen.

Çok yiyendir nefs arzusun kovan,

Çok yiyendir işbu dünyayı seven.

Çok yiyenlerin olur nefsi ağır,

Çok yiyenin olur kulağı sağır.

Çok yiyenler gaflete dalmış dürür

Çok yiyenler dünyaya kalmış dürür.

Çok yemek kâfir, münafık hasleti;

Çok yiyenler göre yarın mihneti.

Çok yiyenlerin gözü görmez olur,

Çok yiyenler zikr-i hak etmez olur.

Çok yemeklik ulu mihnet dürür,

Az yemeklik bil büyük devlet dürür.

Az yemektir Enbiyâlar hasleti,

Az yiyenlere Hakkın inayeti.

Az yiyenlerdir Hakka gönül veren,

Az yiyendir Hak didarın gören.

Az yemekten Evliya olur kişi,

Az yiyenlerden giderir teşvişi.

Az yiyendir cennete doğru giden,

Az yiyendir dün ü gün tâat eden.

Az yiyenlerin olur kalbi selim,

Az yiyenlerin olur nefsi halim.

Az yiyenler söylese hikmet dürür,

Az yiyenin baktığı ibret dürür.

Az yiyenlerin hak ile sohbeti,

Az yiyenlerindir âli himmeti.

Eşref oğlu Rûmi çok yemeği ko,

Az yemeği edegör sana hû.

Ey aziz: Bilmiş ol ki, çok söylemek kişiyi çok ziyana uğratır. Müslüman olan kişinin, dilini nereye olursa olsun, kapıp koyu vermemesi gerekir. Dilini koruması ve kendisini bu zararlardan muhafaza etmesi lâzımdır ki, dilinin afetlerinden emin olabilsin!

Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh efendimiz, ansızın olmayacak bir söz söyleyivermek endişesi ile, mübarek ağzında daima bir taş bulundururdu.

Aziz kardeş:

Bu dil, kişide ne din bırakır ne amel, hepsini bozar gider. Eğer, saklamazsan küfür söyler- Ne'ûzü billah- kâfir olur ve sonunda dünyadan âhirete imânsız götürür. Kişiye, başlar kestiren ve kanlar döktüren hep bu dildir.

Onun için, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Her kim, susarsa kurtulur, buyurmuşlardır.”

Susan, hiçbir şey söylemeyen gerçekten selâmettedir. Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, dillerine sahip olup, ağızlarına geleni söylemeyenler, keramete erişirler.

Ukbe ibn-i Amir radıyallahu anh buyururlar ki: Cenab-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:

— Yâ Resûlallah! İki cihanda kurtuluş ne iledir?

Efendimiz saadetle buyurdular:

— Diline sahip olmak, günahların için çok ağlamak ve halkın arzusuna fazla karışmamak iledir. Yâ Ukbe! Bir kimsenin dili doğru olmayınca imânı da doğru olmaz.

Demek ki, dillerine sahip olamayanlar ve ağızlarına gelen her şeyi söyleyenlerde ne din kalır ne imân ne de âhiret. Hepsi harap olur, gider. Onların dillerinden Müslümanlar incinirler, bilhassa komşuları incinirler ki, komşusunu incitmek gayet büyük bir günahtır.

Hak teâlâ, Resûl-ü zişâna buyurdu:

— Yâ Muhammed! Ümmetine söyle, komşuları ile iyi geçinsinler. Komşularına ikram etsinler.

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Allâhu teâlâya ve âhiret gününe imân edenler, komşusuna ikram etsin.” Buyurmuşlardır.

Haberlerde gelmiştir ki; her sabah bütün âzalar dile şöyle seslenirler:

— Ey dil! Allâhu Teâlâ’dan kork ve Resulünden utan. Ağzına geleni söyleme, bizi mihnete bırakma! Ne zaman ki, sen Hakka ve halka doğru olursan, bizler de doğru oluruz. Sen, eğrilirsen bizler de eğrilir ve günahkâr oluruz. Ey dil! doğru dur, sakın eğilme, yoksa hem kendin cehennemde yanarsın hem de bizleri yakarsın, derler.

Bir gün, bir arap huzur-u Resûlullah’a geldi ve:

— Yâ Resûlallah! dedi. Bana öyle bir amel haber ver ki, onunla cennete gireyim.

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:

— Git; açları doyur, susuzlara su dağıt, muhtaçlara el uzat, Hak teâlânın kullarını hayırlı yollara ilet.

Arap özür diledi:

— Yâ Resûlallah! Bu buyurduklarının hiç birisi benim elimden gelmez, dedi. Efendimiz şöyle buyurdu:

— Öyle ise, diline sahip ol. Ağzına gelen her şeyi söyleme! Konuştuğun zaman da sözün hayır olsun.

Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bürhanında buyurur:

“Onların fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını islâh etmeyi emredenlerin ki olsun.” Nisâ sûresi: 114.

Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki: Uhud gazasında bir yiğit şehit oldu. Resûl aleyhisselâmın huzurunda elbisesini aradılar ve açlıktan bunalmamak için karnına bir taş bağlamış olduğunu gördüler. Bu sırada, şehidin anası geldi ve evlâdının üzerine kapanarak:

— Ey oğul! Saadet senindir. Resûl aleyhisselâm önünde şehit düşerek, cennet ehlinden oldun, diye ağlamaya başladı.

Efendimiz, kadının bu sözlerini duyunca:

— Nereden bildin cennet ehlinden olduğunu? Olabilir ki; boş, manasız ve faydasız sözler söylemiştir, buyurdular.

Bundan da anlaşılıyor ki; boş manasız ve faydasız sözlerden çok korkmak ve çekinmek gerektir, özellikle, haram ve kötü sözler söylemekten ve dedikodu etmekten son derece sakınmak lâzımdır. Dedikodu yapmaması kendisine ihtar edilen bir kimse eğer: (Benim bu sözlerim, dedikodu değildir!) diyecek olursa, Ne'ûzü billah kâfir olur.

Halkın dilinde söylenilen söz dört mertebedir:

1) Haramdır.

2) Helâldir.

3) Haram ile helâl karışıktır.

4) Ne haramdır ne de helâldir.

Haram olan söz, zehir gibidir. İnsanı derhal helâk eder. (Yalan söylemek, şirke dair sözler söylemek, kötü sözler söylemek, ölüler üstüne sayı saymak, evinde birkaç günlük yiyeceği varken halka şu yoktur, bu yoktur gibi sözler söylemek gibi sözlerin hepsi haramdır, gönül öldürücüdür, zehirleyen ve derhal öldüren zehirlerden nasıl sakınırlarsa, bunlardan da sakınmalı ve çekinmelidirler.)

Helâl olan söz, zehirlerin etkisini gideren panzehir gibidir. Günahları hatırlayarak tövbe etmek, LÂ İLÂHE İLLALLAH demek, EL-HAMDÜ LİLLAH VALLAHU EKBER demek, Resûl aleyhisselâma salavat getirmek, Kur'an-ı kerim okumak veya okutmak, ihlâs ile halka vâ'zü nasihatte bulunmak, hak için halkı hak yola davet etmek, hepsi helâl sözlerdir.

Haram ve helâl karışık olan sözler hem kâr hem de zarar olan sözlerdir. Yani, zehir ile panzehir gibidir. Fakat, bu gibi sözlerin yararından çok zararı vardır. Zararını. Sahibi dahi karşılayamaz. Meselâ, kişi dünya ve âhiret sözleri söyler, hayırları emredip, kötülüklerden sakındırırlar, yani bir bakıma halka nasihat eder. Bu sözler, panzehir gibidir. Fakat, bu sözler riyâ veya şöhret için ve:

— Maşaallah ne bilgili ne hoş ne zâhit kişi imiş, desinler, hürmet ve riayet etsinler niyeti ve maksadı ile söylenmişse, o zaman bu sözler zehir gibi olur. Sahibini helâk eder.

Çünkü, riyâ ve şöhret için söz söylemek haramdır ve afettir: Nitekim, EŞ-ŞÖHRETÜ ÂFETÜN yani şöhret afettir, Duyurulmuştur.

Ne haram ne de helâl olan sözler ise ne kâr ne de ziyan verir. Bir cemaat bir yerde toplanır ve bir memleketin sıcaklığını, soğukluğunu, ucuzluğunu, pahalılığını, bağını, bahçelerini, mescitlerini, tekkelerini, birbirlerine anlatırlar, bu sözlerine hiç yalan katmazlar ve arada kimseyi övmez ve yermezler, gördüklerini beyan ederlerse, bu gibi sözler ne haram ne de helâl olur ne kâr getirir ne de ziyan ettirir.

Ancak, övmenin ve yermenin yani medh veya zem etmenin de ziyanı çoktur. Onu da inşa’allahu teâlâ söyleyeceğiz.

Fakat, hepsinden iyisi dilini böyle boş ve faydasız sözlerden sakınmaktır. Nefesini boş yere harcamamaktır. Hâk teâlâ âdemoğullarının nefeslerini hesap ile verir ve yine hesap ile alsa gerektir. Her kişinin üzerine iki melek memur etmiştir. Bunlar, o kişinin o sayılı nefesleri gece veya gündüz nereye harcadığını hesap eder ve deftere yazarlar. Yalan söylersen, bir türlü cezası var. Bir kimseyi zemmedersen, bir türlü cezası var. İftira edersen, bir türlü cezası var. Yalan yere yemin edersen, bir türlü cezası var, Bir fâsıkı yüzüne karşı medh edersen, bir türlü cezası var. Bir kimse ile eğlenir, alay edersen, bir türlü cezası var. Bunların hepsi dilin afetleridir. Her birinin, âhirette ayrı ayrı cezaları verilecektir. Onları da söyleyeyim de inşa’allahu teâlâ bu kitapta eksik bir şey kalmasın.

Ey aziz:

Dilin afetleri pek çoktur. Hepsini söylersek, kitap çok uzun olur, maksattan uzaklaşılır. Ben sana birkaç tane yaramazını söyleyeyim de bu gibi yaramaz sözlerden Allâhu teâlâya sığınasın ve kalanından da Allâhu azim-üş-şân seni korusun.

Bu dilin bir âfeti de yalan veya gerçek sevdiklerini anmak ve methetmektir demiştik, onu söyleyeyim. Evet, sevdiklerini methederken, mübalâğa ederek: (Salih’tir, cömerttir.) dersen, bu sözler karşıdakinin hoşuna gider. Yahut zemmeder ve dedikodusunu yapıp, ona desinler istersin.

Sözün kısası övmek veya yermek konusunda söylediklerin o kişilerde olsun veya olmasın, ulu orta sözler söylersin. Oysa, düşünmezsin ki, o söylediğin sözler o kişide yoksa, yalancı olur ve yalancılar defterine yazılırsın. Ey biçare: Sen o kimseyi övdüğünü sanırken, bakarsın ona sövmüşsün. Çünkü, onu mutlaka bir maksatla ve kendine göre bir sebeple övdüğün için, üstelik münafık da olursun ki, münafıkların yerleri cehennemdir. Eğer, riyâ ile översen ve duysun da bana muhabbet etsin, gözüne ve gönlüne gireyim dersen bu takdirde de iki yüzlü olursun ki, iki yüzlülerin yerleri de cehennemdir. Riyâ, şirk-i hafidir. Bir zâlime, zâlim olduğunu bile bile âdil dersen veya yolunu yordamını bilmez bir suret hırsızına derviş yahut sofi dersen, gerçeğini bilmediğin bu sözlerinden Allahu teâlânın hışmına uğrarsın veya uğramaya müstahak olursun. Kaldı ki, övdüğün bir fâsık veya zâlim ise, suçun daha da ağırlaşır.

Ey kardeş:

Bu fısk dedikleri, yalnız içki içmek değildir. Belki, dedikodu eden de fâsıktır. İftira eden de fâsıktır. İki yüzlü olan da fâsıktır. Hâsılı, Allahu teâlânın haram ettiği şeyleri işleyenlerin hepsi fâsıktırlar. Eğer, helâl olduğunu söyleyerek işlerse kâfir olur. Bir kimse, bir kâfir veya fâsıka (Salih kişidir) derse, yalan şahitlik etmiş olur. Fâsıkı övdüğünden ötürü ayrıca azaba müstahak olur. Zira, fâsıkı medh edene, Allahu teâlâ hışım eder. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz:

“Fâsıkları övenlere, Allahu teâlâ gazap eder, buyurmuşlardır.”

Zâlimleri kötü kişileri methederek âdil olduklarını söylemek de böyledir. Bir kimse, böylelerini yüzlerine karşı sevindirmek ve memnun etmek için överse, Allahu teâlânın hışmına uğrar.

Bunları öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de insanlarla alay etmek ve eğlenmektir. Maskaralık ederek halkı güldürenler de bu âfete tutulanlar dır. Olur olmaz şakalara gülmek, gönlü öldürmektir. Gönlü ölen kişi, Ne’ûzü billah şaki olur ki, şakiler de cehennem ehlindendirler, Şekavetin bir nişanı da çok gülmek, olur olmaz her şeye, her şakaya, her maskaralığa gülmektir.

Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Artık onlar kazandıkları küfür ve nifakın (geçimsizlik) cezası olmak üzere (Dünyada ve âhirette hallerini düşünerek) az gülsünler ve çok ağlasınlar.” Tevbe sûresi: 82

Evet, Allahu teâlâ (Az gülün ve çok ağlayın!) buyurmaktadır. Ey gafil! Sen ise, yılda bir kere olsun, günahlarını hatırlayarak ağlamazsın. Fakat, nefsine hoş gelen şeyleri, günde birkaç defa hatırlayarak kahkahayla gülersin. Oysa, bilmez misin ki Yahya peygamber aleyhisselâmın, ağlamaktan yanaklarının eti çürümüştü. Hak teâlâ, ferah olanları sevmediğini, Kur'an-ı aziminde açıkça beyan buyurmaktadır:

“Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.” Kassas sûresi: 76

Maskaralık ederek halkı güldürmek, evvelâ gönlü öldürür. Sonra, kin hâsıl eder. Nihayet, kişinin heybet ve hürmetini giderir. Halk arasında yerli yersiz şaka yapanlar, herkesi güldürenler, herkesle alay edenler insanların yüzlerinden hayâ duygusunu giderirler. Hayâ duygusu olmayan insanda ise, Allâh korkusu da olmaz. Çünkü, onun gönlü ölmüştür. Bu gibi kimseler, iki cihanda da zarara uğramışlardan ve mahrum kalmışlardan olurlar. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz:

“Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar ve az gülerdiniz.” buyurmuşlardır.

Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir mecliste kahkaha ile gülünse, dedikodu edilse veya dünya sevgisini artıracak sözler söylense, Allahu teâlâ o mecliste bulunanlara rahmet etmez (El-iyâzü billahi teâlâ).

Fakat, kişinin ehliyle ara sıra lâtife etmesi caizdir. Şu kadar ki, bunda da çok kahkaha ile gülmek olmaz. Hem de yalan yanlış şakalarla ve halkı güldürmek için yapılan lâtifelerle gülmekten de 'sakınmalıdır. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Yazıklar olsun o kimselere ki, halkı güldürmek için yalan söylerler. Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.” Buyurmuşlardır.

Dikkatinizi çekerim: O Habib-i hazret ve şefi-i ümmet üç defa bu gibi kimseler için (Yazıklar olsun!) buyurmuştur. Şu hâlde, bunu öğrenip bildikten sonra, yerli yersiz, manalı manasız şakalarla halkı güldürmek, herhangi bir kimseyi övmek veya yermek yasaklanmış ve bunlara dilin âfeti tâbir olunmuştur, bunları da iyice aklına koy!

Yukarıda, dilin bir âfeti de herkesle alay etmek, eğlenmektir demiştim. Evet, bir kimseyi veya bir topluluğu alaya almak haramdır. Zira, Hak teâlâ Kurân-ı kerimde Hucurât sûre-i celilesinin 11. âyetinde: (İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allâhu teâlâ indinde alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.) buyurulmaktadır.

Demek ki, hiç kimse ile alay etmek câiz değildir, alay edilen kimsenin Hak teâlâ katında mertebesi ve menzili daha yüce olur, sen bundan gaflet edersin, bu yüzden davranışın Allahu teâlânın hışmına sebep olabilir.

Evliyâ'ullah dört kısımdır:

1) Evliyâ olduklarını hem kendileri bilir hem de halk bilir. Onlara, Hak teâlâ velâyet haddinin nihayetini bahis buyurmuş ve kendilerine mârifetini ihsan eylemiştir. Onları, oradan geri döndürmüş ve irşât mertebesinin tamamını ve tekmilini de vermiş ve halkı irşât göreviyle görevlendirmiştir. Bu zevata EHASSÜL-HAVAS derler.

2) Bunlar, veli olduklarını ne kendileri bilirler ne de halk onların veli olduklarını bilir: Bütün yönleri ile onları, Hak Teâlâ’dan gayrı kimse bilmez ki:

Velilerim, benim bilgim altındadır. Onları, benden gayrı hiç kimse bilemez. Buyurulan zümredendirler. Bunlara da HÂS'lar derler.

3) Onlar, kendilerinin veli olduklarını bilirler ama halk bunu bilmez. Bunlar âlimler, abdâllar, evtâdlardır ki, bu tâife dünya yüzünde 347 kişidir. Bir eksik olmaz. Ne zaman, onlardan birisi eksilirse, müminlerin sâlihlerinden alırlar ve onun yerine koyarlar. Halk, onların kimler olduklarını bilmeksizin ÜÇLER, YEDÎLER ve KIRKLAR derler.

4) Bunların veli olduklarını halk bilir amma, kendileri bilmezler. Yani, velayetleri halka zâhir ve kendilerine gizlidir.

İşte, bu sebeple Hak teâlânın kullarını alaya almak ve onlara hor bakmak câiz görülmemiştir. Zira, kim de ne olduğunu kim bilebilir?

Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı?

  • HİKÂYE (ALLÂHIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)

Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:

— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.

(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)

Hak teâlâ, buyurdu:

— Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin.

Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:

— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş

Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi. Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:

— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,

Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:

— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.

İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti.

Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.

Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:

— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu.

Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:

— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.

Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:

— Aman yâ Rab! Nasıl olur?

Hak celle ve âlâ buyurdu:

— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir.

Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.

Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.

Evet, Hak teâlâ dört şeyi, dört şeyin içinde gizlemiştir:

1) Rızasını, tâat içinde gizlemiştir.

2) İcabeti, dua içinde gizlemiştir.

3) Hışmını, günah içinde gizlemiştir.

4) Velilerini, kulları içinde gizlemiştir.

Şu hâlde, tâat erini hor görmek onu sevmemek doğru değildir. Durmadan, yılmadan ibadet ve tâat yolunda çalışmak gerektir. İbadet ve tâat olsun da nasıl olursa olsun. Gâh namaz, gâh zikir, gâh dua, gâh tasadduk.

“İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” Necm sûresi: 39

Her halde, tâati elden bırakmamak gerekir, ölünceye kadar da tâat ve ibadete devam etmek gerektir. Hani, yukarıda bir hikâye anlatmıştık. Mahşer gününde, elinde beratı ile hakkın huzuruna götürülen bir kimsenin beratlarında hayırlı ve salih bir amel bulunmaz da Hak teâlâ:

— Ey kulum! Şu beratlarında yazılı olanlardan inkâr edebileceğin var mı? buyurur ve o kul:

— Yâ Rab! Allâmül-gûyub padişahsın. Suçum çoktur ve inkârım yoktur. Her şey zat-ı ahâdiyyetine malûm ve aşikârdır deyince:

— Ey kulum! Benim indimde senin bir beratın daha vardır. O beratını da teraziye koysunlar diye Buyurur ve üzerinde LÂ İLÂHE İLLALLAH yazılı olan o berat, diğer doksan berattan daha ağır gelir. Zira, o günahkâr kul, bir kere ihlâs ile LÂ İLÂHE İLLALLAH demiştir, bu yüzden de affı ilahîye mazhar olmuştur.

Şimdi aziz:

İbadet ve tâati az görmemek, günahları da hafif görüp işlememek gerekir. Vakit olur ki, Allahu teâlânın hışmına denk gelir. Duadan, yalvarıp yakarmaktan vaz geçmemek, kimden gerekse hayır dua almak ve bedduadan da sakınmak gerekir. Unutmamalıdır ki, beddua padişahları tahtından indirir. Özellikle, mazlum duası, o mazlum kâfir bile olsa, ind-i ilâhide makbuldür:

Ger yürek yansa, etse bir kerre âh;

Nice başlardan gide altın külah.

Ey nice sultanları tahttan yıka,

Ebû-Hureyre radıyallahu anh, Aleyhissalâtü vesselâm efendimizden rivayet ederek buyurur:

“Fâcir dahi olsa, mazlumun duası makbuldür. Onun kötülüğü kendi nefsinedir.”

Şu hâlde, mazlumdan çekinmek lâzımdır. Cehd edip, kimseden beddua almamak gerekir. Hak teâlânın kulları ile alay etmemek ve kimsenin hatırını kırmamak gerekir. Hiç kimseyi azarlamamak gerektir.

— Azizlerden birisine sordular:

— Gece ve gündüz demeden, ne çok ibadet ediyorsun, Günahlardan da ateşten kaçar gibi kaçıyorsun. Daima, dualarla yalvarıp yakarmalarla meşgul oluyorsun. Bir nefes bile, zikirden ve teşbihten geri kalmıyorsun. Hak teâlânın kullarına karşı ne iyi ne güzel muamele ediyorsun. Erkeği, kadını, küçüğü, büyüğü, zengini, yoksuluna ne güzel ve alçak gönüllülükle davranıyorsun.

O aziz şöyle cevap verdi:

— Vakit olur ki, şu azıcık ibadetimiz Hakkın rızasını kazandırabilir. Aynı zamanda zerre kadar diye küçük gördüğüm bir günah da yine Hakkın hışmına uğratabilir. Görmüyor musunuz, bir küçücük kıvılcım, koskoca bir şehri yakıp, kül ediveriyor. Zaman olur ki, dualarım ve yalvarıp yakarışlarıma Hak teâlâ icabet edebilir. Aynı zamanda beğenmediğin ve hatırını kırdığım kişiler, Allahu teâlânın velileri olabilirler. Onun için, gönüllerden sakınmak gerekir. Gönül yıkmak, arşı yıkmaktır. Gönül yapmak, arşı yapmaktır. Bu sebeple:

“Dosta gidenin yolu gönüller içinden gider, sen hemen hulk edegör, gire gör gönüllere.” Demişlerdir.

Evet, tekrar ediyoruz: Bu dili, kendi bildiğine kapıp salıvermek olmaz. Şaka ile, alay ile kimseyi incitmek olmaz. Zayıfları alaya alanlar, herkesle yerli yersiz şakalar yaparak eğlenenler, yarın kıyamet gününde herkesin maskarası ve eğlencesi olacaklardır. Ona, cennetten bir kapı açacaklar ve diğer bir kapıdan dışarı çıkaracaklardır. Böylece, birçok defalar girip çıktıktan, boş yere koşturup durduktan sonra, âciz kalarak iki dizinin üstüne çökecektir. Sonunda, ona bir kapı daha açacaklar ve oraya çağıracaklardır. Sürüne sürüne gidip bu kapıdan girmeye davrandığı zaman, kendisine:

— Sen, dünyada herkesle alay eder, onları maskara haline getirir ve gönül eğlendirir din. Halkı bu şekilde alaya alanların ve onun haline gülenlerin cezası cennet değil, cehennemdir. Sen, cennetten mahrum oldun, diye kovarlar ve zebaniler yetişip onu tutar, yüzü üstüne sürükleye sürükleye cehenneme götürür ve atarlar.

Kardeş:

Düşünebiliyor musun, ne büyük zarardır bu âhiret zararı? Ne yaman musibet olur, âhiret musibeti? Ne müşkül iş olur, halkı alaya almak ve herkesle eğlenmek?

Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına

— Sen böyle demedin miydi? demektir.

Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir. Nitekim:

Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti. Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır.

“Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.”

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır.

Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.

Şimdi aziz:

Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.

Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyât efendimiz:

— Başlarınızı ve başınız çevresindekileri, karnınızı ve karnınız çevresindekileri koruyup, kollayınız buyurmuşlardır.

Başlarınızı koruyup kollayın buyurulması, Allahu Teâlâ’dan başkasına baş eğmekten ve secde etmekten sakınınız, demektir. Zira, baş eğmek ve secde etmek iki türlüdür:

Birisi, bildiğimiz gibi Allahu sübhanehu ve teâlâ hazretlerine ibadet kasd ve niyeti ile secde etmektir. Diğeri ise, rızık veya herhangi bir dünya isteği için, âdemoğullarının karşısında baş eğmek, yani dilenmektir ki bir bakıma Haktan gayrısına secde etmek gibi olur.

“Rızkımı yersin, başkalarına tevazu edersin.” Ki, burada TEVÂZU haktan gayrısına secde etmek manasında kullanılmıştır. Bir de nefse hoş gelen bâtıl yerlerde, başı yere koymaktır ki, işte bunlar haramdır.

Bilindiği gibi, başın çevresinde bulunan azalar gözler, kulaklar, ağız ve burundur. Karnın çevresinde bulunanlar da eller, ayaklar ve cinsiyet organlarıdır.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, işte bu yedi azamızı koruyup kollamamızı emir buyurmaktadırlar ki, bu yedi aza içinde kötü ameller vardır. Bu sebeple, bunlara sahip olmak hayli yiğitliktir.

Her ne hal ise, sözümüz bir kimsenin sırrını başkalarına açıklamamakta ve ötede beride söylememekte idi. Evet, müminin sırrını düşmanına söylemek haramdır. Gerçi, haramdan kaçmak ve sakınmak az bulunur oldu. Onun için herkesin kendi sırrını kendisinin saklaması daha iyi olur.

Bilmiş ol ki, dilin afetlerinden bazıları da yalan söylemek, dedikodu ve iftira etmek, yalan veya gerçek yere and içmek, VALLAHİ demektir. Dilini, and içmeye alıştırmaktır, ki bu da büyük bir afettir. Zira, gerçek konuşurken VALLAHİ demeye alışan bir kimsenin, bir gün aynı alışkanlıkla yalan yere de VALLAHİ demesinden korkulur. Aklı başında ve kendi halinde birçok insanlar dahi, bundan son derece sakınırlar ve bir gün ağızlarından hata sayılabilecek bir söz çıkarak, bütün amellerinin zayi olmasından ve yarın kıyamet gününde hak huzuruna kara yüzle varılmasından ve cehennem azabına müstahak olunmasın dan korkar ve çekinirler.

YALANCILIK VE YALAN DA İKİ TÜRLÜDÜR:

Bir kişi, yalan söz söyler ve birisine gidip: (Filân kişi, senin için şöyle söyledi) der. Bu aynı zamanda dedikoduculuktur. Bu şekilde kasten yalan söyleyenin ağzından öyle çirkin ve kötü bir koku çıkar ki, omuzlarında bulunan melekler o kokudan incinerek kaçarlar ve:

— Yalan ile imân bir yerde durmaz. Yalan, imânı giderir, derler.

Hele, bir kişiden bir kişiye söz ve haber götürmek, dedikodu ve bilhassa iftira etmek, çok büyük günahtır. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde:

“Onu duyduğunuzda, bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır demeli değimliydiniz” Nûr sûresi: 16

Buyurmakta ve diğer bir âyet-i kerimede de:

“O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının” Hâc sûresi-30

Buyurulmaktadır ki, bu takdirde iftira küfre yakın bir günahtır.

Aziz: İftira olunan kişiye MEBHÛT derler. Çünkü: (Sen, şöyle bir iş yapmışsın.) veya: (Sen, böyle demişsin.) denilince, âdeta sersemleşir, şaşırır ve kalır. İşte böylelerine MEBHÛT denir.

Şunu da bilmiş ol ki dedikoduculuk da türlü türlüdür. Birisi, yukarıda bahsolunan iftiradır. Diğeri, bir kişiden işitilen sözün, diğer bir kişiye söylenmesidir ki, asıl dedikoduculuk da budur. Onlar hakkında Fahr-i-âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

“Şerli olanlarınız iki yüzlüler dir. Onlar birine bir yüzle ve diğerine başka bir yüzle gelirler.” Buyurmuşlardır.

- HİKÂYE- YALANCI VE OYUNBAZ KÖLE

Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu:

Tellâl:

— Bunun ayıbı vardır, dedi.

— Ayıbı nedir? diye sordu.

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.

Alıcı olan zat:

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi.

Köle bu defa da efendisine gitti:

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.

Adam şaşırdı:

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.

Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.

Görülüyor ki, dedikoducu büyücüden de şerlidir. Zira, dedikoducunun bir saatte becerdiğini, büyücü bir yılda beceremez, demişlerdir. Hatta, dedikoducunun zararı, şeytanınkinden de fazladır. Çünkü, şeytan ne yaparsa vesvese ile yapar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka yalan söyler ve ortalığı karıştırır.

Ebi Abdullah Kureyş'ten rivayet olunur ki:

Bir gün, birisi 700 fersahlık uzak yoldan geldi ve yedi şey öğrenmek istedi:

Allâhu teâlânın sana ihsan buyurduğu ilimden, Allâh için bana öğret, dedi. Ebi Abdullah sordu:

— Neyi öğrenmek istersin?

— Bana onu öğret ki, göklerden ağır ve yerlerden hafif, taştan katı ve ateşten sıcak, zemheriden soğuk ve denizlerden zengin, yetimden zayıf olan şey nedir?

— Göklerden ağır olan iftiradır. Yerden hafif olan haktır, yani hak olan şeylerdir. Taştan katı olan kâfirlerin gönülleridir. Ateşten sıcak olan, hırstır. Zemheriden soğuk olan bir hacet istenildiği zaman vermeyendir. Denizden zengin olan, kanaat ehlinin gönülleridir. Yetimden zayıf olan, dedikoducuların halleridir, yüzü yerle beraber olduğu halde dedikoduculuk ederler.

Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim:

Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu:

— Söyle ey cennet!

Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi:

— Bana giren kişi said oldu.

Hak teâlâ buyurdu:

— İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sâkin olamayacaklardır:

1) İçki içen ve tövbesiz ölenler.

2) Zinâ eden ve tövbesiz ölenler.

3) Dedikoducular.

4) Karısını kıskanmayan deyyuslar.

5) Livatâ edenler.

6) Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)

7) Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler.

8) Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.

Hasan Basri rahmetullahi aleyhi buyurur ki:

— Başkalarından sana ve senden de başkalarına haber götürüp getiren kimselerin yüzlerini, kâğıt gibi karalamak ve karartmak gerektir. Zira, bu gibiler iki yüzlü kâğıt gibidirler. Onun için, bunların iki yüzlerini de karartmak lâzımdır ki, artık ne sana haber getirebilsin ne de senden başkalarına haber götürebilsinler. İki yüzünü karartmak demek, böyle bir kimse sana gelip dedikoduculuk ettiği zaman, kendisine:

— Senin bu yaptığın iş, Müslümana yakışır iş değildir. Söylediğin, yalansa; Hucurât sûresinin 6. âyeti olan (Eğer, bir fâsık size bir haber getirirse, hemen inanıp kapılmayın, onu araştırın.) kavl-i celiline uymuş oldun. Eğer, söylediklerin doğru ise, bu takdirde Kalem sûresinin 11. âyeti olan: (Daima halkın ayıbını araştıran, gammazlık la lâf götürüp getiren.) hükmü cehline uymuş oldun, demelidir.

Ey aziz kardeş:

Dedikodu yalan olursa Ne’ûzü billâh, doğru olursa da gayet fenadır. Her ikisinin de hallerini söyledim, öğrendin ve dilin afetlerinden birisinin de dedikoduculuk olduğunu anladın.

Dilin bir âfeti de zem etmek yani sevmediğini yermek ve onun aleyhinde sözler söylemektir, ki işitince o kimse incinir. Hak teâlâ, her insan için bir melek yaratmıştır. Daima, onunla beraber gezer yürür. O kimse, başka bir kimseyi zemmetse o melek der ki:

— O şerrin hepsi senin üzerine olsun ki, Allahu teâlânın kulunu kötülükle andın, o kötülük sendedir.

Bir kimse de başka bir kimseyi hayır ile anarsa, o melek bu defa da:

— Allâhu teâlâ senden razı olsun ki, Allâh’ın kulunu hayırla andın, o hayır seninle de beraber olsun, der.

Böyle olunca, hiç kimse hakkında fena söz söylemek iyi değildir. Bir kimse, diğer bir kimseden ne kadar fenalık görse de onu hayra hamletmek gerektir:

Müminin hayrı seçmesi vaciptir.

Dilin bir âfeti de sevmediklerini lanetle anmak, haklarında kötü ve çirkin sözler söylemektir. Böyleleri, kıyamet gününde hakkın emriyle mahşer yerine getirilirlerken, zekeri (erkeklik organı) ağızlarına sokulmuş ve ateşten kilitler vurulmuş, kan ve irin akarak getirilirler. Mahşer halkı, bunların ağızlarından yayılan çirkin ve pis koku ile bunalırlar. Melekler derler ki:

— Bunlar dünyada iken edep yerlerini daima ağızlarına alır, herkese bu sözlerle söver, fena küfürler ederlerdi. İşte, cezaları da budur. Cehennemde de daha büyük azap göreceklerdir.

Dilin afetlerinden birisi de dedikodu ve iftiradır, demiştik. Şimdi bunların arasındaki farkı da belirtelim ki, konu daha iyi anlaşılsın:

Gıybet, bir kimsenin gıyabında yani hazır bulunmadığı zaman arkasından hoşlanmayacağı bir sözü söylemektir. Yani, bir kimsenin halini, fiilini veya kavlini hazır bulunmadığı zaman söylemek ve onu çekiştirmektir.

İftira ise, o kimsenin yapmadığı veya söylemediği bir şeyi ona isnat etmektir.

Bunların ikisi birbirinden çok farklıdırlar. Onun için, misalleri ile bunları sana anlatayım ki, gıybeti (Dedikodu) ve bühtanı (iftirayı) ayırt edip bunlardan sakınabilesin.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir gün Hz. Ömer ve Selmân-ı Fârisi radıyallahu anhüma ile sefere çıkmıştı. Bir konak yerinde çadırlar kuruldu, yemekler hazırlandı. Bu esnada Selmân radıyallahu anh uyuyordu. Bazı kimseler de aralarında konuşuyor ve:

— Bir kısım insanlar hep hazıra konmak isterler. Beklerler ki, her şey hazırlansın, düzeltilsin, yemek önlerine gelsin ve yesinler, diyorlardı. Derken, Selmân radıyallahu anh uyandı. Kendisini Resûl aleyhisselâma gönderdiler ve katık getirmesini istediler. Selmân, huzur-u Resûlullah’a vardı:

— Yâ Resûlallah! dedi. Yârenler, ekmeklerine katık istiyorlar.

Efendimiz, büyük bir sükûnetle:

— Onlar şimdi katıklandılar, buyurdu.

Selmân radıyallahu anh, geri döndü ve efendimizin sözlerini kendilerine bildirdi. Bir şey anlayamadılar:

— Biz henüz katık yemedik ama Resûl aleyhisselâm da yalan söylemez. Gidelim, bize bu sözü neden dolayı buyurduğunu anlayalım, dediler ve hep birlikte huzur-u saadete gittiler:

— Yâ Resûlallah! Bizim için katık yediler buyurmuşsunuz. Oysa, biz katık yemedik. Lütfedin bize bu sözün mânasını açıklayın.

Efendimiz, saadetle buyurdular:

— Sizler, uyuyan yoldaşınızın arkasından konuşarak katkılandınız buyurup Hucurat sûresi: 12 âyeti kerimesini okur.

“Ey imân edenler! Zannın fazlasından sakının. Zira zannın bazısı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin, biriniz diğerinin ölmüş etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz, O halde Allâhtan korkun. Şüphesiz Allâh tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir”

Cabir radıyallahu anh buyurur ki:

Resûl aleyhisselâmın yanında olduğum bir vakit iğrenç kokan şiddetli bir rüzgâr esti.

— Resûlullah aleyhisselâm, bu koku nedir bilir misiniz diye sorduktan sonra, bu pis koku müminlerin gıybetini edenlerden geliyor diye buyurdu.

Ey Aziz kardeş:

O yel, belki şimdi de esiyor. Hem de o zamankinden daha şiddetli ve kuvvetli esiyor. Fakat, bunu avam hissetmez, onu ancak havas duyarlar. Duydukları için de halkın arasından kaçar, tenha köşelerde hakka ibadet ederler.

Bazı irfan ehline sordular:

— Dedikodu edenlerin ağızlarından gelen o çirkin kokuyu, avam neden duymaz?

Şöyle cevap verdiler:

— Zira, dedikodu halk arasında o kadar çoğalmıştır ki, onların burunları bu kokuya alışmıştır. Deri tabaklayan debbağları ve kirişçileri görmüyor musunuz? Onların, çalıştıkları yerlerdeki kokulara kimse tahammül edemez ama kendileri bunu duymaz ve iğrenmezler. Çünkü, gece gündüz içindedirler. Dedikodu edenler de böyledir. Çok dedikodu ettiklerinden dolayı burunları alışır ve kokusu kendilerine kötü gelmez.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

— Eğer, söylediğin söz veya iş, adı geçen kimsede varsa; dedikodu (gıybet) etmiş oldun. Eğer o söz ve iş, adı geçen kimsede yoksa iftira (Bühtan) ettin.

Sultan-ı Enbiyâ efendimiz: "İftira, yüzüne karşı veya arkasından doğru olmayan yalan bir şeyi söylemektir. Arkasından söylenirse hem iftira hem de dedikodu olur. Dedikodu ise, kişinin söylediği bir söz veya yaptığı işi arkasından konuşmaktır. Kişi kâfir de olsa fâsık ta olsa, bunlar hakkında yalan söylemek ve iftira etmek yasaktır."

Ebû Said-i Hudri radıyallahu anh, Cenab-ı Fahri Risâlet efendimizden rivayet eder ki:

— Miraç gecesi, gökte bir topluluk gördüm. Ateşten makaslarla etlerini keser, lokma lokma kendilerine yedirir ve şöyle derlerdi: (Sizler, dünyada hep kardeşlerinizin etlerini yerdiniz. Şimdi de kendi etinizi yiyin bakalım.) Kardeşim Cebrail aleyhisselâma sordum: (Yâ Cebrail! Bunlar kimlerdir?) Cebrail bana dedi ki: (Bunlar, ümmetinden gammazlardır, yani dedikodu edenlerdir.)

Bir diğer rivayete göre, Resûl aleyhisselâm, hane-i saadetlerinde bulunuyor ve ashab-ı sûffa de mescitte bulunuyorlardı. Zeyd îbn-i Sabit radıyallahu anh, Resûl-ü Zişan’dan öğrendiği Hadis-i şerifleri bunlara söylüyordu. Efendimize dışarıdan et getirdiler ve bunlar da gördüler ve dediler ki: (Yâ Zeyd! Git, Resûl aleyhisselâma çoktan beri yemek yemediğimizi söyle ve bizim için et iste.) dediler. Zeyd, huzur-u Resûlullah’a gitti. Bunlar da kendi aralarında: (Zeyd şimdi et getirir ve bize hadis öğretmeye devam eder.) diye konuştular. Zeyd radıyallahu anh huzura vardı ve ashab-ı suffenin istediklerini arz etti. Efendimiz: (Onlar daha şimdi et yediler.) buyurdu.

Zeyd, döndü geldi ve efendimizin buyurduğu nu kendilerine bildirdi. Bu sözün mânasını anlayamadılar ve (Bunda bir hikmet var. Biz hayli zamandır et yemedik. Gidelim bizzat kendisinden soralım.) diyerek huzur-u Resûlullah’a gittiler ve:

(Yâ Resûlallah! Biz, hayli zamandır et yemedik. Halbuki, siz şimdi et yediler buyurmuşsunuz. Bunun hikmeti nedir?) dediler. Efendimiz: (Sizler, demin kardeşinizin etini yediniz. Eseri, henüz dişlerinizin arasındadır. Tükürün görürsünüz.) buyurdular. Bunlar, tükürdüler ve gördüler ki, ağızlarından çıkan tükürük kıpkırmızı kan olmuş, hemen tövbe ettiler, Hazret-i Zeyd’ den helâllik dilediler.

Aziz: Dedikodu ne imiş anladın mı? Sana, dedikodu hakkında bir başka haber daha vereyim:

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, sefere çıktıkları zaman, bir fakiri iki zengine emanet ederdi. Bu fakir, seferden dönünceye kadar o iki zenginin yemeklerinden yerdi. Amma, bu fakirler zenginlerden önce konak yerine giderler ve tedarik görürlerdi.

Selmân radıyallahu anh da fakirdi. Oda, bir sefer esnasında böyle iki zengine emanet edilmişti. Bir gün, Selmân bunlardan evvel bir konak yerine vardı, fakat hiçbir şey hazırlamadı. Kafile geldi, Selmân'a sordular:

— Yenecek bir şeyler var mı?

Selmân cevap verdi:

— Yalnız ekmek var, dedi ve kuru ekmeği bunların önlerine koydu.

— Yâ Selmân! Git, bize Resûl aleyhisselâmdan katık iste, dediler.

Selmân, isteklerini yerine getirmek için huzura gitti.

O yokken, berikiler aralarında:

— Şu Selmân filân kuyuya gitse, su tükenir, dediler ve başka bir şey söylemediler. Bu esnada, Selmân radıyallahu anh huzur-u Resûlullah’a gitti ve:

— Yâ Resûlallah! Yol arkadaşlarım katık istiyorlar, dedi. Efendimiz:

— Onlar şimdi katıklandılar, buyurdu ve Selmân eli boş yol arkadaşlarının yanına dönerek, duyduklarını bildirdi.

Bu sözün mâna ve hikmetini anlamayarak, hep birlikte huzura vardılar:

— Yâ Resûlallah! Bizler katık yemedik ama sız yemişler buyurmuşsunuz.

Efendimiz:

— Evet yediniz, buyurdular. Hatta, artıkları hâlâ ağzınızdadır. Sizler, Selmân yanınızdan ayrılınca onun arkasından konuştunuz. Murdar olmuş bir eti yemeyi sever misiniz?

— Hayır yâ Resûlallah, sevmeyiz ve istemeyiz.

— Meclisinizde, hazır bulunmayan bir kardeşinizin arkasından konuşmak onun etini yemek gibidir, buyurdular ve bu âyet-i kerimeyi okudular:

“Bir kısmınız, bir kısmınızı gıybet de etmesin, biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bak tiksindiniz.” Hucurat sûresi: 12

- Ey aziz: Bu kadarcık bir söze, Habib-i Kibriyâ efendimiz GIYBET buyurdu. Sen ise, gıybet ile bütün ömrünü harcadın. (Gıybet etme!) deyince: (Bu gıybet değil!) dersen kâfir olursun.

Ashab-ı kiramdan birisi buyurmuştur:

Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı kimseler, birisi hakkında dedikodu yapmaya başladılar. Müdahale edip bunu yasakladım, başka bir söz açtılar ve konuşa konuşa ilk defa yaptıkları dedikoduya döndüler. Bende, bazılarına söylendim ve sonra istiğfar ederek çıktım evime gittim.

O gece, rüyamda uzun boylu, kara yüzlü birisi bir tabak içinde domuz eti getirdi ve bir parçasını bana vererek:

— Haydi ye bunu! dedi.

Ben, yemek istemedim. Zorla ağzıma soktu, uyandım o etin kokusunu ağzımda buldum. 30- 40 gün kadar o etin kokusu damağımdan gitmedi ve her defasında beni tiksindirdi.

Sultan-ül-meşâyih Bayezid-i Bestamî rahmetullâhi aleyh buyurur ki:

Bir gün, bir cenaze namazına gittim. Biraz bekledim, bir derviş geldi ve halktan para toplayarak dilendi. Kendi kendime:

— Ne olurdu dilenmeseydi ne hoş derviş olurdu diye hatırımdan geçirdim. Bu mesele üzerinde fazla bir şey düşünmedim ve zikrimle meşgul oldum. Namaz kıldım ve halvetime gidip oturdum. Murakabeye vardım, birisi üzerinde bir adam ölüsü bulunan birisini getirdi, önüme koydu:

— Şunu ye! Dedi, örtüsünü kaldırdım ve cenaze namazı kılmak için beklerken dilendiğini gördüğüm ve içimden kınadığım derviş idi.

— Ben insan eti yiyici değilim, diyecek oldum.

— Cenazede bunun etini yemiştin. Şimdi neden yemiyorsun, dedi.

— Ben onu dilimle söylemedim, gönlümden geçirdim, deyince:

— Dervişlerin gönlüne gelen de gıybettir, cevabını verdi.

Hemen kalktım, gittim o dervişi buldum, helâlleştim ve bir daha gönlümden dahi gıybet etmeyeceğime, tövbe ettim ve gıybetin ne olduğunu anladım.

Hasan Basri rahmetullahi aleyhe geldiler ve dediler ki:

— Filân kişi seni zemmetti.

Hasan Basri hazretleri, hemen o adama hediyeler gönderdi ve:

— Şunları lütfen kabul etsin, sevabını bize vermiş. Gerçi bu hediye bu sevabın karşılığı değil amma mazur görsün, diye haber gönderdi.

Ey kardeş:

Yarın, kıyamet gününde herkese beratları verilirken, bazı kimseler defterlerinde işlemediği bazı güzel amellerin de bulunduğunu görür ve niyazda bulunur:

— Yâ Rab! Ben, bu amelleri, bu oruçları, bu namazları, bu iyilikleri dünyada iken işlemedim. Acaba, bu berat bana yanlış mı verildi?

Hak teâlâ buyurur:

— Ey kulum! Bazı kullarım senin için dedikodu ettiklerinden, o günahları işleyenlerin sevaplarının da senin defterine yazılmasını irade buyurdum. Onların bütün güzel amelleri, oruçları, namazları, iyilikleri hep senin defterine yazıldı.

Şimdi ey kardeş:

Gördün mü, bu dil kişiyi nasıl zararlara uğratır ve bütün amellerini sevmediklerine verdirtir. İnsanın sevmedikleri aleyhinde konuşması, amâl-i hasenesini götürüp ona vermesi demektir. Göz göre göre kendisini zarara uğratmak tır. Kaldı ki, artık dilin afetlerini de duymuş ve öğrenmiş bulunuyorsun.

Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki; Resûl-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinden duydum:

Dört şey, orucu ve abdesti bozar, amâl-i haseneyi iptal eder:

1) Yalan söylemek,

2) Dedikodu etmek,

3) İftira etmek,

4) Genç kadınların yüzlerine şehvet ile bakmak,

Nitekim, bunlara bakmak ağacın kökünü sulamak gibi, şerrin usulünü sulamaktır.

Dedikodu konusunda bir misal daha vereyim. Zira, hayırlı söz ne kadar çok söylenirse, faydası da o kadar çok olur:

Bir zamanlar, bir ülkede gayet zâhit bir zat vardı. Bir gün, pazara gitti ve karısı için pamuk satın aldı. Evine gelince, kadın pamuğu gördü ve kocasına sordu:

— Bu pamuğu kimden aldın? Seni aldatmışlar. Zaten, bu pamuk satanlar iyi kişiler olmazlar, deyince o zat derhal karısını boşadı:

— Birader zavallı hatunu neden boşadın? diye soranlara da şu cevabı verdi:

— Yarın, kıyamet gününde pamuk satanlar onu yakalayıp hakkın huzuruna götürseler gerekir. Böyle olduğuna göre, ben o gün azizlerden utanırım ki: (Filân kişinin karısını, pamukçular tutmuşlar.) derler ve bana ar gelir.

Demek ki, bir kişi aleyhinde dedikodu yapan üzerinde diğerinin hakkı olur. İki kişi aleyhinde dedikodu edilse, iki kişinin hakkı olur. Bir mahalle veya bir şehir halkını dedikodu edenlerden de bütün mahalle veya şehir halkının hakkı olur.

Sevmediğin kimseler hakkında kötü zanda bulunmak nasıl olur, onu da anlatayım da var sen de işini ona göre tut!

Ebû-Cehil, Resûl aleyhisselâma tuzak olarak kuyu kazdı ama kendisi içine düştü. Çalıştı, çırpındı, çıkamadı ve nihayet Mefhar-i Beni-Âdem efendimiz yetişti, elinden tutarak onu kurtardı ve şöyle buyurdu:

“Başkaları için kuyu kazan, kazdığı kuyuya kendi düşer.”

Şimdi ey gafil:

Gözünü aç, son pişmanlık fayda etmez. Başkalarının ayıplarını ve günahlarını araştıracağına, otur kendi ayıplarını ve günahlarını düşün de adam olmanın yolunu bul!

Gıybet, yani dedikodu dört kısımdır, dört mertebe üzerinedir:

1) Az veya çok küfürdür.

2) Nifaktır. (Nifakla söylemektir.)

3) Günahtır.

4) Mubahtır.

Şimdi bunları sana birer birer anlatayım:

- KÜFÜR OLAN DEDİKODU, gıybet eden birisine:

— Dedikodu etme! denilince:

— Ben dedikodu etmiyorum, gerçeği söylüyorum, diyenlerin yaptıkları gıybettir. Bunlar bilmezler ki, gıybet sevmediği kimseler hakkında gerçekten vâki olmuş bir söz ve işi söylemektir. Vâki olmamış bir iş veya sözü söylemek İFTİRA (Bühtan) dır. Şu hâlde, bu gibi kimseler (Dedikodu değildir. Olanı söylüyorum,) demekle, Allahu teâlânın gıybettir buyurduğuna gıybet değildir demiş ve gıybeti helâl görmüş olurlar ki, bu suretle Ne’ûzü bıllâh kâfir olurlar.

- NİFAK OLAN DEDİKODU, aleyhinde dedikodu yapılan kimsenin adını ulu orta söylemeyen, fakat onu kendisi bilen ye gönlünden geçiren kişilerin yaptıkları gıybettir. Zira, adını söyleyerek anlatmış olsa, ona gıybet denilecekti. Oysa, böyleleri hem zâhit ve salih geçinirler hem de kalplerinden şunun bunun sözlerini ve işlerini geçirerek kendi kendilerine gıybet ederler, ki bunlar nifakla gıybet ettiklerinden dolayı Hak teâlâ katında münafıktırlar.

- GÜNAH OLAN DEDİKODU, bir kişinin veya bir cemaatin yukarıda anlatıldığı şekilde dedikodusunu yapar, adını veya adlarını açıkça söyler, kim olduklarını gizlemez ve gıybet ettiğini de saklamaz, işte buna da günah olan dedikodu denir.

- MÜBAH OLAN DEDİKODU, Fâsıkları gıybet etmektir. Açıkça fısk ve fücur edenlerin kim oldukları açıklanmış, kim oldukları bilinmiş ve herkese de bildirilmiş olur. Bid'at ehli için de durum aynıdır.

Ey kardeş:

Bu dedikodu bahsinde de söz çoktur. Hepsini söylemeye kalkarsak söz uzar, maksat burada talipleri uyandırmak ve onları ikaz ve irşât etmektir, ki dillerine sahip olsunlar, kimseyi yermesinler, kimse aleyhinde dedikodu ve iftira yapmasınlar, amellerini heba edip mensûr etmesinler, ömürlerini zikrullah, ibadet ve tâ’ate harcasınlar. Zira, kişinin amelini zayi edip, Hak Teâlâ’dan perdeleyen çok zaman bu dildir:

Sumt (susmak) ile ağzını bağla, göresin Hakkı ayan;

Gözü bağı bu cihan halkının ağzıdır neman.

Şeyh Muhyiddin-i Arabi rahmetullahi aleyh buyurur ki:

“Susan, mârifetullah'a (Allâhı bilme tanıma) vâris olur.”

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuştur:

“Susan, Allahu teâlâyı bilmemekten kurtulur.”

Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestâmi rahmetullahi aleyh buyurmuştur:

— İbadet on kısımdır. Dokuzu susmak ve diline sahip olmaktır.

Şimdi aziz kardeş:

Kişinin dilini tutmasının faydaları çoktur. Kapıp salıvermenin ve ağzına geleni söylemenin de zararları çoktur. Bu kadar söz, anlayana kâfi ve vâfidir. (Bol bol yeter)

Ârif i gör değme sözü söylemez,

Değme bir söze cevabı eylemez,

Ger ittrüye, ger yata, ger uyuya;

Bir nefes hâşâ ki beyhude vere,

Uykusundan uyanır Allah der,

Her nefes kim vere ya Rabbâh der,

Gecelerin ekserini uyumaz,

Gâh-ü tesbih, gâh-ü namaz, geh niyaz.

Kimseyi ya medh veya zemmeylemez.

Ya bu yavuz ya iyi olsa demez.

Tınmayıp tutar Hakkın fermanını,

Hak yoluna teslim eyler canını.

Zayi etmez bir demi, bir saati;

Zikr-ü teşbihtir dilinde âdeti.

Çim(kim) dilin tuttu, bular söylemedi;

Âlem içre söylenir kaldı adı.

Bunda işlerin bitirip gittiler,

Vardılar ol ulu şaha yettiler.

İşte nefs elinde biz kaldık zebun,

Canlarımıza bu nefs vurdu düğün.

Yâ ilâhi! Sen medet kıl bize.

Sen sabırlık ver bizim dilimize.

Eşref oğlu Rûmi sen tut dilini,

Hazrete arzeyle her dem özünü.

Alim-üs-sırn vel-hafiyyât öldürür,

Kullarına kadıyyel-hâcât odur.

Şimdi aziz kardeş:

Çok uyumak iyi değildir. Zira, geceleri abdest alarak iki rekât namaz kılmak, dünyadan ve dünyaya malik olmaktan hayırlı ve üstündür.

Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyât efendimiz hazretleri:

“Gece yarısında, iki rekât namaz kılmak, dünyadan ve dünya içinde olanlardan hayırlıdır.” buyurmuşlardır.

O sultan-ı din-i müferynin (uygulayıcısı), geceleri ibadet için ayakta durmaktan, mübarek ayakları şişerdi. Şu hâlde, onun ümmeti olanlara da ona uymak ve onun nurlu ve mübarek yolundan gitmek gerektir. Bizler ise, ümmet olduğumuzu iddia ederiz amma ne halimiz ne kalimiz ona uymaz. O iki cihanın fahri, geceleri sabaha kadar ayakta dururdu ve bu yüzden ayakları şişerdi. Bizim ise, çok uyumaktan göz kapaklarımız şişiyor, yanımız üstüne yatmaktan, yanımız ve belimiz ağrıyor. Oysa, altlarımıza döşekler döşenmiş, üstümüze yün veya pamuk yorganlar örtülmüştür. Biz, yemek beğenmeyiz, o açlıktan mübarek karnı arkasına yapışırdı ve karnına taş bağlardı. Bizim, çok yemekten öküz gibi karnımız şişer de nefes alıp vermekte güçlük çekeriz. O, fakirliğe müptelâ idi ve çoğu zaman fakirlerle sohbet ederdi. Biz, fakirlerin adlarını anmaktan utanırız. Nerede kaldı ki, yanımıza getirelim veya yanlarına gidelim de onlarla konuşalım.

Şu halde, bu dertlerimize mutlaka bir çare aramalı ve bulmalıyız. Yoksa, Hakkın huzuruna kara yüzle varmamız muhakkak ve mukadderdir. Kibri bırakıp, meşâyih eşiğine düşmeli ve o fâni kapılardan, fâni umutlardan vaz geçmeliyiz.

Şimdi kardeş:

1) Gaflet uykusu

2) Şekavet uykusu

3) Ukubet uykusu

4) Kaylûle uykusu

5) Ruhsat uykusu

6) Hasret uykusu

Fahr-i âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Uyku, altı çeşittir: İlim meclislerinde uyuyanlar Gaflet uykusundadırlar. Sabah namazı vaktinde uyuyanlar Şekavet uykusundadırlar. Namaz vakitlerinde uyuyanlar Ukubet, yani Azap ve Eziyet uykusundadırlar. Öğle namazından evvel, kuşluk zamanı uyuyanlar Kaylûle uykusundadırlar. Yatsı namazını kıldıktan sonra uyuyanlar Ruhsat uykusundadırlar. Cuma geceleri uyuyanlar ise, Hasret uykusundadırlar.”

Ey kardeş:

Uyursan, hiç olmazsa RUHSAT UYKUSU veya KAYLÛLE UYKUSU uyu!

İbrahim peygamber aleyhisselâma, bir gece uyku bastırdı. Biraz, gözünü dinlendirdi ve içi geçti. Rüyasında, Hak teâlâ hazretlerini gördü. Allahu azim-üş-şân buyurdu:

— Yâ İbrahim! Oğlunu boğazla.

İbrahim aleyhisselâm derhal uyandı. Kendisine bir titreme ârız oldu. İnlemeye başladı. Oğlu İsmail aleyhisselâm babasının inlemesini duydu ve sordu:

— Baba, ne acı inliyorsun. Seni, hiç böyle inlerken görmemiştim. Ne oldu, neyin var?

— Oğul, bir rüya gördüm.

— Ne olur babacığım bana gördüğün rüyayı anlatsana.

— Ey oğul! Bu gece uyku bastırdı, bir lâhza başımı yere koyayım dedim, uyumuşum. Rüyamda, Hak teâlâ hazretlerini gördüm. Bana (İbrahim! oğlunu kurban et.) buyurdu işte, bunun için canıma ateş düştü, titriyorum. Amma, Allâhu teâlânın emrinin yerine gelmesi lâzımdır.

— Babacığım, bu ceza sana niçin verildi, bilir misin?

' — Nedendir?

— Çünkü, bu gece uyudun ve dosta münâcatı terk ettin. Bu musibet bunun için sana ceza olarak Duyuruldu. Ey benim babacığım! Hakkı seven kişiler uyurlar mı? Eğer, uyumasaydın böyle rüya görmezdin. Fakat, olan oldu. Şimdi beni kurban et ki, suçun affolunsun, dedi.

Bu kıssa, Kur'an-ı azim de zikr olunmuştur. Hak teâlâ, haliline buyurur:

“Vakta ki, oğlu beraberinde çalışabilecek çağa erdi. İbrahim: Yavrum, dedi Rüyamda seni boğazlıyor gördüm. Bir bak, düşün ne dersin, bu hususta düşüncen nedir? Oğlu: Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Beni inşaallah sabır edicilerden bulacaksın, dedi.” Sâffât sûresi: 102

Davud peygamber aleyhisselâma, Hak teâlâ şöyle buyurdu:

— Yâ Davud! Bir kişi, beni sevdiğini iddia eder ve fakat o kişi geceleri uyursa, muhakkak ki onun bu dâvası yalandır.

Şeyh Şibli rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Bir âşıkın bin yıl ömrü olsa, o bin yıl içinde bir gece sabaha kadar uyusa, o talibe Hak teâlâ hazretleri katında bundan büyük rüsvaylık yoktur.

Yine o aziz buyurmuştur:

Bir gece, bana uyku bastırdı ve o gece uyumuş kalmışım. Hak teâlâ buyurdu ki:

— Yâ Şibli! Gözlerini aç ve uyan! Uyuyan kişiler, benden mahcup olurlar.

Bu hitabı işittikten sonra, bütün ömrüm boyunca gece uykusunu terk ettim.

Eğer, sen de tâlip isen gece uykusunu terket zira, âşıklara gece uyumak haramdır. Sevenlere, bütün uykular haramdır, buyurulmuştur.

Velilerden birisi, evlât sahibi olmak niyeti ile bir cariye satın aldı ve kıza:

— Haydi, beraber yatalım, dedi.

Cariye şu cevabı verdi:

— Senin de efendin var mı?

— Evet, vardır.

— Senin efendin de uyur mu?

— Hâşâ ki, benim efendim uykudan ve uyumaktan münezzehtir.

— Peki, sen efendinden utanmaz mısın ki, o uyanık ve hazır iken sen ona karşı yatıp uyuyacaksın?

O aziz, cariyenin bu sözünden korktu ve artık ömrünün sonuna kadar hiç gece uykusu uyumadı.

Ey kardeş:

Geceleri uyanamıyorsan, hiç olmazsa seherlerde uyanık ol! Uyanık olanları Allâhu teâlâ sever ve över:

“Ve seherlerde namaz kılıcılardır.” Ali-İmran sûresi: 17

Hak teâlâ, gece namaz kılanları sevdiğinden ötürü, Hak teâlâ İsrâ sûresi 79. ayette Resulü Ekrem efendimize şöyle buyurarak gece namazını emretti:

“Gecenin bir kısmında da uyanarak sana mahsus bir ibadet olmak üzere teheccüt namazı kıl ki, Rabbin seni Makamı Mahmuda ulaştırsın.”

Allahu azim-üş-şân buyurur ki:

— Gerçek kulum, öleceğini unutmayan, geceleri uyumayan, tesbihi ile horozları uyandırandır.

Oysa, biz horozların öte öte bizi uyarmalarım bekleriz;

Bir gece, Yahya peygamber aleyhisselâm, her zamankinden fazlaca yemek yedi. Kendisine bir ağırlık geldi ve yattı uyudu.

Hak teâlâ, ona vahyedip şöyle buyurdu:

— Yâ Yahya! Neden çok yemek yedin ve yattın uyudun? Yoksa, benden başka sığınacak bir yakınlık mı buldun? Yâ Yahya! İzzetim hakkı için, eğer bir kere cennete baksaydın, şevkinden mahvolur ve gözlerine asla uyku girmezdi. Eğer, cehennemin de hakikatini bilmiş olsaydın, ağlamaktan gözlerinin yaşı tükenir de kan ağlardın. Korkundan, bütün azaların dağılırdı. Elbise yerine eski püskü şeyler giyerdin, ekmek yerine endişe yerdin, geceyi gündüzü yasla geçirirdin.

Düşün ve insaf et! Yahya aleyhisselâm, bir gece uyuduğundan ötürü böyle azarlandı. Bir kerre, arpa ekmeği ile kanımı doyurarak uyuyan peygambere böyle ihtar olursa,

Ya, hayvan gibi midesini doyurup ve doldurup, yabana bırakılmış leş gibi uyuyanlara acaba nasıl bir azarlama ve ihtar olacaktır?

Yazık, yazık bizlere ki, şeytana esir olmuş, nefsimizin isteklerine düşmüş, yalnız dünyamızı imâr ederiz. Haram helâl demeden, karınlarımızı türlü türlü yemeklerle doldurur, hararet basınca üstüne soğuk suları da içeriz. Yediğimiz o yemeklerin buharı dimağımıza ağırlık verir, gözlerimize uyku bastırır, başımızı yastığa koyduk mu, tâ gün doğuncaya kadar horul horul uyuruz.

İlâhi! Medet senden.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

Bir gece, uykumda iki kişi geldiler ve beni alarak bir yere götürdüler. Orası ne yere benziyordu ne göğe! Baktım ki, bir kişi arkası üstü yatmış ve diğer bir kişi de onun üstüne çıkmış, iri bir karpuz büyüklüğündeki taşı, altta yatanın başına vuruyor. Vura vura, o altta yatanın başı parça parça oluyor ve taş yuvarlanıyor. Üstteki, taşı tekrar alıyor ve tekrar vuruyor, vuruyor. Bu defalarca böyle tekrarlandı, durdu. Dayanamadım, yanlarına gittim ve sordum; .... -

— Bu kişi kimdir? Kendisine neden böyle azap ediyorsunuz?

— Bu, gece yatıp sabahlara kadar uyuyan bir kişidir. Bir gece olsun kalkıp ne zikrullah etti ne namaz kıldı ne Kur'an okudu, ömrü boyunca sabahlara kadar uyudu. İşte, bunun için kendisine azap edilmektedir ve kıyamete kadar da bu azabı devam edecektir. Artık, kıyamette hali nice olur bilmem.

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır ki:

Sabah uykusu şeytanidir. Şeytan, kişinin burnunun deliğinden içeri girer, ona kötü rüyalar gösterir ki, bu rüyayı kimseye söylememelidir. Şeytan, uykuya hazırlanan bir kişinin burnunun deliğinden içeri girer, genzinde yerleşir ve onu öyle uyutur ki, sabaha kadar uyanamaz. Onun, için, siz birinize uyku bastırdığı zaman, hemen gidip burnunuza su çekin, oraya yerleşmeye çalışan şeytanı def etsin.

En önemli hadis kitaplarından Buhâri ve Müslîm de Ebû-Said-i Hudri radıyallâhu anh, şöyle rivayet eder:

“Sizden biriniz esnerken, eliyle ağzını tutsun. Zira, şeytan ağzından girer.”

Bir başka Hâdisi Şerif te de şöyle buyurulmaktadır:

“Sizden biriniz uykudan uyanınca» burnunun deliklerine tâ genzine kadar su çeksin ve oraya yerleşen şeytanı çıkarsın.”

Ey aziz:

Geceleri uyanık bulunmaya çalış! Geceler, üç büyük taifenin üzerlerinden üç halle geçer. Kâfir veya müslüman, bu üç faalden uzak kalamaz.

1) Bir taife vardır ki, gece onlar için saadettir. Gecelerden, onlara zerre kadar zarar erişmez. Belki, onlar için bir devlet olur. Şimdi sana onların kimler olduklarını da söyleyeyim ki, geceleri kendilerine devlet ve saadet olanları tanıyabilesin:

Bunlar, geceleri hasret kaldığı gurbetteki bir sevdiğini bekler gibi gözler ve gece olunca sevinirler. Zira, gaflet ehli güneş doğuncaya kadar uyurlarken, talipler uyumazlar, bu kavga ve gürültü âleminden el ve ayak çekilince, onlar gider alır ve dost eşiğinde başlarını secdeye koyarlar, Mevlâya münâcatta bulunurlar, bütün hacetlerini o yüce dergâha, arz ederler, namaz kılar, niyaz eder, yalvarır, yakarır, gözyaşı dökerler ve sabah olana kadar Mevlâ ile söyleşirler. Sabah olunca da halkın arasına karışır, kendilerini hiç belli etmezler ve halktan biri gibi görünürler. İşte, geceler bu gibi kişilere devlet ve saadet olur. Onlar, bu yüzden geceleri sever ve isterler, geceleri Mevlâ ile sohbette bulunurlar.

2) Bir diğer tâife de vardır ki, geceleri onlar için sıkıntı ve zorluk demektir. Gecelerin onlara hiçbir hayrı ve faydası olmaz gece ile azap ve ceza gibi olurlar. Zira, bunların Hak teâlâ hazretlerine karşı yüzleri karadır. Peki, kimlerdir böyle olanlar? O kimselerdir ki, gece olmasını gözetir ve her biri bir köşede hırsızlık eder veya bir eğlence ve sefahat meclisinde sabahlara kadar nefsanî zevklerle meşgul olurlar. Onlar, bu içki ve çengi âlemlerini gerçekten bir zevk sanırlar ve bu âlemlerin canlarına azap, ikap, cefa ve mihnet olduğunu asla düşünemezler.

3) Bir tâife daha vardır ki, onlara da geceleri ne kâr getirir ne de zarar verir. Bunlar, geceleri uyku ile geçirirler, arada bir uyanır, sağlarına sollarına dönerler, hiç Allah'ı zikretmezler. Sanırsın ki, onlar birer ölüdürler, kabirlerine uzanmış öyle yatarlar. Sabah olup, ezan okununca kalkarlar, yani bir bakıma dirilirler. Gerçi, bunların ikinciler gibi ziyanları da olmaz ise de gecelerini gafletle geçirmeleri ve kıymetini bilmemeleri, elbette büyük bir zarardır.

Ey halini bilmeyen biçare:

Sakın sende, hallerini bilmeyen bu iki tâife e gibi olma! Sonra ziyan edenlerden olur, Hak teâlânın hışmına uğrayarak, cehennemde türlü türlü azaba uğrayanlardan olursun.

Sen de gecelerini zikirle, tesbih ile, namazla, niyazla, yalvarıp yakarma ile geçirenlerden ol ki, doğrudan cennete gidip cennette türlü içecekler ile zevki sefa edersin.

Gevâşi tefsirinde denilmiştir ki:

Allâhu teâlânın mümin kulları, temiz bir abdest ile uyudukları zaman, onların canları göklere yükselir, secdeye varmaya emr olunur. Fakat, abdestsiz yatarlarsa, yine göklere yükselirler ama secde ile emir olunmazlar.

Kadı Beydâvi tefsirinde de denilmiştir ki:

Nefsin, bedenin zahiri ve batını ile ilişkisi vardır, ölüm halinde, nefsin ikisi ile de irtibatı kesilir. Uyku halinde ise, yalnız bedenle ilişkisi kesilir.

Fakat, bir nefs vardır ki hem ölüm hem de uyku halinde de ölmez. Zira ölen sadece bedendir. Yani, bedenin hareketidir, ölüm halinde dahi ölmeyen nefs; Nefsi mutmainne, Nefsi mülhime veya Nefsi levvâme’dir. Eğer, bunlar ölüm halinde ölselerdi, sevaptan lezzet ve azaptan elem duymazlardı. Uyku halinde ölmeyen de hem cisim hem de ruhu hayvanidir.

Zira, bu hayvani ruh gider yani seyreder, ruhu insani ise yerinde durur. Yani, bedenden ayrılmaz. Onun için, beden diri olur. Uyuyunca ruhu hayvani gider, seyran eder, dilediği yerlerde dolaşır. Onun, o seyirden, yemekten, içmekten ve şehvetten hazzı ve sefası vardır. Ruhu hayvani bunlardan hoşlanır. Uyanınca, döner yine bedene girer, hayvani ruh hem uykuda hem de uyanınca haz alır iki halde de hazzı vardır.

Sual — Ruh-u hayvani ve ruh-ü insani bir değil midir? Ruhu hayvani başka ve ruhu insani başka mıdır?

Cevap — Ruhu hayvani başka, ruhu insani başkadır. Ruh-u insani, uyku halinde gitmez. Eğer, gitmiş olsa beden ölür. Uyku halinde giden ve uyanınca bedene dönen ruhu hayvani dir.

Akla bir soru daha gelebilir:

İnsan, ruhu hayvani dönünce mi uyanır, yoksa uyanınca mı ruhu hayvani gelir? Bu konuda söylenecek çok sözler vardır, inşa’allahu teâlâ aşağıda onları da anlatacağız.

Şimdi, şu kadarını anlatalım ki; ruhu hayvaninin uyku halinde yemesi, içmesi ve sair mübaşereti olur. Bilmez misin ki, uyku halinde ihtilâm olunca, gusül vaciptir. Zahirde de gusül vacip olur. Zira, nefis, beden ve hayvani ruh, mahlukattan yani “âlem-i halktandırlar”. Oysa, ruhu insani “âlem-i emirdendir”. Nitekim, Hak teâlâ İsrâ Sûresi 85. ayetinde şöyle buyurur:

“De ki, Ruh Rabbimin emrindendir”

İnsani Ruh, akıl âlemimin dışındandır. Zira, ruhu insaniyi akılla yorumlamak mümkün değildir. Eğer, yorumlamak mümkün olsaydı, başka türlü anlatılırdı. Anlatılamadığından ötürüdür ki, Hak teâlâ Habibi edibine: (De ki: Ruh, Rabbim celle şanenin emrindedir) diye cevap vermiştir. Demek ki, insani ruhla aklın ilişkisi yoktur, hayvani ruhun onunla ilişkisi nasıl olabilir ki, ruhu insani lâ-mekândır (mekânızdır).

Bundan dolayı da âlem-i emirdendir. Böyle olduğu için de Hak teâlânın marifetine ve muhabbetine nail olmuştur.

Sözü uzattık; maksada gelelim. Evet, sözümüz uykuda idi. Şunu bilmiş ol ki, cemâle istekli ve visale talip olanlar, asla sabahlara kadar uyumazlar.

Arifler şöyle buyurmuşlardır:

Müptedi (yolun başında olan) talipler, gecenin üç bölüğünde uyumalı ve bedenleri uykusuz kalmamalıdır, ki başları ağrımasın ve ıstırap duymasınlar. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse, sadık müritler iki saat gündüz ve altı saat gece olmak üzere, günde toplam sekiz saat uyku uyumalıdırlar. Gündüzleri, şöyle uzanmalı ve bedeni dinlendirmeli, fakat asla müddeti uzatmamalıdırlar. Çünkü, öyle zamanlar olur ki, ruh uykusuz da ağırlığı giderir. Zira, uykunun tabiatı soğuk ve ıslaktır. Bedene faydası vardır, mizaçtan harareti ve kuruluğu giderir. Eğer, gecenin üç bölüğünden az uyunursa, talibin bilincine zarar verir, cismi ıztıraba düşer, halsiz ve mecalsiz kalır, talep yolu bağlanır ve Ne’ûzü billâh onun yerine bir gevşeklik gelir. Fakat, gönüldeki muhabbeti ağır basar bu alışkanlık haline gelip uykunun yerini alırsa, gecenin üç bölüğünden az uyumak zarar vermez. Zira, insani ruhta tabiatı gereği soğuk ve ıslaktır, oda uykunun yerini tutabilir.

Nitekim, ariflerden birisine sordular:

— Gece ile aran nasıl?

Şöyle cevap verdi:

— Ben geceye hiç riayet etmem. O gelir cemalini gösterir ve gider. Gidince de onu hiç düşünmem.

- Geceleri ibadet, dosta münâcat etmek ve cemâli müşahede etmek içindir.

Ebû Süleyman Dârani buyurur ki:

Geceleri uyanık olanlar ve ibadet edenler, bu ibadetlerinden öyle şevk, zevk, lezzet ve sefa bulurlar ki; ne yanları üstüne yatarak horul horul uyuyanlar ne de sabahlara kadar eğlence yerlerinde vakit geçirenler aynı zevk ve lezzeti bulamazlar.

Bundan dolayı arifler:

Sevgili ile bir yıl birlikte olunsa, uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman gibi kısa olur ama sevgiliden ayrı ve uzak yaşamak, uyku ile uyanıklık arasındaki süre kadar bile olsa insana bir yıl gibi uzun gelir.

Onun için, ruh ve üns ehli olanlara, uzun geceler kısa gibi gelir.

Ali ibn-i Bekâr rahmetullâhi aleyh buyurur ki:

“Kırk yıldır beni, gecelerin sonunda güneşin doğması kadar hiçbir şey üzmedi ve usandırmadı.”

Arifler derler ki:

Uyanıklara, Hak teâlâ nazar eder ve onların gönüllerini nur ile doldurur ve gönüllerine türlü türlü bereketler verir. Ondan sonra, onların gönüllerinden, gafillerin gönüllerine âfiyet ulaşır.

Hak teâlâ, Nebilerden birisine vahiy edip buyurdu:

— Benim has kullarım onlardır ki, beni severler. Ben de onları severim. Onlar beni isterler, ben de onları isterim. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar ederler, ben de onlara nazar ederim. Eğer, sen de onların yollarında bulunacak olursan, seni de severim. Yollarından ayrılıp sapacak olursan, sana nazar etmem.

O peygamber niyazda bulundu:

Yâ Rab! Onların alâmetleri nedir?

Hak teâlâ buyurdu:

—Onlar, çoban koyun güder gibi, gündüzün gölgeleri güderler. Kuşların yuvalarını istemeleri gibi onlarda güneşin batıp gecenin olmasını isterler. Vakit gelip, gece karanlığı inince her dost dostla halvet olur. Onlar, benim için yüzlerini yere koyarak secde ederler. Benim için ayakları üzerinde durur bana münâcat ederler. Bunun için, benim onlara bahşişim şudur:

Onların gönüllerine nur veririm, onlar da hiç şüphesiz benden haber verirler.

İkinci hediyem de şudur: Eğer, yedi kat yer ve yedi kat gök onların terazilerine konulsa, bunu kendilerine az görürüm.

Üçüncü bahşişim de şudur: Ben, onlara zatımla ve bütün Esma ve sıfatımla tecelli ederim. Benim zatımla ve bütün esmâ ve sıfatımla tecelli ettiklerime vereceğim kerametleri hiç kimse bilmez.

Şeyh Şihabüddin Ömer Sühreverdi rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Sadık bir mürit, Hak teâlaya münâcatta bulunmak üzere gece kalktığında, onun gecesinin nuru, gündüzüne akseder. böylece onun gündüzü de gecesinin himayesinde bulunur. Zira, onun gönlü Hak teâlânın nurları ile aydınlanmış olur.

Bunun için, onların gündüz yapıkları bütün hareketleri ve tasarrufları, o nurların kaynağından hâsıl olur.

Nitekim, bir Hadis-i şerifte:

“Geceleri namaz kılanların yüzleri, gündüz güzel olur”, buyurulmuştur.

Davud peygamber aleyhisselâm, niyazda bulundu:

— Yâ Rabbi Geceleri, sana ibadet etmeyi sever ve isterim. Acaba, ne vakit kalkıp ibadet edeyim?

Hak teâlâ buyurdu:

— Yâ Davud! Gecenin başında kalkma! Gecenin sonunda da kalkma! Zira, gecenin evvelinde kalkan kullarım, sonunda da kalkamazlar. Sen, gecenin ortasında kalk, tâ ki o vakitte kalkan kullarım seni rahatsız etmesin. Sen, benimle halvet ol, ben de seninle olayım. O zaman, ihtiyacın ne ise arz et.

Şu hâlde, gecenin başlangıcında yatsı namazından sonra biraz nafile namaz kılıp, zikrullah ta bulunmalı ve uyku bastırınca uyumalıdır. Uyandığı zaman, on iki rekât namaz kılmalı, ondan sonra vacip olan vitir namazı eda etmeli, bir müddet zikrullahta bulunmalıdır.

Fakat, uyku bastırdığı zaman namaz kılıp zikretmekten sakınmalıdır. Zira, bu gafillerin ibadeti ve zikrine benzeyebilir.

Bu kitabın müellifi fakir de derim ki:

— Şeyhim ki, Şeyh Hüseyin ibn-i Şihabüddin Ahmed, İbn-i Hüsamüddin bin Şeyh Şemsüddin Mehmed bin Şeyh Muhyiddin-i Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sirrahul-aziz, müritlerine buyururdu:

— Geceleri bir kere uyuyun ve gündüzleri bir kere yiyin.

Şimdi, şunu bilmiş ol ki, tâlib-i Hak olan kimseye geceleri kalkıp zikrullah etmek ve namaz kılmak elbette gerektir. Nitekim, haberde vârid olmuştur:

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: (Geceleri, bir davar sağacak kadar dahi olsa, kalkıp ibadet ediniz.) buyurmuşlardır.

Bu davar sağacak kadar süreyi kimileri iki rekât, kimileri de dört rekât namaz kılacak kadar bir süre olduğunu söyler.

Bazıları da derler ki, Hak teâlânın: Âli İmran sûresi 26. âyetine işaret ederek.

“De ki, mülkün gerçek sahibi olan Allâhım, Mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın.”

Diye buyurması, Allahu azim-üş-şân dilediğine geceleri kalkıp ibadet etmek kudret ve kuvvetini verir, dilediğine bu kuvvet ve kudreti vermez, yani dilediğini geceleri kalkıp ibadet etmekten mahrum eder demektir. Şu hâlde, bir kişi tembellik ve gevşekliğinden ötürü geceleri kalkmayı terk etse veya kalkmaya üşenerek geceleri ibadetten mahrum kalsa, bu hareketinden dolayı yas tutup ağlasın ki, onun üzerine çok hayırlı kapılar kapanır.

Şimdi aziz:

Şu gerçeği de bilmiş ol ki, Resûl-ü zişânın halinden daha üstün bir hal olması mümkün değildir. Resul aleyhisselâmın ise, geceleri kalkıp namaz kılmaktan mübarek ayakları şişerdi. Bazı, halini ve haddini bilmezler:

— Resûlullah, bunu şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için yapardı derler.

Biz de böyle düşünen ve diyenlere cevap verir ve deriz ki:

— Madem ki öyledir, biz kim oluyoruz da onun şeriâtine uymuyoruz? O iki cihan serveri, şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için, geceleri tatlı uykularını bırakır kalkardı da biz neden kalkıp ibadet etmeyiz?

Burada ince bir nokta var; geceleri kalkıp ibadet etmeyi terk etmekte fazilet gören ve bu haliyle de Cenab-ı mukaddese yakın olduğunu iddia eden hastadır. Bu halleri kaçınılmaz olup, kendini amellerinde gösterir, hasta oldukları anlaşılmaz. Hastalıkları amellerinde görülür. Yakîn olduğunu düşünüp bunu iddia etmeleri hasta olduğunu gösterir, bu halle bağlanmıştır.

Ömer Sühreverdi buyurur ki:

— Bu inceliği birçok kimselerde gördük ama bize zahir oldu ki kusurdur.

Hasan Basri hazretlerine birisi sordu:

— Bu ne hikmettir ki, geceleri kalkıp ibadet etmeye niyet ettiğim halde, kalkıp namaz kılamam.

Hazret, şu cevabı verdi:

— Senin günahın, seni bırakmaz ki gece kalkıp abdest alsın ve namaz kılasın.

Şu hâlde, gündüzleri günah işlemekten kaçınmalıdır ki, Hak teâlâ geceleri kalkıp ibadet etmek saadet ve mazhariyetini müyesser eylesin.

Ululardan birisi der ki:

— Günah işlediğimden ötürü, yedi ay gece kalkıp namaz kılmaktan mahrum kaldım.

Kendisine sordular:

— O günahın, nasıl bir günah idi?

Şöyle cevap verdi:

— Bir gün, bir yerde birisinin ağladığını gördüm. (Ehl-i beytinden birisi mi öldü ki, ağlıyorsun?) diye sordum. Bana: (Ondan da beter bir musibete uğradım.) dedi. (Vücudunda bir sıkıntı ve illet mi var?) diye sordum. (Ondan da beter belaya uğradım.) dedi. (O bela nedir?) diye sordum. (Bütün kapılar yüzüme kapandı. Bütün perdeler gönlüme asıldı. Bir gece virdimi okuyup yerine getiremedim, onun için ağlıyorum. Benim bu günahım, öyle bir günahtır ki, ben onu söyleyemem,) cevabını verdi.

Kimileri adamın uğradığı belanın iltiham olmak olduğunu söyledi. Zira, iltihamın sebebi, başı yere koyarak uyumaktır. Kişi, başını yastığa koyarak uyumayı terk etse ve geceleri kalkıp ibadet etmeyi âdet edinse, artık o kimseye başını yastığa koymak günah olur. Eğer, başını yastığa koyarsa, ihtilâm olmağa sebeptir. Fakat, bir kimse geceleri kalkıp ibadet edebilmeye kuvvet ve yardımı olsun diye, başını yastığa koyarsa, günah olmasa da âşıklar için yine günahtır.

Sâlihlerden nice kişiler vardır ki, onlar bütün gece uyumazlar ve sabaha kadar geceyi ihya ederlerdi. Hatta, rivayete göre tâbi 'inden kırk kişi, yatsı abdestiyle sabah namazı kılarlardı ki, gece ibadetlerini böyle yaptıkları eserlerde vârid olmuştur. Bu zevattan bazıları şunlardır.

Said bin Müseyyeb, Fudeyl ibn-i îyaz, Veheb bin Verd, Süleyman-ı Dârânî, Ali ibn-ü Bekâr, Habib-ül Â'cemi, Kehsen bin Münhâl, Ebû Cazım, Ebü Kaadim, Muhammed bin Münkedir'dir.

Bu zevat daha çoktur. Biz, burada kitap uzun olmasın diye hepsinin isimlerini zikretmedik.

Şeyh Ebû-Tâlip Mekki rahmetullahi aleyh, KUVVET-ÜL- KULÛB adındaki kitabında, hepsini adları ile zikretmiştir.

Her kimin, sabaha kadar uyanık durmağa gücü yetmezse, yani yukarıda belirttiğimiz gibi gönlünün ruhu ve ünsü uykunun yerini tutmaz ise, müstehap olan gecenin üçte birini ihyâ eylemesidir. Müstehabın en azı da gecenin son altıda biri ne kadar ihyâ eylemesi, sonra biraz daha uyumasıdır. Fakat, ertesi gün güneş doğmadan uyanması lâzımdır.

İşte, uyumaya dair birkaç yol gösterdim. Ayet-i kerime, Hadis-i şerifler ve azizlerin davranışlarından anlaşıldı ki, talip olanlara geceleri sabaha kadar uyumak câiz değildir.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki:

“Her kim, bütün gece sabaha kadar uyursa, sabah uykudan kalkmadan, şeytan gelir ve onun kulaklarına işer.”

Mesabih şerhinde, bu Hadis-i şerif yorumlanırken; yani şeytan o kimseye galip gelir ve onu kendisine maskara edinir, denilmektedir.

Bazıları da şeytan o kimsenin hakikaten kulağına işer, demişlerdir.

Fakat, Hitabi rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Bu bir teşbihtir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, geceleri sabahlara kadar uyuyup sabah namazına kalkmayanlar kulaklarında idrar varmış gibi duymaz, üzerine bir ağırlık çöker. Zira bevl (işenmiş) edilmiş kulak artık duymaz. Böyle olduğu için Resûlullah sallahu aleyhi ve sellem efendimiz teşbih yapmıştır.

Hafız da der ki:

— Geceleri kalkıp namaz kılmayı terk edenlerden birinden duydum: (Rüyamda, bir kara yüzlü şahıs geldi, ayakları ile üstüme basarak, kulağıma işedi,) diyordu.

Hasan Basri rahmetullahi aleyh de buyururlar ki:

— Geceleri sabahlara kadar uyuyanlar ve kalkıp namaz kılmayı ve zikrullahta bulunmayı terk edenler, sabahleyin uyandıkları zaman parmaklarını kulaklarına sokarlarsa, şeytanın sidiği kokusunu bulurlar.

Bazıları da demişlerdir ki:

— Resûl aleyhisselâm (geceleri namaza kalkmayanların kulaklarına şeytan işer) buyurmasından murat odur ki, şeytan onların kulaklarını bâtıl sözlerle doldurur ve bu gibi kulaklar hiç şüphesiz hak sözleri işitmekten bâtıl olurlar.

Talip uykusundan uyanınca, bâtınını Hak teâlâ hazretlerine yöneltmeli ve fikrini Allâhu teâlânın emirlerine sarf eylemeli ve Allâhu Teâlâ’dan gayrısına fikrini döndürmemeli dir. Uyanır uyanmaz, dilini Hakkın zikriyle meşgul etmelidir. Zira, sadık müritler küçük bir çocuğa benzerler. Çocuklar, bir şeye istekli olarak uyurlarsa, o şeye istekli olarak uyanırlar. Talip de tıpkı onun gibi, muhabbet ettiği üzerinde; uyurken, uyanınca ve hatta kıyamete kadar sabit olmalıdır. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz:

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” buyurmuşlardır.

Sadık müritler, uyandıkları zaman maksatlarının ne olduğuna bakmalı ve dikkat etmelidir. Zira, kıyamet gününde de kabirden maksadı ve muradı ne ise ona göre kalkılır. Eğer, onun maksadı Allahu teâlâ hazretlerine ise ne âlâ ne hoş! Eğer, maksadı ve kaygısı başka olursa, Ne’ûzü billah durumu müşkül olur. Zira, kul uyandığı zaman onun bâtını asıl fıtratın (Yaratılışın) temizliği üzerine uyanır. Şu hâlde, talip olanlar bâtınlarını, Allahu Teâlâ’dan başka bir şeyle meşgul etmemelidirler, ki yaratılışlarının nuru kendisinden gitmesin.

Talip uykusundan Allâh’ı zikir üzerine uyanmalı ve gönlünü Allah’a yöneltmeli başka şeylerin zikrinden korkmalıdır. Bâtını böyle olanlara ilâhi nurlar gelir, içleri bu nurla temizlenir. Böylelikle gönlünde ilâhi koku ve esintiler oluşur. Talip üzerine ilahi nur dökülmüş olarak uyanırsa şu duayı okumalıdır.

  • “Şükür, hamd ve senâ, öldükten sonra bizi dirilten, ruhlarımızı iade eden Allah’adır. Öldükten sonra tekrar dirilten ve mahşerde toplayıp hesaba çeken Allah’a hamd ve senâ ederiz.”

Sonra, kalkıp derhal abdest almalı ve gecenin sonuna kadar ya namaz veya zikrullah ile meşgul olmalıdır. Sonra, yine abdest almalı ve sabah namazına kadar birkaç rekât namaz daha kılmalıdır. Sabah ezanı okunmaya başlayıp müezzin ALLAHU EKBER deyince, müezzinle birlikte ALLAHU EKBER demeli ve ikinci ALLAHU EKBER arasında, şu duayı okumalıdır:

  • Allahümme yâ ehlel kibriyâi vel-azameti ve yâ müntehel ceberûti vel izzeti yâ veliyyel avni vel kudreti yâ mâlik ed dünya vel âhireti semi'nâ ve atâ'nâ gufraneke rebbenâ ve ileykel masiyr.

(Ey azamet ve kibriyâ ehli, ey Ceberut ve izzetin müntehası, ey yardım ve kudretin sahibi, ey dünya ve âhiretin mâliki olan Allahım! İşittik, itaat ettik, gufranını niyaz ediyoruz ey Rabbimiz! Dönüş, ancak sanadır)

Müezzin, ikinci defa ALLAHU EKBER deyince yine birlikte söylemeli, ezanın devamı müddetince müezzine kulak vermeli ve o ne söylerse aynen tekrar etmelidir.

Ezan tamamlanınca, ezan duasını okumalı, eğer sünnet kılınacak vakit olmuşsa kalkıp sabah namazının iki rekât sünnetini kılmalı, birinci rekâtında KUL YA EYYÜHEL KÂFÎRUN ve ikinci rekâtta Fatiha’dan sonra KUL HÛVALLAHU EHAD sûrelerini okumalı ve daha sonra yedi veya on yedi kerre şu duayı okumalıdır:

“Estağfirullâhe li zenbi fe sübhanallahi bi hamdi Rabbi.”

Daha sonra, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları bu duayı okumalıdır:

Allahım Efendimiz Muhammed’e ve onun âline salât eyle!

Allahım! Senin fazl-ı kereminden, gönlümü sana bağlayacak darmadağınık hâlimi bir araya toplayacak, dağınık işlerimi birbirine yaklaştıracak, benden fitneleri defedecek, dinimi islâh, bâtınımı muhafaza edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi temizleyecek, yüzümü ağartacak, bana rüşdümü ilkâ edecek ve beni bütün kötülüklerden koruyacak bir rahmet isterim.

Allahım! Senden bir daha küfre düşmeyecek şekilde sâdık ve yakînî bir iman, beni dünya ve âhirette lutûf ve kereminin en yüksek mertebesine ulaştıracak olan bir rahmet istiyorum.

Allahım! Senin fazlından, kazalarda sabır ve kurtuluşu, şehidlerin mertebelerini, iyilerin yaşayışını, düşmanlara karşı gâlib gelmeyi ve Peygamberlerine arkadaşlığı isterim.

Allahım! Her ne kadar görüşüm kısa, amelim zayıf ve noksan da olsa, ihtiyacımı sana arz ediyorum. Ben senin rahmetine muhtacım.

Ey bütün işleri görüp gönüllere şifâ veren Allahım! Kudretinle, yan yana iki denizi birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi; beni de Cehennem azabından, helak oldum diye bağıranların kötü akıbetinden ve kabirlerin fitnesinden uzaklaştırıp korumanı istiyorum.

Allahım! İstemeye görüşümün yetişmediği, ulaşmaya amelimin zayıf kaldığı, niyetimin ve arzumun ulaşamadığı, kullarından herhangi birine vaad yahut vermeyi murâd ettiğin her türlü hayrı, candan arzular ve onları senden isterim, Ya Rabbelâlemin!

Allahım! Bizi haktan sapan ve saptıranlardan değil, hidayette olup hidayete vesile olanlardan, düşmanlarınla harb halinde, dostların için bir selâmet olan, insanları senin için seven ve halktan sana isyan edenlere de senin için düşmanlık eden kullarından eyle.

Allahım! Ben gücümün yettiği kadar sana duâ ediyorum. Kabul et. Kabul şendendir. Elimden gelen budur. Güven ve teslimiyetim sanadır.

Biz Allah içiniz, O’na döneceğiz. Kudret ve kuvvet ancak sağlam Kur’an ipinin ve doğru işin sahibi yüce Allah’a âittir.

Allahım! Senden, kıyâmet gününde emniyeti, ebedî günlerde de ahdini yerine getiren, çokça rükû ve secde eden, huzuruna yaklaştırdığın ve kabül buyurduğun sevgili kullarınla beni Cennete koymanı dilerim.

Gerçekten sen çok acıyan ve çok sevensin; dilediğini yaparsın. Ey İzzet ridâsına bürünüp herkese gâlip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim.

Ey ululuk ridâsına bürünüp te onunla kullarına lutf eden Allahım! Seni noksan sıfatlardan takdis ederim.

Tesbih ve takdisi ancak kendisine lâyık olan Allah’ı teşbih ederim.

Sonsuz ihsan ve nimet sahibi Mevlâyı tenzih ederim.

Lütuf ve kerem sahibi Allah’ı takdis ederim.

Her şeyi ilmiyle bilip sayan Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim.

Allahım! Kalbime bir nûr ver. Kabrimde, kulağımda, gözümde, saçımda, tenimde, etimde, kemiğimde, kanımda, önümde, arkamda, sağımda solumda, üstümde, altımda benim için nur yarat. Allahım, nurumu artır, bana nur ver. Benim için nur yarat!”

Bu duaya devam edenlerin hiç birisinin asla mahrum kalmadıkları ve kalmayacakları hususunda bütün meşâyih ittifak etmişlerdir.

Talip, bu duayı da okuduktan sonra, sabah namazının farzını da imamla ve cemaatle kılmalı, tesbih ve duadan sonra yerinden kalkmadan bu virdi okumalıdırlar:

  • El-hamdü lillahi yuvâf i ni'ameke ve yükâf i mezideke nahmedüke bi-cemi-i mehamidike külliha mâ alimnâ minhâ ve mâlem nâ'lem ve âlâ külli hâlin estagfirullah.

“Hamd-ü senâ, nimetler veren ve onları çoğaltarak mükâfatlandıran Allahu teâlâya mahsustur. (Ey yüce Allah!) Bildiğimiz ve bilmediğimiz sana lâyık övgülerin hepsi ile seni överiz. Her zaman ve her yerde Allahu teâlâdan af ve mağfiret dileriz.”

Böyle başlayan virdi, sonuna kadar yavaş yavaş, mânalarını düşünerek hiç acele etmeden, tecvit ve tertile riayet ederek okumalı ve daha sonra da MÜSEBBE ' AT-I- AŞERE okumalı, vakti varsa YÂ-SÎN-Î şerifi ve Saffât sûresini başından sonuna kadar tilâvet etmelidir.

Bunlardan sonra:

1) Âli-İmran sûresinin 102. âyeti kerimesi olan ve (Yâ eyyühelleziyne âmenuttekullahe hakka tukatihi ve iâ temûtune illâ ve entüm müslimûn.) başlayan âyeti sonuna kadar okumalı.

2) Daha sonra, iki veya dört kere de ZÎLZÂL sûresini (İzâ zülzile't-ül ardu zilzâlehâ...) okumalı.

3) Daha sonra KÂFİRUN (kul yâ eyyühel kâfirûne.) sûresinden itibaren İHLÂS, FELÂK, NÂS, Fâtiha-i şerife ve Bakara sûresinin başı olan Elif- Lâm- Mim den ilk beş ayeti kadar okumalı.

4) Daha sonra, Bakara sûresinin son âyetleri olan (285- 286) (Amenerresûlü bimâ ünzile ileyhi min Rabbihi vel-mü'minûn . . .) okumalı.

5) Nihayet, Ahzâb sûresinin 56. âyet-i kerimesi olan (İnnallahe ve melâ'iketehu yusallûne alen-Nebiy yâ eyyühelleziyne âmenu sallû aleyhi ve sellimû teslimâ).

Okumalı, üç kere salâvat getirmeli ve tamamlayınca ellerini kaldırıp dua etmelidir. Güneş doğuncaya kadar da zikrullah ile meşgul olmalıdır. Güneş doğduktan ve bir süngü boyu yükseldikten sonra, kalkıp iki veya dört veya altı rekât ÎŞRÂK namazı kılmalı, sonra VÂKIA sûresini (izâ ve ka'at-il vâkıa'tü) sûresini okumalı, biraz daha zikrullah, salavât ve tesbih ile meşgul olduktan sonra, sağ yanı üzerine, başını gün batısına ve yüzünü kıbleye çevirmek suretiyle uyumalıdır.

Bir iki saat kadar uyuduktan sonra, fakirlere ve dervişlere yoldaş olmalıdır ki, kendisine nurlu yollar açılsın.

Uyku bahsinde şimdilik bu söylediklerimiz kâfidir. Înşâallahu teâlâ, aşağıda zâhir ve bâtın bahsinde de bu konuya tekrar temas edeceğiz.

Uykunun ve uyanıklığın asıllarını ve mânalarını öğrendikten sonra, şunu da iyi bilmelidir ki, böyle uyuyanlara uykunun hiçbir zararı yoktur. Onun için; Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz:

“Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır,” buyurmuşlardır.

Evet, bilenle bilmeyen bir değildir. Bilen kişi işler, bilmeyen kişi ne işler? Fakat, âlimden murat odur ki, meşâyih terbiyesi ile gönlü Hak teâlânın tevhidinde dirilen âlimdir.

Böyle bir âlimin, gözü uykuda bile olsa, gönlü Hak teâlâya münâcatta olur. Ten yani baş gözü uyur ama gönül yani can gözü uyumaz. Bu sebeple, söylediğimiz miktar uyku tâlibe zarar vermez. Kaldı ki, nice azizlerin uyumayı terk ederek sabaha kadar ibadet ile meşgul olduklarını da öğrendikten sonra, sen de içini ve dışını gerçeklere benzeterek bunların izlerinden gitmezsen, yolunu tamamlamadan şeytanın tuzaklarına yakalanırsın. Ebedî azaba giriftar olursun. Onun için, uykuyu rahat zannederek, sabahlara kadar uyumak olmaz.

Bu uyku rahatına olma mağrur,

Sakın ki, etmesin Haktan seni dur.,

Ömür sermayesini yele verme,

Bidâ'atini kamusiyle verme.

Bu uyku, belki şeytan tuzağıdır;

Bütün azaların uyku bağıdır.

Uyuma gaflet ile her geceler,

İşittin hiç uyumadı niceler,

Eğer ki, uykuya hak dedi rahat;

Ve lâkin demedi, sabaha dek yat.

Şular ki uyudu, durmadı donla;

Tut anı evi oldu ona sinle.

Bil andan yek öten kümeste yednus,

Çağırıp ÜZKÜRULLAH der o horoz,

Bu uyku gaflet ile seni yıktı,

Ki akim, nefsin etinden sınıktı.

Seher uykuda bu donlar seherler,

Uyanıp kılmadı derd ile ahlar.

Nice gaflet, nice uyku uyana,

Zehi mağbunluk uykudan uyana.

Ne yatırsın ey Eşref oğlu Rûmi,

Göre âşıkları yatır uyur mut

Uzlet, bilindiği gibi bir tarafa çekilme, tenhada oturma, inziva demektir. Şimdi ey kardeş: Bu halktan uzlet edip, kesilmek gerektir. Zira halktan kesilmeyen kişi, dilini, dinini, karnını ve gözünü sözün kısası yedi azasını koruyup kollayamaz. Bütün bu azaların şerre yönelmesinde halkın teşviki ve tesiri çoktur. Kişi, halkın arasına karışınca, elbette onlara uymak zorundadır. Eğer, uymaz ve karşı koymağa kalkarsa, düşman olurlar, asla rahat bırakmazlar ve insanı incitirler.

Onun için, halktan uzlet gerektir, diyoruz. Birçok âfetler de halka karışmaktan hâsıl olur.

Bu sebeple arifler: (Halk ile yol arkadaşı olan, ateşle yol arkadaşı olmuş gibidir,) demişlerdir. Ateşle sohbet ne ise, halk ile sohbet de odur. Gerçi, ateşin insana bazı yararları da vardır ama dikkat edilmezse insanı birden yakar. Yukarıda da bahsettik, görmedin mi dedikodu bile insanlar arasına karışmaktan ileri geliyor. Yalancılık, riyâ, kibir, nifak ve hased de hep insanların karışıp kaynaşmalarından meydana gelir.

Bu ve buna benzer ne kadar yaramaz fiiller ve hareketler varsa, hepsi insanlarla karışıp kaynaşmanın mahsulüdür. Şu hâlde, selâmet uzlettedir. Kişi, halvette oturmayınca Mevlâya erişemez, Mevlâ ile muameleye yol bulamaz, özellikle, şimdiki zamanda halktan uzlet lâzımdır.

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Âhir zamanda, öyle bir zaman gelecektir ki, dünya için vâ'az-ü nasihat eden hatipler çoğalacaktır. Bunlar, ağızlarına geleni söyleyecekler ve bu sözlerini Allahu teâlâya ve Resulüne isnâd edeceklerdir.”

Bu hadis-i şerifin meali münifi ve yorumlanması da şudur:

O zaman, gerçek âlimler çok az olacaktır. Bu âlimler, bu zalimleri defe muktedir olamayacaklardır. Şarlatanlar, minberlere ve kürsülere çıkıp bu âlimleri övdükleri için, âlimler 'de oturdukları yerde susacaklardır. Yine o zaman, dilenciler çoğalacak fakat vericiler çok az olacaktır. O zamana yetişenler, sakın halkın arasına karışmasın ve bir kenara çekilerek uzlet etsin.

Şimdi ey aziz kardeş:

Biz, şunu muhakkak olarak biliriz ki; seyidimiz, peygamberimiz, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, mahbubu hazret ve şefi-i ümmettir. Bize, annemizden ve babamızdan daha çok şefkatli ve merhametlidir. Böyle olduğuna göre bize gerekli olanı elbet o bizden iyi bilir. Mademki, o böyle buyurmuştur, biz de onun sözüne ve öğütlerine uymak zorundayız. Resûl-ü zişân, halktan uzlet edilmesini, insanlar arasına lüzumundan fazla karışıp kaynaşılmaması lâzım geldiğini beyan buyurduklarına göre, mutlâka bu Hadis-i peygamberiye uymalıyız.

Zira, bu Hadis-i şerifi beyan buyurduktan sonra, aleyhissalâtü vesselam efendimizden sordular:

— Yâ Resûlallah! O buyurduğunuz vakit ne zaman gelir?

Sultan-ı Enbiyâ efendimiz saadetle buyurdular:

— Ne zaman ki, ilme çalışanlar ve ilim öğrenenler nefisleri hevâsı için, yani dünya ululuğu, izzet ve makam için, kadı veya müderris olmak için, bu sayede dünya nimetlerine ermek için ilim tahsil ederler ve ilmi nefislerine âlet ederler, ilimlerini Allâh kapısına varmağa sebep kılmazlar, belki dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına varmağa vesile ederler. O zamanın beyleri ve paşaları da ilmi ve ilim ehlini hor görmeye başlarlar. O zamanın âlimlerinin en dindar görünenleri bile ilimlerini dünyaya satarlar, fakirlere şefkatleri olmaz, mescitlere giden yollar ve mescitler boş ve meyhane yolları ile meyhaneler dolu olur. Eğlence ve sefahat yerleri çoğalır.

Şimdi, insaf ve basiret ile düşünülecek olursa, muhakkak ki şimdiki zaman, işte o zamandır. Topluluğu da işte bu topluluktur. Biz, görebildiğimiz kadar görür dururuz ki, bu topluluğun şerri günden güne artmakta ve hayırları azalmaktadır. Hal böyle iken, neden onların arasına karışıp kaynaşmalı, onlar gibi yolu şaşırıp, onlar gibi neden ateşe düşmelidir?

Gördün ve duydun, nice azizler ittifak ettiler, halk arasından çekilip çıktılar, kimisi dağlara, kimisi mağaralara sığındılar. Yani, halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçtılar, uzaklaştılar. Oralarda, ibadet ve tâat ile meşgul oldular ve kendilerine mürit olan yârenlerine de vasiyet ettiler ki, aslandan kaçar gibi halktan kaçsınlar ve uzaklaşsınlar.

Halktan kaçarak mağarada uzlet edenlerden birisi de Şeyh Süleyman-ı Dârani rahmetullahi aleyhtir. Müritlerine vasiyeti şudur:

Aslandan kaçar gibi, halktan kaçın ve uzaklaşın.

Ayrıca şu nasihatte de bulundular:

— Birkaç yerde, halkın arasına karışabilirsiniz: Vakit namazlarında cemaate iştirâk edebilmek için, cuma ve bayram namazlarını kılmak için ve bir de cenaze namazı kılmak için, halkın arasına karışınız. Başka vakitlerde asla destur yoktur.

Bütün meşâyih, diğer vakitlerde halkın arasına karışılırsa, Haktan mahrum kalınacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurur:

“İnsanların arasına karışan, onlara karşı yumuşak davranınca riyaya kaçar. Kim riyaya karışırsa şirke düşer.”

Bu hadis-i şerifle amel etmek gerektir.

Şeyh Süfyan-ı Sevri rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Vallahi, şimdiki zamanda uzlet etmek helâldir. Halka karışmak ise haramdır. Zira, halk dalâleti öylesine arttırdı ki, aralarında haram olan helâl gibi kullanılır oldu.

Îmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de buyurur ki:

— Şimdiki zamanda uzlet etmek farzdır. Delili ve hücceti de işte bu âyet-i kerimedir:

“Sizi ve Allahu teâlâdan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum.” Meryem sûresi: 48

Îmam-ı Gazalî, bu sözü söyleyeli beş altı yüz yıldan ziyadedir. Şimdiki zaman ne halde ve ne mertebededir, var sen kıyas et! (Müellifin bu sözü söylemesinin üzerinden de beş yüz seneden fazla geçmiştir.)

Şimdi aziz:

Bu halktan sana hiç fayda yoktur. Bu halka karışınca, onlara karşı gelmekten vazgeçmek ve onlara uymak lâzımdır.

Oysa, bunların fiilleri kavillerini tutmaz. Eğer, onlara muhalefet etmezsen, Allâhu teâlâya âsi olmuş bulunursun. Muhalefette bulunursan, sana düşmanlık ederler, incitirler. Senin de o derece kemalin yoktur ki, bunların zahmet ve mihnetlerine tahammül edebilesin. Yani, nasıl olsa sabredemez ve onları suçlarsın, beddua edersin, bu defa da bir başka türlü isyan etmiş olursun. Şu hâlde bunun çaresi, bunlardan uzlet etmektir. Seni yoktan var eden, sana rızkını veren o ulu sultanın kapısına sığınmaktır. Diğer bütün fâni kapılardan elini ve eteğini çekmektir. Dost kapısına ihlâs ile komşu olunca, her günün bayram ve her gecen kadir olur. İki cihanda selâmet bulursun.

Velilerin sultanı Hazreti Veysel Karâni radiyallâhu anh buyurur ki:

“Sana vahdet gerektir. Selâmet, vahdettedir.” der.

Şeyh Cafer-i Sadık radiyallâhu anh buyurur:

“Zaman fesatlaştı ve kardeşlerin halleri değişti. Şimdi susmak ve evine çekilip oturmak zamanıdır.”

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, son demlerinde mübarek hırkalarının Veysel Karâni’ ye verilmesini vasiyet buyurdular. Âlem-i cemale intikallerinden sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali radiyallahu anhümâ efendilerimiz,

Mübarek hırkayı Üveys'e götürdüler. Baktılar ki, bir su kenarında yarı kazmış ve kendisine in yapmış, halktan gizlenmiş, orada ibadet ediyor. Bazan da çıkıp, ıssız sahralara doğru gidiyor amma asla halkın arasına karışmıyor. Kendisini, tek ve tenha buldular ve Resûl-ü zişânın vasiyetini söyleyerek, mübarek hırkayı kendisine takdim ettiler,

Hz. Veysel Karâni: (Siz, burada durun!) diyerek, hırkayı aldı bir halvet yere vardı. Hırkayı bıraktı ve başını secdeye koydu, yalvarmaya başladı:

— İlâhi! Bu mübarek hırkayı senin Habibin bana vasiyet etmiş, giysin de ümmetimi senden dilesin, demiş, ilâhi!

Hz. Muhammed aleyhisselâmın ümmetini bağışlamayınca, ben bu hırkayı giymem.

Böylece, uzun zaman yalvardı, yakardı. Hz. Ali ve Hz. Ömer, daha fazla sabredemediler ve yanma giderek:

— Yâ Üveys! Başını secdeden kaldır, bize haber ver, hal nice oldu? dediler.

Veysel Karâni hazretleri başını secdeden kaldırdı:

— Ümmet-i Muhammed'in âsilerinin üç bölüğünü bağışlattım. Tam bir bölüğü kalmıştı ki, sizler geldiniz... dedi, o mübarek hırkayı tekrar eline aldı, öptü, yüzüne ve gözüne sürdü, kokladı, bağrına bastı ve sırtına giyerek Allahu teâlâya şükürler etti, Resûl aleyhisselâma salâvat getirdi. Hz. Ömer radiyallahu anh, kendisine yaklaştı ve:

— Yâ Üveys! Bana nasihat et.

Veysel Karâni sordu:

— Bu halk seni bilirler mi?

— Evet, bilirler.

— Öyle ise, kendini halka unuttur. Allahu teâlânın seni bilmesi yeter.

— Yâ Üveys î Bana daha da nasihat et.

— Yâ Ömer! Allahu teâlâyı bilir misin?

— Elbette bilirim.

— Başka şeyleri de bilir misin?

— Evet, başka şeyleri de bilirim.

— Diğer bütün bildiklerini unut. Allahu teâlâyı bilmen sana yeter.

— Yâ Üveys! Bana bir nasihat daha et.

— Haydi varın gidin işinize, başımı karıştırmayın, dedi ve kendisi de makamına doğru çekildi ve gitti.

Bundan da anlaşılıyor ki, talip olan kişilere elbette uzlet edip halktan kesilmek ve uzaklaşmak lâzımdır.

Uzlet, RAHMANÎ ve ŞEYTANÎ olmak üzere, başlıca iki çeşittir. Bunlardan RAHMANÎ olan da avamın uzleti, havassın uzleti ve hassül-hassın uzleti olmak üzere üç mertebedir.

Şimdi, Rahmani uzletten başlayalım:

Rahmani uzlet ona derler ki, uzlet edip halk ile karışıp kaynaşmak tan kaçınmak tan maksat ve murat, halvet bir yerde nefsi hapsetmektir. Tâ ki, halk senin şerrinden emin olsunlar. Eğer, uzletinin mânası ve maksadı bu ise, buna RAHMANÎ UZLET derler. Eğer, halkın şerrinden emin olmak maksadı ile bir kenara çekilmiş bulunursa, ona da ŞEYTANÎ UZLET denir. Zira, bu takdirde şeytan seni yoldan çıkarır, sonunda dalâlete düşer ve şeytanın esiri olursun. Oysa, Rahmani uzlet böyle değildir. Onda asıl gaye halkı şerrinden emin kılmaktır, halkın şerrinden kaçmak değildir. Rahmani uzlette bulunan, bir kenara çekilir, nefsini bir yere bağlar, onu açlığa ve susuzluğa alıştırır, o uğursuz nefsin ciğerini dağlar. Şeytanî uzlette bulunanlar ise, halvet bir yerde oturmayı, halkın şerrinden emin olmayı ve rahat etmeyi düşünürler, kendi nefsini terbiye edebilmiş gibi halkın fitne ve fesadın dan çekinir ve kaçarlar. Buna şeytanî uzlet denilmesinin sebebi de şudur: Bilindiği gibi, şeytan kendisini hayırlı sandı ve bu yüzden rahmet-i ilâhiyyeden kovuldu. Bunun için, kendi nefsinin şerrini düşünmeden, kendisini hayırlı ve halkı şerli bilip uzlet edenler de şeytana uymuş olurlar.

Rahmani uzlet edenler ise, kendi nefislerini horlarlar ve Ona:

— Seni bir yere bağlayayım ki, kimseye zararın dokunmasın. Şerrinden herkes emin olsunlar ve hiç kimse senden incinmesin, derler.

Nitekim, Beni-İsrail zamanında bir rahibe sordular:

— Rahip misin?

— Ben rahip değilim. Fakat, çok güçlü ve yaramaz bir köpeğim var. Halkı fena halde incitiyor. İşte, onu aldım ve bir halvet yere çekildim ki kimseye zararı olmasın, cevabını verdi.

Rahmani uzletin, avama mahsus olanı böyledir. Bunun bir de havassa mahsus olanı vardır ki, şöyle olur:

Bunlar, beşerî sıfatlardan sıyrılırlar, dünyanın bütün zevk ve lezzetlerinden vaz geçerler. Haktan gayrı hiçbir şeyi özlemez ve düşünmezler. Bu sebeple de Hakkın visali halvet hanesine çekilir, orada cansız ve dilsiz mücavir olurlar.

Bundan daha ileri bir uzlet de hassül-hassın uzletleridir.

Onu burada anlatmak olmaz. İnşa’allahu teâlâ, aşağıda halvet bahsinde söylenecek ve ehlinden gizlenmeyecektir.

Ey tâlibim diye uzlet ve halvet ehli geçinen yalancı! Vay kendisini uzlette zanneden biçare: Henüz nefsini riya ve riyasetten ve şehvetten geçirememişsin amellerini ihlâsa getirememişsin, doğru dürüst avama mahsus uzleti becerememişsin, nerede kaldı havas ve hassül-hassa mahsus uzlet edebilesin ve uzlet ehlinden olduğunu ileri süre bilesin.

Yunus Emre ne güzel buyurmuştur:

“Kerametim vardır diye halka sâlihlik satarsın,

Nefsini müslüman eyle var, kerametin odur senin.”

Sende, nefsini hâlâ iyilik mertebesine ve adamlık rütbesine ulaştıramamışsın, nefsi emmâreliğin henüz üzerinde duruyor. Ey biçare! Ey edepsiz, daha asker mertebesinde bile değilken utanmadan, nasıl sultanlık dâvası edebiliyorsun?

Ey kardeş:

Uzlet etmenin nasıl olacağını anladıktan sonra, şimdi de uzletin faydalarını da sana anlatayım da uzlete riya karışır mı, karışmaz mı, uzlet riyâ ile olunca nasıl olur, nasıl olursa ihlâs ile olur, riyâ neye derler, riyâdan sakınmak nasıl olur, bunların her birini ayrı ayrı bildireyim, sen de ona göre amel et.

Rahmani uzletin ilk faydası budur ki, kişinin ameline riyâ karışmaz. Riyâ, daha çok şeytanî uzlete karışır. Rahmani uzlete riyâ karışmamasının sebebi, halvet bir yerde oturur ibadet edersin, niyetin temiz ve hâlistir. Yoksa, uzletten murat hak için olmayıp da halk için olursa, kendi nefsini kınamak için olmazsa, o zaman uzlet ehlinin uzleti de ameli de riyâ üzerine olur ve kendisi de iki yüzlü sayılır.

Şimdi de sana riyâ nedir, ihlâs nedir, onları anlatayım ki, amellerini riyâdan sakınabilesin. Zira, riyâ şirktir.

Fudayl ibn-i îyaz rahmetullahi aleyh, müritlerine nasihat ederek buyurdu ki:

— Ne yapın yapın, birbirinizi ihlâsa götürün.

Müritleri sordular:

— Yâ Şeyhî Bize riyânın ve ihlâsın ne olduğunu lütfen bildir.

Hazret-i Şeyh cevap verdi:

— Kişi, kendisini halkın izzetinden, hürmetinden ve şöhretinden vaz geçirip horluğa ve alçak gönüllülüğe bırakmayınca, ihlâsı elde edemez. Yoksa, bu halk ile karışıp kaynaşmak, halktan izzet ve hürmet beklemek kişiye riyâ getirir.

Sizler, kendinizi ve amellerinizi halktan gizlemeğe bakınız. Hak teâlâ sizin iradeniz olmadan sizi aşikâre ederse, ondan size bir ziyan gelmez.

Bilmiş ol ki, bu hak yolunun eşkıyaları vardır, din ve imân yağma ederler. Bu yolun hırsızları da sıdk ve ihlâsı çalarlar. Kişiyi, dünyadan âhirette imânsız gönderirler. Bu gibiler pek çoktur, fakat hepsinden büyük ve hayırsız olanı RÎYÂ'dır, diğerleri tamamen buna tâbidir. Nitekim, dünya sevgisinin de bütün şerlerin başı olduğunu evvelce anlatmış ve açıklamıştık. Evet, kişinin bütün amellerini hiç edip, ahirete zarara uğramışlardan olarak gönderen de riyâ dır ama riyâ ya da sebep yine dünyadır ve dünya sevgisidir, kibirdir, dünyanın izzetini, hürmetini, şöhretini sevmektir. Bunların hepsinden birden kişinin nefsini kurtarması gerektir, ki insan ihlâsa ulaşabilsin.

İhlâs ona derler ki, işlenen her amelin cidden ve hakikaten Hak için işlenmesidir. Böyle yapılırsa, amel o vakit sırf hak için olur ve hiçbir amelinden ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir şey ummazsın. Şu hâlde, günahlarını halktan sakladığın gibi, amellerini de gizlemeli, yani ibadet ve tâatini, bütün iyi amellerini saklamalısın. Hatta, o kadar ki günahlarını gizlememeli, fakat amellerini gizlemelisin. Seni, yaramaz ve hayırsız tanısalar bile, aldırış etmeyerek amelini gizlemeli ve tâatini kimseye bildirmemelisin. Hak teâlâ, ortak kabul etmez. Nitekim, buyurur:

“Bana şerik yoktur. Şerik edinmekten müstağniyim.”

_ Her kim, herhangi bir amel işler ve o amelinin yarısını bağışlarsa yani o ameli işlemesinde benden gayrı bir maksudu bulunursa, ben ondan da müstağniyim ve o gibi kimselerden rahatsızım. Zira, o müşrik olmuştur ve ben onu cehenneme atarım, demektir. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Rabbinin İbadetine kimseyi şerik etmesin.” Kehf sûresi: 110

Bazı meşâyih buyurmuşlardır ki:

Sırf hak için amel ona derler ki, amelinden ve ibadetinden maksadı cennet umudu veya cehennem korkusu olmaz. Huri, gılman, cennet ve âhiret nimetleri olmaz, yalnız ve ancak Hak olur. Eğer, maksat bunlardan birisi olursa, riyâ dır ve riyâ takva ehli katında büyük şirktir, zahir ehli için ise küçük şirktir ve sakıncası yoktur. Fakat, ey kardeş: Riyâ ister büyük ister küçük olsun, ikisi de hayırlı değildir. Zira, küçük yavaş yavaş büyük oluverir. Nitekim, “sagire” dediğimiz küçük günahlar da birike birike “kebire” dediğimiz büyük günahlar haline gelmiyor mu? Araplar ne hoş söylerler:

— Habbe... Habbe... Kubbe. Kubbe...

Bunun için, kişi riyadan korunarak amellerini ihlâsla yapmalıdır, özellikle, hakka tâlip olup tövbekâr olanların amellerini çalışıp çabalayıp ihlâsa götürmeleri lâzımdır ve hatta farzdır.

Nitekim, meşâyih-i kibardan bir zat buyurmuştur ki:

Tam otuz yıl çalıştım ve ancak amellerimi ihlâsa götürebildim. Sordular:

— Nasıl başardın? Dedi ki:

— Otuz yıl, gönlümün kapıcısı oldum. Haktan gayrı maksudu gönlüme koymadım. Böylelikle amellerimi ihlâsa getirebildim.

Riyâ, herkese gelebilir ama bazıları çabuk def ederler. Nitekim, ihlâs ile mümtaz olanlar, bunu başarmışlardır. Fakat, riyâ öyle gizli bir şeydir ki, değme kişiler dahi ondan gafil olurlar. Bunun içindir ki, aleyhissalâtü vesselam efendimiz:

“Riyâ gayet gizlidir. Karanlık gecede, kara bir karıncanın kara bir bez üzerinde yürümesi gibi belirsizdir, buyurmuşlardır.”

Şu hâlde, ihlâs ile amel etmek isteyenler, bir gizli yerde, temiz ve hâlis bir niyetle oturup ibadet ve tâ’atle meşgul olmalı, hiç kimse görmemeli, hiç kimseye söylememeli, yani: (Ben şöyle ibadet ederim, böyle oruç tutarım,) dememelidir.

Eğer, bütün amelleri mi, yoksa yalnız farz olan amelleri mi gizlemek gerektir, diye soracak olursan, hemen cevap vereyim:

Farz olan amelleri açıklamak gerekir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak, ramazan ayında oruç tutmak, halk ile bayram etmek, hac ve zekât farz olunca hacca gitmek ve zekât vermek, bu ve bunun gibi amelleri açıktan yapmak gerekir. Eğer, bunlar açıklanmaz ve halktan gizlenirse, dedikodulara, kötü zanlara sebep olabilir, insanın arkasından. (Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz, zengin olduğu halde zekâtını vermez, hacca da gitmez.) gibi sözler ederler, günaha girerler. Müslümanları bu şekilde günaha sokmak caiz değildir. Onun için, bu gibi amelleri açıklamak daha hayırlıdır. Fakat, bunda da aşırılığa gidip herkesi huzursuz etmemelidir. Herhangi bir mescitte, beş vakit namazı cemaatle kılmak, zekât verdiği kimseye, bunun zekât olduğunu söylemek kifayet eder.

Bir de bu farz olan amellere riyâ karıştırmamaya çok dikkat etmelidir. Bunları kendisine: (Bu adam, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, hacca gidip geldi, zekâtını da muntazaman verir, çok iyi ve çok salih kişidir) denmesi için yaparsa, riyadır. Yani, borcu ödenir farz kendisinden sâkıt olur ama sevap hâsıl olmaz.

Gerçi, bazıları farzların edasında riyâ olmayacağını ileri sürmüşlerse de bu söz zayıftır. Şunu muhakkak bilmelisin ki, farz amellerde bu neviden riyâ karışması, Hak teâlâ katında hâsıl olacak ecir ve sevaba mânidir.

Diğer taraftan, nafile namazların, nafile oruçların, nafile hacların, sadakaların ve benzeri hayır ve hasenatın, mutlaka gizli yapılması gerektir, ki riyâ olmasın. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:

— Sadakalarınızı öyle gizli veriniz ki, sağ elinizle verdiğinizi, sol eliniz duymasın, buyurmuşlardır.

Hak teâlâ hazretleri de sadaka verilen kişinin asla incitilmemesini irade buyurmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey imân edenler Allâha ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, Sadakalarınızın ecrini başa kakarak ve gönül kırmak suretiyle iptal etmeyiniz.” Bakara sûresi: 264

Sözün kısası, farz olan amellerden gayrı bütün amelleri, Allahu teâlâdan başka hiç kimsenin bilmemesi hayırlıdır.

Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh, tâlipliği döneminde bir gün mescide girip ve iki rekât namaz kılmak ister.

Tam ALLAHU EKBER diyerek namaza duracağı sırada, şeyhinin de aynı mescitte bulunduğunu fark etti ve kendi kendisine:

— Şu namazımı huşû ile kılayım, şeyhim de görsün, düşüncesi ile kendisine ayrıca bir çeki düzen verir. Namazı bitirdikten sonra, şeyhinden takdir yerine şu tekdiri işitir:

— Ey riyakâr Bayezid Git, yedi yıllık namazını iade et, riyâ ile namaz kılanların namazlarını Hak teâlâ geri çevirir der.

Bayezid-i Bestamî, yedi yıl tazarrû ve niyaz eyledi, çalıştı ve çabaladı ve ancak ondan sonra kendisini riyakârlar defterinden sildirebildi.

Ey dertsiz:

Sen ise, amellerini her gün halka arz eder, dinini dünyaya satar durursun. Acaba, halinin ne olacağını hiç düşünür müsün? Bak, Bayezid-i Bestamî'nin şeyhinin huzurunda kıldığı iki rekât namaz yüzünden başına gelenleri gördün mü? Huşû ile kılayım derken, tamam yedi yıllık namazları red olundu

Ey mürâi ko riyayı, sıdk ile ihlâsa gel;

Kır riyâ leşkerlerin ihlâs kılıcın al ele...

  • HİKÂYE

Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestamî, bir gün nafile oruç tutmuştu. İkindiye doğru orucunu bozdu. Ağzında bir tane kuru üzüm çiğniyordu. Ancak nefsine de şöyle diyordu:

— Ne sana olsun ne bana!

Nefsi feryat edip sızlandı:

— Beni mahrum ve zararlı ettin.

Meşâyihten birisi, bir yudum su içti ve sakaya yüz altın sadaka verdi. Verdiğine de hiç üzülmedi. Ancak, nefsi:

— Allah yoluna bir günde bu kadar altın verdin, deyince:

— Yüz altın verdik ama o da bize bir yudum su verdi, içtik. Bu da onun karşılığı oldu, dedi ve nefsine hiç minnet etmedi.

Oysa, sen bir fakire beş akçe versen, o kadar minnet edersin ki, o fakir incinir. Rastladığın yerde sana hürmet göstermezse: (Yazık, yazık.. Bu fakir hiç iyilik bilmez. Kendisine bu kadar sadaka verdik, bize bir selâm bile vermiyor.) diye yaptığın işi o kadar beğenir ve kendine öyle ümit verirsin ki, âdeta şeytan olursun. Halbuki, âşıklar amel ettikleri zaman nefislerinin ümidini keserler ki, riyalı amelle kendilerini görüp şeytan olmasınlar ve amelleri de hebâ olup gitmesin.

Sultan-ül-âşıkiyn ve burhan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestamî (Rahmetullahi aleyh) elli haccının sevabını, mısır unu ile yapılmış pideye sattı ve pideyi de bir köpeğe yedirdi. Bütün amellerinden feragat eyledi. İşte, nefsin ümidini kesmek böyle olur.

Ebû Süleyman-ı Dârânî, müritlerinden birisine misafir oldu. Yemek vakti olup sofra kurulunca, ev sahibi karısına seslendi:

— Hatun, şeyhimin yiyeceği yemeği, Mekke-i Mükerremeden son defa gittiğimde getirdiğim tabağa koy. Sakın, bundan önce gittiğimde getirdiğim tabağa koyma! deyince, Hazret-i şeyh dayanamadı:

— Ey riyakâr! dedi. O iki haccın da bâtıl oldu. Var yine haccet, o iki haccından hiç sevap umma!

Bundan da anlaşılıyor ki, farz olan amellere de riyâ karışabiliyormuş, dile getirmek ve söylemek iyi değilmiş. Zira, o kişinin biri farz ve diğeri nafile olan iki haccının da bâtıl olduğunu böylelikle bizler de öğrenmiş ve anlamış olduk.

Sultan-ı Enbiyâ sallallâhu ve sellem efendimiz:

“İyi amellerde, gururlanmaktan Allahu teâlâya sığınırım, buyurmuşlardır.”

Ey kardeş:

Ne diyeyim? Sen, kendine ne hac bırakırsın ne namaz bırakırsın ne oruç bırakırsın ne niyaz bırakırsın ne de sadaka bırakırsın. Bir sözle hepsini feda edersin, gider.

Şeyh Safi kuddise sirruh ne güzel buyurmuştur:

Minnet beklenen ekmeğin olur mu hiç değeri?

Taş üstüne tohum eken, eli böğründe kalır;

Minnet lokmaları ateş gibi yakar ciğeri,

Hak rızası için veren, ecrini Haktan alır.

Kişi, yaptığı hayır ve hasenatı, ibadet ve tâati unutması gerekir. Zira, gönüldeki dile gelince, minnet düşer ki, iyi değildir. Minnet dedimse, yalnız başkasına minnet değildir. Kişinin, kendi kendisine minneti de minnettir. Bundan dolayı, âşıklar riyâ olmaması için nefislerinin ümitlerini keserler. Riya denilen şey, nereye uğrarsa bütün amelleri bâtıl eder.

Bu sebeple, amelleri riyâdan korumak ve kurtarmak ve riyâdan çok korkmak gerekir.

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: '

“Beni, sizin için en çok korkutan şey, küçük şirke düşmeniz korkusudur, buyurmuşlardır.”

Bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

“Hak teâlâ, kullarının amellerinin karşılığını verirken, bazılarına: (Amellerinizi göstererek riyâlandığınız kimselere gidin, size bu amellerinizin karşılığını onlar versinler. Benim katımda, bu amellerinizin hayrı ve sevabı yoktur.) Buyuracaktır.” (Ne’ûzü billah)

Riyâ ile amel işleyenler, mahşer günü o amelleri için karşılık istedikleri zaman Hak teâlâ onlara şöyle buyuracaktır:

— Ey Riyakâr Ben, sana o amelinin karşılığını vermedim mi? Meclislere gidince, sana hürmet ve izzet etmediler mi? Baş köşelere oturtup, türlü nimetler ikram etmediler mi? Alımda, satımda sana saygı ve güven göstermediler mi? Bütün bunlar, senin ibadetinin karşılığı idi. Zira, senin o ibadet ve tâ’atten maksadın da halk içinde itibar bulmak değil miydi? İşte, muradın hasıl oldu. Sûfi lik eyledinse, şeyh oldun. Baş köşelerde oturdun, izzet ve ikramlar gördün. Herkes, senin ellerini öptüler, sana hizmetler ettiler. Müderris oldun, ilim okuttun, hikmetler söyledin. Sana verdiğim o ilmi, götürüp âciz ve günahkâr âdemoğullarının kapılarına bıraktın ve karşılığında izzet ve hürmet istedin. Sana verdiğim ilimle amel ederek, horluk ve miskinlikle benim katıma gelmedin. Şimdi ey mürâi! Sen ecrini dünyada iken aldın, buraya bir şey bırakmadın. Şimdi senin yerin cehennemdir.

Hakkın bu iradesi üzerine zebaniler onu alır ve cehenneme atarlar. Ne büyük zarara uğramaktır bu riyâ zararı...

Ne müşkül olur bu riyâ âfeti... Ne zehirli lezzet olur, bu riyâ lezzeti !..

Aziz: Riyâ ehlinin iki türlü musibeti ve mahşer gününde iki türlü rüsvâlığı vardır. Birinci musibeti, cennet riyâ ehlinin elinden çıkar. Eğer, işlediği amelleri ihlâs ile yani sırf Hak için işlerse, cennette ebedî sultanlığa nail olur. Riyâ ile işleyenler ise, bundan mahrum kalır. Ne büyük ne korkunç bir musibet, ölüm üstüne ölüm. Dünya hayatında kişiye, (İyi adam, zahit adam, sâlih adam, sofi adam, Hâccül-haremeyn) denilsin de yarın mahşer yerinde zühdünü, amellerini, haccını yüzüne vursunlar. Ne feci âkibet! Mahşer halkı arasında ne büyük mahcubiyet ne büyük zarar. Mahrum, mahzun, horluk ve utanç içinde cehenneme gitmek! Mevlâ, cümlemizi korusun.

Cehenneme götürülüp çeşitli azaplar çektikten başka kafirler ve fâsıklar da bunlara laf atıp sataşırlar;

— Hani, siz dünyada iken biz Muhammed ümmetindeniz, derdiniz. Bize yan yan bakar, hatta içinizden söver, kâfir diye beğenmezdiniz. Mescitlere gidip namaz kılardınız, sarık sarıp ucunu sarkıtır cakalı cakalı gezerdiniz, zikir meclislerinde başlarınızı sallardınız, bizler de sizleri görür ve ne mutlu şu adamlara diye imrenirdik. Ne oldu, bunca amellerinizden hiç faydalanamadınız mı? Neden buralara düştünüz? derler.

Riyâ ehli de ağlayıp, saçlarını başlarını yolarak dövünürler.

— Ne bilelim? Gerçi, biz dünyada ibadet ve tâat ederdik ama halkın (Ne hoş ne güzel şu müslüman kişi.) demesi de hoşumuza giderdi. Böyle diyenleri ve bizi övenleri duydukça, içimizden böbürlenir ve kibirlenirdik. İtibar ve hürmet gördükçe, koltuklarımız kabarır, amellerimizle övünürdük. Meğer, bütün o davranışlarımız ve düşüncelerimiz hep riyâ imiş, halk beğensin, sofu insan desin diye ibadet etmek şirk imiş. Ne bilelim ki, ibadet ve tâat sırf Hak için olmalı imiş. Gaflet ettik, aldandık, bu zararlara ve bu azaplara uğradık. Bizimle ibadet edenlerden birçoğu ihlâs ile amel ettiklerinden ve halkın iyi veya kötü demelerine aldırış etmediklerinden cennet nimetlerine ve ilâhi ikramlara mazhar oldular, derler.

Kâfirler ve fâsıklar, bunlarla alay ederler:

— Size şeyhleriniz ve zamanınızın âlimleri, riyanın kötülüğünü anlatmadılar mı? Halkın iyi veya kötü demesine aldırış etmemeyi, onlar desinler diye amelde bulunmamayı öğretmediler mi? Ahiret zararlarını, bu felâket ve mahcubiyeti söylemediler mi? Riyânın şirk ve riyâ ehlinin müşrik olduğunu bildirmediler mi?

Riyâ yüzünden cehenneme atılanlar, bu haklı sözler karşısında itiraf ederler:

— Evet, şeyhlerimiz ve âlimlerimiz bizlere daima amellerimizi sırf Hak için işlememizi, halkın iyi veya kötü demelerine aldırış etmemeyi ihtar eder, bugünlerimizi de bildirir, belâlara uğrarsınız, derlerdi ama biz onların sözlerini tutmazdık. Halkın hürmet ve itibar etmesi bize hoş gelirdi, diye ağlaşır ve feryat ederler. O kadar ağlarlar ki, gözlerinde yaşlar tükenir, kan dökmeye başlarlar, kan da tükenir fakat feryatları tükenmez:

— Ah ne olaydı, biz kendimizi dünyada iken harap etseydik. Orada iken bizi dövseler de sövseler de aldırmasaydık. Dünya izzetlerini ve hürmetlerini horlukla değişseydik. Tek bu haller başımıza gelmeseydi, derler.

Ey kardeş:

Ahiretteki bu zarar, büyük zarardır. Bu mahcubiyet, büyük mahcubiyettir. Bunları dil ile anlatmak, kalemle yazmak mümkün değildir. Ne var ki, senin bu zararlardan ve bu mahcubiyetler den hâlâ haberin yok, hâlâ dünya izzet ve hürmetine aldanıyorsun, hâlâ kesretten (çokluktan) kurtulamıyorsun, hâlâ şöhret peşinde koşuyorsun. Bir türlü hakka yönelemiyor ve amellerini ihlâsa götüremiyorsun. İhlâsa götürebilmek için de hiçbir gayret ve fedakârlıkta bulunmuyorsun. Bir halvete çekilip, karanlık gecelerde gözyaşı dökemiyor, başını secdeye, yüzünü toprağa vurup o yüce dergâha halini arz edemiyor, İhlâs ve tazarrû ile niyazda bulunmuyorsun ki, Hak teâlânın İsrâ sûresin de:

“Kitabını oku, Bugün, hesabını görmeye nefsin yeter.”

Diyeceğini hiç düşünüyor musun? Düşünüyorsan, bu fâni lezzetlerden o bâki lezzetlere neden özenmiyorsun? Neden, bu dünya izzetine aldanıyorsun? Bir gün, horlukla Azrail aleyhisselâmın darbesini yiyip bu cihandan gideceğini aklına getiriyor musun? Oraya gidince ne yapacaksın? Bu derde ölmeden bir çare arasan, bulsan olmaz mı? Huzur-u hakka bu kara yüzle varmak reva mıdır? Eğer, bir parçacık gayretin varsa, bu âlemde iken kendini belirsiz hale getir, amellerini ihlâsa götür, Allah ile ol, halkın hürmet ve itibarından kaç!

Ey kardeş:

Riyâ ehlinin bir rüsvalığını daha haber vereyim. Bir kişi, riyâ ile bir amel işleyince, o ameli alır göklere çıkarırlar ve Hak teâlâ hazretlerine arz ederler. Hak teâlâ buyurur:

— Geri götürün bu ameli ve sahibinin yüzüne vurun? Bu amel sahibinin muradı ben değilim. O ameli kimin için işlemişse, varsın karşılığını da ondan alsın. Bu amele şirk karışmıştır, bana lâyık değildir. Ben ortaklık ameli kabul etmem. Bu amelin sahibi cehenneme lâyıktır.

Bu ameli, derhal alır ve sahibinin yüzüne vururlar, o amel sahibi bütün melekler arasında rezil olur. Ne büyük rezilliktir ki, bir kişi Hak teâlâ katından kovulsun! Bunca melekler arasında ameli yüzüne vurulsun! Bundan büyük rezillik olur mu?

Riyâ ehlinin bir rezilliği de mahşer yerinde olacaktır. Hak teâlânın adı ile hâkim olduğu, bütün yaratılmışların hesap vermek üzere huzurda bulunduğu, her kişinin anası, babası, konu-komşusu, dost-düşmanı, artık veya eksik yüz yirmi dört bin Nebinin, dört yüz tabaka erenlerin ve velilerin, gelmiş geçmiş bütün Müslümanların hazır bulunarak Hak teâlâ hazretlerine karşı el pençe durduğu o büyük gün, büyük bir divan kurulur. Orada herkese lâyık olduğu muamele yapılır ve adalet tatbik olunurken, Hak teâlâ riyâ ehline dört ad ile hitap buyurur ki, o adlarla hiç kimseye hitap buyurmamıştır.

Riyâ ehline, Hak teâlânın hitabı şöyle olacaktır:

— Yâ kâfir!

— Yâ hâsir! (Zarara uğrayan, yolunu şaşıran)

— Yâ Gadir! (Gadr ve zulmeden, hâin, vefasız)

— Yâ Fâcir! (Fena huylu, sefih, günahkâr)

Bu hitaplardan başka şöyle buyurulacaktır:

— Bu şöhretten, bu ululuktan, bu böbürlenmekten sana hiç yardım eden ve feryadına yetişir var mıdır?

Mahşer gününde, riyâ ehline Allahu teâlânın böyle hitap buyuracağına, şu hadisi şerif açık bir delildir:

“Mürâiler, kıyamet gününde dört isimle çağrılacaklardır.”

Evet, riya ehline böyle hitap buyurulur ve:

— Bütün çalışmaların, bütün amellerin geçersiz oldu. Git, o ibadet ve tâatini kimin için ettinse, ecrini de sana o versin. Ben, ortak ameli kabul etmem. Çünkü, o amel hâlis değildir. Onun ehli de elbet cehennemliktir.

Bu erar-i ilâhi üzerine mürâileri VEYL cehennemine sürerler. Zira, amellerini riyâ ile yapanlara Hak teâlâ VEYL cehennemini vaad etmiştir.

“Veyl (Yazık) o namaz kılanlara ki, namazlarından gafildirler. Riyakârlık ederler.” Mâ'un sûresi: 4

Bir kişi, huzur-u saadete geldi ve sordu:

— Yâ Resûlallah! Riyâdan nasıl kurtulunur?

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz şöyle buyurdular:

— Riyâdan kurtulmak için, amelleri tam bir ihlâs ile yapmalıdır. Tam bir ihlâs ile yapılan amel ise, kişinin o amelden muradının yalnız ve ancak Hak olması ve halk için olmamasıyla mümkündür. Bu sebeple, halk için, bir nefes dahi alıp vermemelidir.

Ebû Osman buyurur ki:

İhlâs üç mertebedir: Avamın, havasın ve hassül-hasın.

  • Avamın ihlâsı, yapılan amelde nefisin bir tesirinin olmamasıdır.
  • Havassın ihlâsı, daha geniştir. Onlar, benliklerinden geçip kendilerinde fâni olurlar. Kendilerinden hâsıl olan hiçbir şey, kendi iradeleri ile değildir. Hak teâlâ onların üzerlerine ecirler verir ve her ibadet onlardan var olur. Havas ibadet ve tâatine dönüp hiç bakmaz, her şeyde Hak teâlânın iradesini ve cemalini müşahede ederler.
  • Hassül-hassın ihlâsını da yeri gelince inşa’allahu teâlâ söylerim.

Ey aziz kardeş:

Sakın sakın halk için durup oturma. Halk için bir adım atma. Nefs muradı için, bir nefes bile alıp verme. Yarın, hor hakir olur, başını pişmanlık taşlarına vurursun ama hem çare olmaz hem de fayda etmez.

Ey biçare:

Bırak bu halkı, ne derlerse desinler. Sen, hemen Hak rızasını gözet halkı bırak. Tâatini, ibadetini, virdini, tesbihini, zikrini halk içinde bir türlü, halvette bir türlü yapmaya heves etme. Halvette nasıl yaparsan, halk içinde de öyle yap. Gönlündeki niyetin temiz olsun. Eşinin, halk içinde anılmayı ve halk tarafından sevilmeyi istemesi riyâkarlıktır. Mürâilik ise, cehenneme gitmeye ve rezil rüsva olmaya sebeptir.

Aziz: Bu riyâ konusunda sana birkaç söz daha söyleyeyim olur ki, riyadan kaçınır ve sakınırsın, ihlâsa gelirsin, Hakkın muhlis kullarından olursun, Allahu teâlânın muhlis kullarına, şeytanın eli erişmez. Nitekim Hak teâlâ Kur'an-ı kerimin de buyurur:

“İblis, senin izzetine and olsun ki! İçlerinden ihlâslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım dedi.” Sâd Sûresi, 82-83. âyet

Şimdi aziz kardeş:

Herhangi bir amelde bulunduğun zaman, bu amelini halk görürse, elbet ona riyâ karışır. Zira, bu nefs gerçekten zâlimdir. Hiç aklına gelmeyen yerde peyda olur ve seni zarara uğratır. Meselâ, diyelim ki riyazet ehlindensin. Perhiz eden bedenin arınmıştır. Gözlerin çukurlaşmıştır. Benzin sararmıştır. Dilin, dudağın kurumuş, saçın sakalın birbirine karışmıştır.

Ansızın bir gün dışarı çıkarsın. Halk, seni bu halde görür ve derler ki:

— Filân kişiyi gördünüz mü? Kendisini harap etmiş, sırtına eski elbiseler giymiş, şu kadar zamandır uzlette, halvette imiş, perhiz ve riyazet eylemiş. Ne hoş ne güzel.

Böyle diyerek sana izzet ve hürmet ederler. Hatta, elini ayağını öperler. Sen de halkın bu muamelesinden hoşlanırsın ve bütün emeklerin bir ânda uçar, gider. Şunu bilmez misin ki, halk ekseriya böyledir, yalana ve mübalâğaya koştururlar. Onlar, sana hürmet ve itibar edince, sen de riyazet ve perhizde olup bitenleri anlatırsın ve bütün amellerin bozulur ve riyâ olur. Uzletin de halvetin de riyazetin de — Ne'ûzü billah — şeytanî olur, çıkar.

Şu hâlde, halvet ehli olanlara, halk arasına çıkıp karışmamak gerektir. Zaruret olur, çıkmak zorunda kalırsa, ancak üç yere gidebilir. Bu üç yeri de yukarıda söylemiştik: Cuma namazına, bayram namazına ve cenaze namazına. Fakat, bunlara da nasıl gidilir, onu da sana söyleyeyim. Bil ve öğren ki, nefsini riyadan kurtarman kolay olsun.

Ey aziz kardeş:

Halkın içine karışmak zorunda kaldığın zaman, yüzünü, gözünü düzeltip, kendine çeki düzen verirsin, riyazette bulunduğunu mümkün olabildiği kadar halktan gizlemeğe çalışırsın. Sakalını tarayıp, sarığının tülbendini yıkar, temizler ve düzeltirsin. O kadar ki, halk seni görünce:

— Bu riyazet ehli olamaz. Her hali düzgün, her şeyi yerinde, demelidir. Sen de hiç, belli etmez ve bu konuda kimseye bir şey söylemezsin.

Yalnız, bunun da gönülde büyük bir riyâsı daha olabilir. Onun için, hangi amel olursa olsun, evvelâ niyetin Allâhu teâlâ için olmalıdır. Cennet umudu, cehennem korkusu işin içine girmemelidir. Eğer, gönlünde bunlar olursa, ihlâstan düşersin.

Ey kardeş:

Halkın, övmesine de yermesine de aldırma! Ne kadar kötü amellerin varsa, tövbe et, ne kadar iyi amellerin varsa, halktan gizle ve hak tarafına bırak. Fakat, sakın iyi amellerinde kendini görme! Bütün bu ibadet ve tâatlerinin; dünya üzerinde bir gün nefes almanın, gezip yürümenin şükrü bile olmadığını düşün ve bunu asla aklından çıkarma!

Haberlerde gelmiştir ki:

Bir zâhit kişi vardı. Günlerden bir gün dişi ağrıdı ve kendisine çok eziyet ve zahmet verdi. Hiç huzuru kalmadı, hatta namaz bile kılamaz oldu. Hak teâlâ, bu zâhide aczini bildirmek için, tabip şeklinde bir melek gönderdi. Melek kendisine:

— Seni şu diş ağrısından kurtarmak için bir ilâç veririm ama karşılığında bana ne verirsin? diye sordu. Zâhit:

— Ne istersin? diye yokladı.

— Bütün iyi amellerini, ibadet ve tâatini ver, cevabını alınca:

— Ben buna nasıl razı olayım? dedi ve tabip şeklindeki melek de çekildi, gitti.

Fakat, dişinin ağrısı da her gün biraz daha artıyor ve ona rahat bir nefes bile aldırmıyordu. Kendi kendisine:

— Ömrümün sonu böyle huzursuzlukla ve acılar içinde geçmesin. Şu tabibe bütün amellerimi ve ibadetlerimi vereyim de beni iyi etsin. Sonra ben yine ibadet eder, yeniden sevap kazanırım, diye düşündü ve dediği gibi de yaparak bütün amellerini ve ibadet ve tâatini tabibe verdi.

Bazıları, on sekiz yıllık ibadetini, sırf bu diş ağrısından kurtulmak için verdi, derler. Tabip, buna bir ot verdi ve dişinin üzerine koyar koymaz derhal ağrısı geçti. Zahidin gözleri açıldı:

— Elhamdülillah. Çok şükür yâ Rab! dedi.

Tabip şeklindeki melek, onun bu hamdi ve şükrü üzerine şunları söyledi:

— Ey zâhit! İyi bilmiş ol ki, senin bütün amellerin, ibadet ve tâ’atin, dünyada bir gün sağlıkla bakmanın şükrü bile değildir. Ben, senin ibadet ve tâatini ne yapayım? Ben, meleğim ve sana aczini bildirmek için beni Hak teâlâ gönderdi.

Şimdi, ibadetinden ötürü Allahu Teâlâ’dan başka bir şey umma. Sen, ücretle tutulan bir ırgata benzersin, üstelik ücretini peşin vermişlerdir. Ücretini peşin alan ırgatında elbette çalışması gerekir, dedi ve derhal kayboldu.

Evet, biz de bütün ömrümüzü ibadet ve tâ’atle geçirsek bile, bu bir gün rahat bir nefes alıp vermemizin şükrü dahi olamaz.

Böyle olunca, kişinin ibadet ve tâatinden ötürü kendisini yüksek görmesi doğru değildir. Kaldı ki, kendimize mal edemediğimiz ibadet ve tâatlerimizi halka arz etmek neye yarar?

Hatta, ibadet ve tâatimiz karşılığında, Allahu Teâlâ’dan ücret dilemek neye gerek? Kişi, Mevla’sına itaat edip, kullukta bulunduğundan dolayı ücret ister mi? Hak teâlâ, seni ve beni yoktan var eyledi. Göz verdi, kulak verdi, ağız verdi, dil verdi, el verdi, ayak verdi. Kimseye vermediği gönül verdi. Yalnız, insana verilen o gönülle ne zaman afâka baksa, bütün yaratılmışların hakikatlerini görüp, gerçekleri müşahede eder. Çünkü, afâkta (dış dünya ve madde alemi) ne varsa, enfüste (insanın iç dünyası ve ruh alemi) de o vardır. Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde Fûssilet sûresi 53. ayetinde şöyle buyurur:

“İnsanlara, ufuklarda (afâk) ve kendi nefislerinde (enfüs) âyetlerimizi göstereceğiz ki, Kurânın hak olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”

“Öyle ise, sende gönül aynanı zikrullah nuruyla cilâla, basiret gözünü aç, benlik süprüntülerinden gönlünü temizle ki, iki cihanda sana gizli bir şey kalmasın. Çünkü, zikrullâh nuru gönül aynasına doğunca, gönül alemindeki karanlıkları giderir. Hakkın hakikati zâhir olup gün gibi parlar. Bu konuda da söz çoktur, biz yine maksada gelelim:

Evet, Hak teâlâ bütün bu uzuvlarımızı verdi ve her birisine de türlü türlü ibadetler emretti. O ibadetleri, yerli yerince yapmak gerekir, ki o ibadetlerle bütün uzuvlarının şükrü karşılanabilsin.

Nitekim, Allâhu teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Allahu teâlâya ibadet ve ona şükredin.” Bakara sûresi: 172

Kişi: (Mabudum Allahu Teâlâ’dır.) derse, onun şükürleri de hâlisen Allahu teâlâya olmak gerekir. Çünkü, Hak teâlâ buyurur:

“Eğer, verdiğim nimetlere şükrederseniz, her halde nimetlerinizi artırırım.” İbrahim sûresi: 7

Uzuvlarının şükrünü yerine getirirsen, mesela gözün şükrünü yaparsan Allâhu teâlâ gözünün nurunu artırır.

Nitekim, Şükür de üç kısımdır:

1) Dil ile şükür,

2) Gönül ile şükür,

3) Bütün uzuvlarla şükür (Bütün uzuvlar deyince, el, ayak, göz, kulak, dil, dudak hepsi dahildir.)

Dil ile şükür, Allâhu teâlâya hamd etmektir. Her işte, her zaman hamd etmelidir ki, nimetlerini arttırsın.

Aziz: Şükür konusunda âlimlerin ve şeyhlerin sözleri çoktur. Talibe kolay gelen, zahir âlimlerinin sözleridir. Şimdi, önce onu söyleyeyim, sonra da inşa’allahu teâlâ meşâyihin sözlerini naklederiz. Zâhir âlimlerinin sözlerini dinleyince, kalanı da eda olunur, şâkirlerden olursun. Bütün uzuvlarının şükürlerini de yerine getirirsin.

Her nimet, her iyilik ve her hoşluk karşısında dille ELHAMDÜLÎLLAH demek, hamd etmektir. Buna, dil ile şükür de diyebiliriz. Bir de gönül ile şükür vardır ki, o nimet, o iyilik ve o hoşluk kimden gelirse ve nasıl olursa olsun, ihsan buyuran Allahu Teâlâ’dır, veren odur, verdiren odur, diye itikat etmektir. O iyiliği, o hoşluğu ve o nimeti sana ulaştıranı, araya vasıta ve emin olarak koyan da Allahu Teâlâ’dır. Dilerse verir, verdirir. Dilemezse vermez ve verdirmez. Buna böylece itikat ettikten sonra, artık boş yere şunun bunun kapısını aşındırmadan tevekkül kapısında sessiz sedasız oturmalıdır. Allâh’ın Rezzak olduğunu bilir ve kendisini, tam manasıyla Allah’a ısmarlar.

Gönlün, bundan daha güzel bir şükrü vardır ki, bu bir nevi ibadettir. Bunları düşündükten ve itikat ettikten sonra, Allahu teâlânın sebepli veya sebepsiz rızık vermeye kadir olduğunu bilmelidir. Gönlün, bir şükrü ve ibadeti de Allahu Teâlâ’dan başkasına asla meyletmemek ve Allah muhabbeti ile daima mest olmaktır. Öyle ki, İki cihandan ve iki cihanın nimetlerinden müstağni (gözü gönlü tok) olmaktır.

Bundan sonra, bütün uzuvların ibadeti ve şükrü vardır. Şimdi sana onları da birer birer anlatayım:

  • Gözlerin ibadeti ve şükrü, Hak teâlânın haram kıldığı şeylere bakmamak, hiç kimsenin ayıbını görmemek, bütün ayıpları kendisinde görmek, hiç kimseye ve hiçbir şeye hıyanet gözü ile bakmamak, kimsenin arkasını araştırmamak, şu ne yapar, bu ne eder diye gözetlememektir. (Bu ve buna benzer gözle ilgili her ne varsa, haramdır.)
  • Kulakların ibadeti ve şükrü de haram olan şeyleri dinlememek, haram sözler ve sesler duyulunca derhal uzaklaşmak yani haram şeylere karşı kulakları sağır gibi tıkamaktır. Çalgı, iftira, yalan şeylere kulakları tıkamak, buna mukabil, kulaklara Kurân dinletmeli, hak sözleri, vâzü nasihatleri, tesbih, tehlil ve tekbirleri duyurmalıdır.
  • Ellerin ibadeti ve şükrü ise, hiç kimseye vurmamak, Hak teâlânın haram kıldığı şeylere dokunmamak, mazlumları incitmemek, bir şeylerini almamaktır. Buna mukabil, fakirlere sadaka vermek, hayırlar ve iyilikler yapmak, muhtaçlara, aç ve susuzlara o ellerle bir şeyler vermek, yedirmek ve içirmek, düşmüşlerin ellerinden tutmak, yetimlerin başlarını okşamak ellerin ibadeti ve şükrüdür.
  • Ayakların ibadeti ve şükrü, onlarla doğuya veya batıya gitmek ve fakat fitne olan yerlere götürmemek, Allahu teâlânın haram kıldığı yerlere yaklaştırmamaktır. Buna mukabil, mescitlere, hastaları ziyarete, cenaze namazı kılmaya, ana baba ve hısım akraba ziyaretlerine götürmek de ayakların ibadet ve şükrü olur. Yani, fısk meclislerine, dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına değil, âlimler ve şeyhler ziyaretine, Mekke ve Medine'ye, Kudüs'e götürmeli ve diğer zamanlarda evde oturmalısın.

- Kardeş:

Yukarıda anlatılan bu uzuvları kötülükten uzaklaştırıp, onları dinin ipi ile bağlarsa manevi duyu organları açılır. Zahiri beş organın tesirinden kurtulup, bunları tamamen bağlamadan gönülde manevi beş duyu açılmaz yani, bâtınından basiret gözü açılmaz. İnsan ancak manevi duyuları açılınca keşif sahibi olabilir.

Meselâ, zahir gözü şeran ruhsat olmayan şeylerden, bağlamayınca, bâtınından basiret gözü açılmaz. Zâhir kulağı da yasaklanan şeylere kapatılmadan, gönül kulağı açılarak duymaz. Dil de şer’e uymayan şeylerden korunmayınca, gönül dili de açılıp, hakkın hikmetini ve marifetini söyleyici olmaz. Eller de şer'an ruhsat olmayan yerlerden sakındırılmayınca, bâtın eli feth olunarak ilâhi hazinelere yetişemez. Ayaklar da şer'an uymayan yerlerden ve nefsin isteklerinden men edilmeyince, bâtın ayağı hâsıl olup yürümez:

“İçlerinden birine, insanları uyar ve müminlere Rableri katında sarsılmaz bir mevki derece sahibi oldukları (Takdim ettikleri iyi amelleri ve sıdkları sebebiyle) müjdesini ver diye vahyetmemiz, insanların tuhafına mı gitti ki, kafirler bu adam açık bir büyücüdür dediler.” Yunus sûresi: 2

Ayetinin manası tecelli etmez. Bu zahir uzuvları kendilerine buyurulan ibadetleri yapıp şükrünü de yerine getirdikten sonra insanı riyaya düşürmemeli, halka kendisini iyi biri olarak takdim etmemelidir.

Bir kişi, efendisinin buyurduğu kulluğu yerine getirdiği için, efendisinden ücret ister mi? Âdet budur ki, kul kulluğunda olsun ve vazifelerini yapsın. Efendi, ihsan ederse eder.

Kaldı ki, Allahu teâlâ bire karşılık bin ihsan buyuruyor. Rızkı da veren Allah’tır. Dünyada ve âhirette kullarına lâyık olduklarını elbette verir. Kul, kendisine buyurulanı yapmalı ve kendisini Allâhu teâlâya ısmarlamalıdır. Riyâ olan yerlerden kaçarak, ihlâsı hedeflemeli ve ihlâsa yaklaşmalıdır.

Sana, riyâ ile ihlâsın farklarını da anlatayım ki, her birisini iyice anla ve öğren!

Huzeyfe't-ül-Yemani radıyallahu anh buyurur ki; Resûl-ü zişâna sordum:

— Yâ Resûlallah! îhlâs nedir?

Efendimiz saadetle şöyle buyurdular:

— İhlasın ne olduğunu ben de Cebrail aleyhisselâma sordum. O da Allahu azim-üş-şâna sordu. Alemlerin Rabbi şöyle buyurdu:

“İhlâs, benim sırrımdan bir sırdır ki, ben onu sevdiğim kullarımın gönüllerine emanet ederim.”

Şeyh Necmeddin Kübrâ rahmetullahi aleyh, MENARÂT ÜS-SÂ'ÎRÎYN adındaki kitabında buyurur ki:

— Hak teâlânın: (Benim sırlarımdan bir sırdır.) buyurması, bekâ sırrından fenâ sırrıdır ki, Allahu teâlâ sevdiklerinin ve âşıklarının gönüllerine emanet eder. Zira, MUHÎB'de muhabbet sıfatı mevcut olup, MUHÎB'in zatı mahvolmuş ve ona bedel MAHBUBUN zatı gelmiştir.

Şeyh Sadreddin-i Konevi rahmetullahi aleyh de buyurur ki:

— Allahu teâlânın (İhlâs, benim vücudum sırrından bir sırdır.) buyurmasının Bunun mânası şudur: İhlâs belirli sırlarla örtülmüştür. Sırrımla, sevdiğim kimsenin gönlüne bir tecelli eylerim, onun vücudunu, hiç kimsenin anlayıp kavrayamayacağı bir haysiyetle vücudumda fâni kılarım.

Hz. Ömer radiyallahu anh, bir gün mescide girdi ve Mûaz bin Cebel radiyallâhu anh’ın, başını Ravza-i mutahhara duvarına yaslamış ağlamakta bulunduğunu gördü. Yanına yaklaştı ve sordu:

— Yâ Mûaz! Niçin ağlıyorsun?

Mûaz bin Cebel radiyallâhu anh, gözyaşları arasında cevap verdi:

— Yâ Ömer! Ben, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden işittim, buyuruyorlardı ki: "Riyanın azıcığı dahi şirktir. Müşrikin yeri de cehennemdir. Riyâdan sakınınız ki, etkıyâ'dan olasınız. Zira, Hak teâlâ etkıyâyı sever."

Sordum: (Yâ Resûlallah! Etkıyâ kimdir?) Efendimiz, şöyle buyurdu: "Etkıyâ onlardır ki, hiçbir mecliste onu kimse hatırlamaz ve aramazlar. Yokluğu ile varlığı bir olur. Bir meclise gelse, kim olduğunu merak bile etmezler. İşte, böyle olanların gönülleri, Hak nuruyla doludur ve onlar için uzak veya yakın birdir. Onlar, cennet ehlindendirler." Sonra şu Hadis-i şerifi irâd buyurdular:

“Onlar, cennet ehlindendir. Saçları ve sakalları dağınık ve karışık, üstleri başları tozlu, elbiseleri eski olur. Halk içinde itibarları bulunmaz. Onları, kimse hesaba katmaz. Fakat, Hak teâlâ indinde aziz ve muteberdirler. Hak Teâlâ’dan ne dilerlerse ihsan buyurur ve onların sözlerini asla reddetmez ve kabul eyler. Dünya halkı katında sözleri hiç dinlenmez. Halbuki, kıyamet günü onlardan birisinin nuru, taksim olunsa bütün mahşer halkına yetecek kadardır. Zira, onların nurları Hak teâlânın nurundandır.”

Demek ki, riyâdan kaçıp ihlâs isteyenlere, koyun çobanı gibi olmaları gerekir. Çoban, güttüğü koyunlar arasında ibadet etse, onlardan izzet ve hürmet bekler mi? öyle ise, ihlâs isteyenler de ibadet etmeli ve fakat halktan el çekmelidir. Ancak, bu suretle dinlerini ihlâsa götürebilirler. Hak teâlâ:

“İyi bilin ki, Allâhu teâlâ için olan din, şek ve şirkten pak ve hâlis olan dindir.” Zümer sûresi: 3

Buyurmuştur. Bu âyeti, meşâyih şöyle tefsir etmişlerdir:

— Din, bütün şüphelerden, riyâdan, ucubtan ve benzeri âfetlerden arınan ve Allahu Teâlâ’dan başkası ile süslenmeyen dindir.

Ey kardeş:

Her kim, bu âfetlerden emin olmak ve amelini ihlâsa götürmek dilerse, varsın bu köpek nefsini halk arasından çıkarsın ve uzaklaştırsın, uzlete girsin, halvet bir yerde otursun, ibadet ve tâ’atle meşgul olsun. Belki, böylelikle amellerini riyadan kurtarabilirler.

Riyâ ile amel edenin misali de vardır, onu da söyleyeyim:

Riya ehlinin misali şuna benzer ki, birisi gider ufacık taşlar toplar, keselere doldurur ve rastgele herkese dolu dolu keseleri göstererek kendisini zengin bir insan gibi bildirir. Fakat, meselâ ortaya bir kumaş getirilse ve bu da alıcı olsa, bütün o keselerdeki ufacık taşlar bir kuruş bile etmez, kendisi de rezil olur, kalır. İşte, riyâ edenlerin halleri de böyledir.

Onlar da ömürleri boyunca birtakım amellerde bulunurlar ve bunları bir şey sanırlar ama, arasına riyâ karıştığı için, onların da amelleri ortaya dökülünce, keselerden ufacık taşların dökülmesi gibi riyâ ehli de mahrum ve zarara uğramışlardan olurlar (Ne’ûzü billah)

İlâhi! İzzetin hakkı için, bütün Müslümanları riyâ afetinden sakla ve ihlâsa götür.

Fakir müelliften beyitler:

Uzlet ehli doğru gider cennete,

Uzlet ehli hiç uğramaz mihnete.

Uzlet ehlinin riyasız tâati,

Uzlet ehlinin Halikadır himmeti..

Uzlet ehlidir, hakkın sevdiği kul,

Uzlet ehlidir, atâ verdiği yol.

Uzlet ehli buluşur Allah ile,

Uzlet ehli söyleşir ol şâh ile.

Uzlet ehlidir seven hem sevilen,

Sen bu uzletten kaçarsın pes neden.

Uzlet edip oturan insan olur,

Hergelede yürüyen hayvan olur.

Kim ki halktan döne, Hakka ulaşır,

Hakkı koyandır ki, halka dolaşır.

Galebe den çık, hakkı halvette istegil,

Hakkı halvette bulursun belli bil.

Dostu bulan cümle halvette buldular,

Her kimi ki dost diler, halvet diler.

Eşref oğlu Rûmi halktan yüz çevir,

Ol ulu dergâha var yüz yere vur.

Oldurur ol cümle dertlere deva,

Andan artığı kamu nefs-ü neva.

Ey aziz kardeş:

Zikrullah, her mümine farzdır. Nitekim, Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Ey imân edenler! Allâhu Teâlâ’yı çok zikredin.” Ahzâb sûresi: 41

Bir diğer âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:

“Onlar, o kâmil akıl sahipleri ayakta iken, otururken ve yanları üstüne yatarken hep Allâhu Teâlâ’yı zikrederler ve göklerin ve yerlerin yaratılışını düşünürler.” Âli İmran sûresi: 191

Zikrullah, üç mertebe üzerine dir:

1) Dil iledir ki, gönül ondan gafildir. Bu, avamın zikridir.

2) Hem dil hem de gönül iledir. Bu, havassın zikridir.

3) Hem dil hem gönül hem de bütün uzuvlarla dır. Bu, hassül-havasındır.

Ey aziz kardeş:

Birinci mertebe zikir ki, dil iledir ve gönül ondan gafildir, yani gafletle yapılır, o zikirden hiçbir fayda yoktur. Zira, Hak teâlâ gafletle zikretmeyi ve gafletle namaz kılmayı nehyetmiştir. Kullarına gafillerden olmamalarını irade buyurmuştur.

“Gizli ile aşikâre arasında bir sesle zikret de gaflet edenlerden olma!” Â'raf sûresi: 205

Üç şeyin, Allâhu teâlâ indinde sinek kadar değeri olmadığında bütün meşâyih-i kiram ittifak etmişlerdir.

1) Gafletle zikrullah etmek.

2) Sünnet-i seniyyeye uymadan salâvat getirmek.

3) Kalp huzuru olmaksızın namaz kılmak.

Meşâyih, bu sebeple dil ile yapılan zikir LÂKLÂKA'dır buyurmuşlardır.

Enes radiyallâhu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden naklen rivayet etmişlerdir ki:

“Lâ ilâhe illallah” lâfzı, azim ve kerim bir kelimedir. Kim ki onu ihlâs ile söylerse, cennet ona vâcip olur. Kim ki inkâr ederse, yalanlarsa, malı alınır ve kanı helâl olur ve gideceği yer de cehennem ateşidir.”

Kâzip yani yalancı ona derler ki, dili ile söyler ve fakat gönlü ondan gafil ve münker olur.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh, bu konuda bir mesel buyurmuştur:

— Bir kimse, dâr-ül-kazada yani şer'i mecliste, bilmediği bir şeye şahitlik etse, kendisine seksen değnekten aşağı vurulması vâcip olur. Fakat, kelime-i şehadeti şeriatte gafletle söylerse, şer'an ona günah yoktur, amma hakikatte günahkâr olur, tarikatte tıpkı bilmediği şeye şahitlik eden gibi seksen değnekten aşağı vurulması lâzımdır. Fakat, onun bu cezası, daima nefsini zorlayarak, kahrederek ve riyâzet emrederek taklitten tahkike erişmesi ve kalp itminanına kavuşmasıdır:

“Onlar ki, imân etmişlerdir. Kalpleri, Allâhu teâlânın zikriyle yatışır. İyi bilin ki, kalpler Allâhu teâlânın zikriyle sükûn bulur.” Rad sûresi: 28

Kalp itminanı (iknâ olmak, tatmin olmak), zikrullâh iledir. Fakat, yalnız dil ile söylemekle değildir. Belki, tevhidin mânasına vâkıf olmak ve ona hiç aralık vermeksizin devam etmek iledir. Zâtullaha ancak böyle vâsıl olunur.

Meselâ, gayet susamış ve susuzluktan sersemlemiş bir kişi bir çölde giderken mütemadiyen (Su. Su.) demekle susuzluğunu gideremediği ve illâ bir su bulup kana kana içtikten sonra suya kandığı gibi, tâlipler de hiç aralık vermeksizin zikrullâh ile meşgul olmadıkça, Hak teâlâ muhabbetiyle ünsiyet (yakınlık) edemez. Visal (ulaşma, kavuşma) susuzluğu galip olur, şevke ve ıztıraba gelir, vusul hâsıl olmadan kalp itminanı da hâsıl olmaz, üzerinden gaflet giderilmez. Fakat, tâlip zevk bulunca itminan hâsıl olur.

—İkinci mertebe dediğimiz zikir ki hem dil ile hem de gönülledir. Daha açıkçası kalp huzuru iledir. İşte, böyle zikredenlere Hak teâlâ çok sevaplar, cennet içinde köşkler, saraylar, huriler, gılmanlar verir. Amma, asıl maksut o değildir.

Şimdi onu da bildireyim:

Zikrullahın fazileti ve sevabı gayet çoktur. Hepsini söylemeye kalkarsak, söz uzar ve kitap uzun olur ama size hepsinden birer çeşni tattıracağım. Tâ ki, taliplere zikretmek ve gönüllerinden zikrullah ile hicabı kaldırmak ve maksuda ulaşmak kolay olsun.

Şimdi, bilmiş ol ki kalp huzuru ile zikrullahta bulunmanın, yani daima ve çok çok zikretmenin faydası gayet çoktur. Hepsinden Önemlisi, kalpte muhabbetullah hâsıl ettirir ve gönülden Allahu Teâlâ’dan gayrısının muhabbetini giderir, şeytanın bütün vesveselerini keser, şeytanı âvâre eder ve bütün hile ve tedbirlerini dağıtır, imânı sağlamlaştırır, gönül pasını giderir ve gönlü nurlandırır, yani bir bakıma diriltir. Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyur:

“İmanda kâmil olanlar ancak onlardır ki, Allâhu teâlâ zikrolunduğu vakit, onun azamet, celâl ve heybetinden kalpleri titrer.”

Allâhu teâlâ zikr edildiği zaman, kalpler cilalanır, o ciladan gönülde korku hâsıl olur. Ne zaman ki, gönül zikrullahtan lezzet bulursa, o zaman imân üzerine imân hâsıl olur. İmân üzerine imân olur mu? diye soracak olursan, kitabın başında imânı üç mertebe üzerine beyan eyledik ve zikrullah gönül pasını giderir dedik. Onun için, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Her şeyin bir cilâlayıcısı vardır. Kalplerin cîlâlayıcısı da Lâ ilâhe illallah Muhammed’ün Resûlullahtır.”

Zikretmek, gönül âleminden karanlığı giderir. Basiret gözünü açar. Zikrullahın hassaları sayılamayacak kadar çoktur. Bu söze, şimdi ara verelim de biraz da sevabından bahsedelim:

Ebû-Hureyre radiyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden rivayet ederek buyurur ki:

“Zikretmek, sadaka vermekten hayırlıdır. Zikretmek, oruç (nafile) tutmaktan hayırlıdır.”

Muaz bin Cebel radıyallahu anh’tan rivâyet olunan diğer bir Hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:

“Size, hayırlı bir amelinizden haber vereyim mi. O, sizin bütün günahlarınızı arındırır, derecelerinizi yüceltir ve size altından da gümüşten de sadakadan da kafirlerle vuruşarak onların boynunu vurmaktan veya onlardan birisinin sizin boynunuzu vurmasından da daha hayırlı olur. (Buyur yâ Resûlallah diye niyazda bulunduk. Efendimiz saadetle buyurdular.) “Bahsettiğim hayırlı amel, Allâhu Teâlâ’yı zikretmektir.”

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Âdemoğullarının, kendilerini cehennemden kurtaracak hiçbir amelleri yoktur. İllâ, zikrullahtır.”

Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurmuşlardır ki:

— Mi'râc gecesi, gökte nurdan bir şehir gördüm. Büyüklüğü, dünyadan bin defa fazla idi. Nurdan zincirlerle asılmıştı. O şehrin, yüz bin nurdan kapısı vardı. Her kapının önünde bahçeler ve bağlar, her bağda kasırlar, her kasırda nurdan yetmiş hücre vardı. Her hücrenin, yüz bin kapısı vardı. Bir kanadı altından ve bir kanadı da gümüşten idi. Her hücrenin önüne nurdan birer taht kurulmuştu. Her tahtın üzerine ipekten yetmiş döşek konulmuştu. Her döşekte birer huri oturuyordu. Bu hurilerin, bütün azaları nurdandı. Eğer, o huri kızlarından birisi, serçe parmağını dünyaya uzatmış olsaydı, ayın ve güneşin nurları belirsiz olurdu. Niyaz ettim:

— Yâ ilâhi! Bu ne azametli makamdır. Acaba hangi peygamberindir?

Hak celle ve âlâ buyurdu ki:

— Bu makam, sıdk ile, ihlâs ile bir kere LA İLAHE İLLALLAH diyen kulumundur.

Hâlis ve muhlis olarak kim LÂ İLAHE İLLALLAH derse, cennete girer buyuruldu.

Şimdi, böyle ihlâs ile zikretmek nasıl olur, onu da anlatalım:

Ey kardeş:

Zikrullahın fazileti, faydası ve sevabı gayet çoktur. Yazmaya kalksam ne kâğıt yetişir ne mürekkep yetişir ne kalem yetişir. Bütün ins ve cin kâtip olsalar, yazmağa güçleri yetmez. Fakat, sırası geldikçe faziletlerinden, faydalarından ve sevaplarından, anlatılabildiği kadar anlatayım da âşıklar, tâlipler, okuyanlar, dinleyenler bu kitabın faydalarından inşa’allahu teâlâ mahrum kalmasınlar.

Bilmiş ol ki, tevhidin yani LÂ İLÂHE İLLALLAH demenin nuru vardır. Tâlibin kalbinde, zikrullah nuru bir kere karar tuttuktan sonra, zâkirin o nuru asla kaybolmaz, hatta kabrine bile girer, onu kabir azabından dahi kurtarır. Nefsin, o çirkin sıfatları korkunç birer canavar halinde kabrine saldırdıkları vakit, o nûr zâhir olur ve azap için gelen o canavarlar hemen kaçarlar. Hak teâlâ, ne zaman ki ümmet-i Muhammed'in âsilerinin cehenneme sürülmelerini irade buyurduğunda, Zakirlerin yüzleri kararmaz, boyunlarına zincir takılmaz, LÂ ÎLÂHE İLLALLÂH' ın fazileti orada da imdatlarına yetişir. Zebaniler, onları feryat ve figan içinde cehenneme götürdükleri zaman, cehennem mâlikleri yüzlerinin kararmamış ve boyunlarına zincir takılmamış olduklarını görürler ve:

— Böylesi de hiç cehenneme gelmemişti, acaba bunlar kimlerdir? diye sorarlar. Zebaniler:

- Bize böyle emrolundu, başka bir şey bilmeyiz, cevabını verince, bu defa kendilerinden sorarlar:

— Sizler hangi kavimden ve hangi ümmettensiniz?

Yüzleri kararmamış ve boyunlarına zincir vurulmamış cehennemlikler cevap verirler:

— Bizler LA ÎLÂHE İLLALLAH diyen ümmetteniz. Bizim peygamberimize Kur'an-ı azim-üş-şân nazil olmuştu, bizler de o Kur'anı okurduk. Günde beş vakit namaz kılardık. Yılda bir ay oruç tutardık. Yılda iki defa bayram namazı kılardık. Mallarımızın zekâtını verirdik. Şimdi, cehennem heybetinden ve kıyamet korkusundan bu amellerimiz yok olduğundan mahcup ve perişan kaldık ve peygamberimizin adını unuttuk.

Zebaniler derler ki:

— Kendisine Kur'an-ı azim nazil olan zât-ı akdes Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem dir. Bu söylediklerinize bakılırsa, sizler de Muhammed ümmetinden olacaksınız.

Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın mübarek adını işitince, ağlayıp feryat ederler ve:

. — Evet, bizler Muhammed aleyhisselâmın ümmetindeniz, derler. Zebaniler:

— Ey Muhammed ümmeti! Dünyada ettiğiniz ameller, namazlar, oruçlar, zekâtlar, haclar, zikirler, tesbihler, hayırlar, hasenatlar nasıl oldu sizleri cennete götürmedi de buraya düştünüz?

Bunlar cevap verirler:

— Bizler gerçi bu saydığınız amelleri işlerdik. Fakat, Müslümanları incitirdik, haram-helâl demez ne bulursak yerdik. Dedikodu ederdik, elimiz altında olanlara ve başkalarına zulüm ederdik. Mahşer yerine geldiğimizde, üzerimizde hak sahibi olanları çağırdılar. Onlar da bizlerden davacı olunca amellerimizi alıp onlara verdiler ve bizim amellerimizle cennete gittiler. Bizi de mahrum ve mahzun cehenneme gönderdiler.

Evet, üzerinde kul hakkı bulunanların bütün amelleri ellerinden alınır ve hak sahiplerine verilir amma, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH nurunu kimse alamaz. Hatta, onu mizana dahi koymazlar. Zira, LÂ ILÂHE İLLALLAH demeğe hiçbir şey karşılık ve benzer olamaz. Bu zavallılar yalvarırlar:

— Bize müsaade edin de biraz ağlaşalım, derler. Müsaade edilir ve ağlamaya başlarlar. O kadar ağlarlar ki, cehennem mâlikleri onlara:

— Sizler, bu ağlamayı dünyada iken yapmanız gerekti. O zaman hiç kimseyi incitmeseydiniz, üzerinizde kimsenin hakkı bulunmasaydı, burada bu azaplara uğramazdınız. Şimdi ağlamanın size hiçbir faydası yoktur, derler ve zebanilere bunları ateşe atmalarını söylerler. Zebaniler, kendilerini ateşe atmak üzere gelirken, bunlar hep bir ağızdan:

— LÂ ÎLÂHE İLLALLAH, diye çığrışmağa başlarlar.

Ateş, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH nidasını duyar duymaz, bunlardan kaçar ve hiçbirini yakamaz. Cehennem mâlikleri, ateşe sorarlar:

— Bu âsileri neden yakmıyorsunuz? Neden, bunların üzerlerinden kaçıyorsunuz?

Bu defa, ateş cevap verir:

— Bunların üzerlerine varınca, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH diye çığrışırlar. Onlardan öyle bir nur çıktı ki, eğer kaçmasak o nur bizi bile yakar, sıcaklığımızı söndürürdü. Hak teâlâ, bize LÂ ÎLÂHE İLLALLAH diyenleri yakmağa izin vermedi.

Cehennem mâlikleri âciz kalırlar. Kendi kendilerine:

— Feryatlarına aldırış etmesek de bunları ateşe atsak bile, tevhidin nuru ateşi söndürecektir, derler ve Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulunurlar:

— İlâhi! Burada bir bölük kavim var ki, ateş bunları yakmıyor. Ateş kendilerine saldırınca, bunlar LÂ ÎLÂHE İLLALLAH diyorlar, ateş onlardan kaçıyor ve yakmıyor. Korkuyoruz ki, bunların nuru ateşi tamamen söndürecek,

Hak celle ve âlâ ferman buyurur:

— İhlâs ile LÂ ÎLÂHE İLLALLAH diyenleri, ateşe yakmayacağını vaad ettim. Zira, onlar benim Zâkirlerimdir. Varın, çıkarın onları ve cennete götürün.

Onları, cehennemden çıkarır, nurdan buraklara bindirir ve cennete götürürler.

Nitekim, iki cihan serveri buyurmuştur:

“La ilahe illallah diye şehadet edenlerin cesetlerine, Allahu teâlâ ateşi haram eder ve onlara cenneti vacip kılar.”

Enes radiyallâhu anhtan rivayet olunan bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Allahu teâlâ, kıyamet günü buyurur: (Ey Lâ ilahe illallah) diyenler! Yaklaşınız ve arşımın gölgesinde dinleniniz. Siz beni, ben sizi seviyorum.”

Bu Hadis-ı şeriften anlaşılmaktadır ki, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH demeye devam edenler, Evliyâullahtan olurlar. Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden sordular:

— Yâ Resûlallah! Evliyâ’ullah kimlerdir?

Efendimiz saadetle buyurdular:

Daima Allahu Teâlâ’yı zikredenlerdir.

Bilmiş ol ki, bütün ameller LA ÎLÂHE İLLALLAH demeye bağlıdır. Her kim, LA ÎLÂHE İLLALLAH demese, onun ameli bâtıl olur. Onun için, imân bundan başka bir kelime ile sahih olmaz.

Nitekim, Resûl-üs-sakaleyn efendimiz buyurmuşlardır:

“İnsanlarla lâ ilahe illallah deyinceye kadar vuruşmak la emrolundum. Zira, kişi bu kelîme-i tevhit ile şirkten ayrılır, küfür ile imânın arasını ayırır.”

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Lâ ilâhe illallâh, cennetin anahtarıdır.”

Bir diğer Hadis-i şerifte de buyurulmaktadır ki:

“Zikrin efdali Lâ ilâhe İllallâhtır.”

LÂ İLAHE İLLALLAH kimde sabit olursa, ona asla zeval yoktur. Bir kişi ihlâs ile: (Yâ Allah!) dese, Hak teâlâ ona azametiyle (Yâ kulum!) buyurur. Evtâd-ül-arz denilen zevat ki, Hak teâlâ dünyayı onlar ile saklar, zikirleri daima (Allah. Allah.) demektir. Onlar: (Allah. Allah.) demez olurlarsa, kıyamet kopar. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

Yeryüzünde Allah Allah denildikçe kıyamet kopmaz.

Bunun içindir ki, LA ÎLÂHE İLLALLAH demek çok büyük bir ibadet olduğundan, Allâhu teâlâ kullarına çok çok zikretmelerini ferman buyurmuştur. Nitekim, Ahzâb sûre-i celilesinin 41. âyet-i kerimesinde: "Ey imân edenler! Allahu Teâlâ’yı çok zikredin." buyurulmaktadır.

Kelime-i tevhide devam sayesinde, gönül dünyadan uzaklaşır, ilâhi nurlara bürünür ve orada bir kök hâsıl olur ki, nefsin kökünü kurutur. Nitekim Hak teâlâ buyurmuştur:

“Güzel bir kelime! Kökü sabit, dalları semaya yükselmiş güzel bir ağaç gibidir.” İbrahim sûresi

Bu âyet-i kerime, işte buna işarettir.

Ancak, zikir Allahu azim-üş-şânın ve Resûl-ü zişânın buyurduğu şekilde, kaideleri ve şartları üzere yapılarak, zikrullahın faziletleri hâsıl olur. Her ne kadar, bir kişi LÂ İLAHE İLLALLAH deyince mü'min olursa da LA ÎLÂHE İLLALLAH demek, kaideleri ve şartları yerine getirilmedikçe, gönülden hicabı gidermez.

Şimdi, sana zikrin kaidelerini ve şartlarını da beyan edeyim ki, zikrullahın sevabından ve faziletinden mahrum kalmayasın:

Şimdi aziz kardeş ve Hak yolunda bana yoldaş:

Yukarıda da işaret olunduğu gibi, zikir ikinci mertebe de zikretmektir. Yani, gafletsiz ve kalp huzuru ile zikretmektir.

Böyle zikredenlere, Hak teâlâ cennetler, cennetler içinde huriler ve gılmanlar ve türlü türlü nimetler ikram ve ihsan buyurur. Fakat, maksut olan zikir, bu da değildir. Maksut olan zikir, bütün kaideleri ve şartları ile yapılan zikirdir. Allâhu teâlânın buyurduğu zikir odur ki, zikrullah ede ede dilinden kalbine, kalbinden ruhuna ulaşır, ruhta muhabbetullah galip gelir, talibin bütün nefsaniyetini giderir, gönül mâsivâdan (Allâh’ın dışındaki her şey) boş olur ve ondan sonra gönüle mârifetullah nazil olmaya başlar. Bu takdirde, kalbinden hicap giderilir, basiret gözü açılır, mutlak mâ’bud olan mâşukun cemali müşahede olunur.

Maksut olan ve yukarıda üçüncü mertebe denilen zikir budur.

Gerçi, havassa mahsus ikinci mertebe zikir de makbul ise de asıl matlûp olan bu üçüncü mertebe zikir, yani hassül-havasın zikirleri dir. Dünyada iken, gönülden zikrullah ile hicabı gidermektir. Mevlâ ile ilgi ve ilişki kurmaktır. Bu ne zaman hâsıl olur dersen, LÂ ÎLÂ İLLALLAH dediğin zaman Allahu Teâlâ’dan gayrisini unuttuğun, hatta kendi nefsini dahi unuttuğun zaman hâsıl olur. Nitekim Hak teâlâ Kur'anda buyurur:

“Unuttuğun zaman, Rabbin celle şâneyi zikret.” Kehf sûresi

Yani: (Rabbin i zikrettiğin zaman, Rabbinden gayrı her şeyi, hatta kendi nefsini dahi unut.) demek olur. Ancak böyle olursa, zikirde ortak koşulmamış bulunur. Bir de: (ölümünde olduğu gibi, Allahu Teâlâ’dan gayrisini unut.) demektir.

Zikirde ortak koşulmamak, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH denildiği zaman, Allahu Teâlâ’dan gayrı her şeyi tamamıyla unutmakla mümkündür. Bunu yapabilmek için de zikre o kadar devam etmelidir ki, zikir kalbe yetişsin, kalpten ruha erişsin ve oradan da tâlibe muhabbet-i ilâhiyye ve ünsiyet eserleri belirsin. Bunun için de tâlibin beşeriyet sıfatlarını, tamamıyla ve külliyen mahvetmesi lâzımdır. O kadar ki, kendi adını ve bütün çevresini, dünyayı ve dünya içindeki her şeyi unutması gerektir. Tâ ki:

_Adın nedir? diye sorulduğu zaman, zikrullah ettiği mahbubun adını söyleyivermelidir.


Nitekim, Mansur-u Bağdadi'ye de böyle vâki olmuştur. Mansur, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, zikri kalpten ruha yetişti ve orada ünsiyet eserleri peyda oldu ve muhabbet-i ilâhiyyeye erişti. Kendi adını, dünyayı, dünyada olan her şeyi, hâsılı Allahu Teâlâ’dan gayrı her şeyi unuttu. Zira, zikrullah ile aşka düştü. Aşk âlemi, bir nevi sarhoşluk âlemidir. Mansur, âlem-i aşkta beşerî sıfatlarını mahvetti:

— Sen kimsin? dediler.

— Enel-hak (Ben Hakkım) dedi.

Ayılıp kendisine gelince, yani beşeriyet âlemine dönünce:

— Enel-hak dedin, dediler.

— Bilmem! cevabını verdi.

— Böyle söyledin, dediler.

— Bilmiyorum! diye ısrar etti.

Gerçekten de bilemezdi, çünkü âdeta sarhoş gibiydi. Mâlikîler onu yakaladılar ve:

— Tövbe et! dediler.

Tövbe etti ama onu tuttular ve öldürdüler.

Tâliplere, birkaç yerde ENEL-HAK dâvası etmek vâki olur. Tâlip, zikrullahı o kadar çok eder ve artırır ki, zikrin nuru tâlibe galip gelir, beşeriyetini giderir, kendi ismini ve mâsivasını unutur ve zikir nurunun galebesinden adı sorulunca, zikrettiğinin adını söyleyiverir.

Bu husus, Bayezid-i Bestamî kuddise sırruha vâki olmuş ve:

— Sübhani mâ â'zamü şâni! deyivermişti.

Oysa, bunu dediği zaman, Bayezid'de beşeriyet eserlerinden hiçbir şey kalmamıştı. Nitekim, müritleri:

— Niçin böyle dedin? diye sordular.

Ol sultan-ül-ârifiyn dedi ki:

— O zaman neden bana şer’i icra etmediniz? Mademki benden böyle bir söz sâdır oldu, derhal her biriniz ellerinize birer silâh alıp ahkâmı şer'iyye yi yerine getirmeliydiniz.

Bayezid-i Bestamî tekrar o hale döndü ve kendisinden tekrar:

— Sübhani mâ â'zamü şâni, sözleri zuhur etti. Müritleri, hemen ellerine birer kılıç, hançer ne geçtiyse ona vurdular. Bayezid'in bir kılını dahi kesmedi. Tekrar beşeriyet âlemine avdet edince:

— O sözü yine söylediniz, dediler.

— Peki, siz ne yaptınız? diye sordu.

— Buyurduğunuz gibi elimize geçirdiğimiz kılıç, hançer vesaire ile vurduk, cevabını verdiler.

Bayezid, mübarek vücudunu açtı. O kadar darbe indirilmesine rağmen hiçbir eser olmadığını hayretle gördüler. Bayezid-i Bestamî:

— Bana bir iğne veriniz, buyurdu. İğneyi verdiler, gövdesine dokunur dokunmaz acıttı ve kan boşaldı. Müritlerine döndü ve şöyle buyurdu:

— Asıl Bayezid budur ki, bir iğnenin, acısına dayanamaz. O (Sübhani) diyen, bu Bayezid değildi!

Hak teâlâ, talibin gönlüne nazar eder ve o gönlü kendi mârifetine mahal kılar. İşte, o zaman o talibin dilinden Hak söyler. O tâlibe, marifet hâsıl olur, mârifetullahtan tahsil edebilmişse, dili ile de söyleyici olur. Şöyle ki; Hz. Musa aleyhisselâma da hitab-ı izzetin bir ağaçtan geldiği, âyet-i kerime ile sâbittir:

“Vakta ki, Musa o ateşe vardı. Mübarek kıtadaki vadinin sağ kenarında bulunan ağaçtan: (Yâ Musa! Rabbilâlemiyn olan Allah benim!) diye nida olundu.” Kasas sûresi: 30

Hitab-ı Rabbani ağaçtan gelir de insandan gelmez mi?

Şeyh Irak’i kaddesallahu sirrahul-âliden beyit:

Güneş vursa ayna gibi bir paslıca demire,

Sorsan ona: «Ben bir demir parçasıyım,» demezdi;

Ben de düşsem zerre gibi güneşe birdenbire,

«Ben güneşim!» demekten hiç kimse men edemezdi.

Evet, bu hiçbir zaman Mansur'un Hak olması demek değildir ki, ENEL-HAK diyebilsin. İşte, bunda birçok talipler yanılmışlardır, bir türlü bu gerçeği anlayamamışlardır.

Seyr-i mâallahı, MA'IYYET (Bir şey ile beraber bulunma) zannetmişlerdir. Oysa, Hak teâlânın vahdeti vardır, kul ile kesreti olamaz. Bu sebeple, ma'iyyet bu mânada değildir ve

Bunun mânası şöyle yorumlanabilir:

Bir kimse, bir damlacık suyu, götürüp denize dökse, damla ile denizin arasındaki ayrılık denizin birliğinde kaybolur, hiçbir surette birlik olmaz. Zira, deniz denizdir, damla damladır. Denize bırakılmış da olsa damla varlığını sürdürür, damla ile denizin arasındaki ayrılık bellidir, bunu ancak ehli bilir. Fakat, o ânda deniz hareketlenip, dalgalansa irade denizin olur, damlanın olmaz. Ne var ki, damlanın hareketi de denizde olur. Bunu böylece anlamağa çalış!

Bunu, aşağıda da inşa’allahu teâlâ tekrar takrir edeceğim ki, bu kitapta meçhul hiçbir şey kalmasın.

Evet, Mansur'u tutup öldürdükleri zaman, Bakâra Sûresi 217. âyetini delil gösterdiler:

“Sizden kim dininden döner de kafir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir orada sonsuza kadar sürekli kalacaklardır”

Ancak, Mansur bu sözü söylediği zaman sarhoştu. Sarhoşun sözüne ise itibar yoktur. Zira, birkaç tâifenin günahları yazılmaz, kalem onlardan kaldırılır ve onların küfrüne de itibar yoktur:

1) Erginlik çağına girinceye kadar çocukların

2) Şifa bulup açıklanıncaya kadar delilerin

3) Uyanıncaya kadar uyuyanların ve unutarak hata edenlerin,

Nitekim, şu Hadis-i şerif de bu gerçeği böylece beyan buyurmaktadır.

Hatta, unutarak hata edenler için de şöyle buyurulmuştur:

“Unutkanlıkla hata edenlerden kalem kaldırıldı.”

Mansur'un ise, müslüman olduğu, sarhoşluktan ayılınca tövbe etmesiyle sabittir, ki bu husus aşağıda zikir olunacaktır.

Şu hâlde, nasıl düşünülebilir ki, Mansur kâfir olsun? Zamanımızın fakihleri gerek Mansur'u ve gerekse bazı meşâyihi küfür ile itham ederek, fâsit bir fikir peşine takılmışlardır.

Ey aziz:

Zikrullaha dair daha birçok sözler ve haberler vardır ki, dile gelmez ve akılla anlaşılamaz. Bu sözüm sana acayip gelmesin, bu hâlet aşk-ı mecazide (dünyevi aşk) dahi olur, bir kimse, sevdiğinin adını çokça zikretse, sevgilisinin aşk ve muhabbeti ile kendi adını ve mâsivasını unutur. O zaman Mansur gibi ona da sorsalar, sevgilisinin adını söyleyiverir. Sözün kısası, ister mecazi isterse hakikî aşk, kişiye galip olunca gerek kendi ismini ve gerekse başkalarının isimlerini gönlünden çıkarır ve yerine daima zikrettiği sevdiğinin adını koyar. Ondan başka her şeyi ve herkesi unutur.

Nitekim, Mecnun ibn-i Kays'a sordular:

— Adın nedir? dediler.

— Adım Leylâ'dır, dedi. Zira, her nereye baksa kendisine Leylâ'dan başka kimse görünmezdi. Gönlü Leylâ ile doluydu, dilinde gece gündüz söylediği Leylâ adı idi. Leylâ'dan başka kimseyi bilmez ve tanımazdı. Bütün isimleri unutmuştu. Bu acayip bir sırdır. Sadık âşık ona derler ki, dost adından başka bütün adları kalbinden çıkarır.

Bir gün, Mecnun yine sarhoş gibi, deli divane bir halde şehrin içinde LEYLÂ LEYLÂ diye feryat edip gezerdi. Leylâ, onun feryadını duydu, kalbi mahzun oldu ve:

— Gideyim şu miskine kendimi bir daha göstereyim. O, benim için gece gündüz niyaz eder, ben de ona bir gözükeyim, hatırını sorayım, dedi ve hemen Mecnun 'un bulunduğu yere giderek, tam karşısında durdu. Mecnun, hâlâ:

— Leylâ. Leylâ., diye feryat ediyor, ağlıyordu. Kimseyi görecek, gözü yoktu. İnleyerek, sızlayarak şehirden çıktı, sahralara düştü. Güneşe karşı bir yerde oturdu ve Leylâ'sını anmaya devam etti.

Leylâ, merak ve hayret içinde peşinden gitti, onun oturduğu yere vardı, dört tarafını dolanarak ona kendisini gösterdi. Mecnun, oralı olmadı ve Leylâya iltifat bile etmedi. Leylâ, Leylâ diyerek kendinden geçti, düştü ve bayıldı. Fakat, yattığı yerde bile, bütün âzalarından Leylâ adı işitiliyordu.

Bu dahi, acayip bir sırdır. Neyse, hikâyemize devam edelim:

Leylâ, bundan bir şey anlayamadı. Bekledi, Mecnun kendisine gelip yattığı yerden doğruldu. Bu defa, Leylâ güneşin bulunduğu tarafa gitti ve Mecnun'un önünde durdu, gölgesi Mecnun'un üzerine vurdu. Mecnun, başını kaldırarak uzun uzun Leylâ'nın yüzüne baktıktan sonra sordu:

— Kimsin, ne istiyorsun?

Leylâ da ona bir soru ile cevap verdi:

— Aşk elinden halin nedir?

— Ne sorarsın halimi? Git, yanıma gelme! Yoksa, sen de benim gibi deli olursun. Hem sen kimsin? Ben seni tanımıyorum.

— Beni tanımadın mı? Leylâ Leylâ diye istediğin ve inlediğin işte benim, nasıl tanımazsın?

— Var git işine, âlem bana hep Leylâ oldu.. Gönlüme hep Leylâ doldu. Eğer, sen gerçekten Leylâ isen, ya bu bendeki Leylâ kimdir?

İşte, mâ'iyyette mâ'iyyet (beraberlikte beraberlik) nasıl olur? aykırılık nasıl olur? Şimdi malûm oldu.

Şimdi aziz kardeş:

Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, insanın kendi özünden gitmesi, yani beşerî sıfatlarından arınabilmesi, değişik zamanlarda olur. Beşerî sıfatlar dediğimiz o mutlak sıfatlar akıl, hased, anlama kabiliyeti, kuruntu, hayal gibi şeyler, vakit olur ki âşıklarda ve Allâh dostlarında namaz kılarken mahvolur, kendilerinden giderler. Tekrar kendilerine gelince abdest tazeler ve namazlarına devam ederler.

Şunu da bilmiş ol ki, beşerî sıfatlar da iki nevidir:

1) Yukarıda söylediğim sıfatlardır.

2) Bunların da neler olduklarını, inşa’allahu teâlâ sırası gelince söyleyeceğim.

Bunların, her birinin alâmetleri vardır. Zikir ruha yetişip, ruha aşk galebe edince, talibin beşerî sıfatlarını fâni etmesinin alâmetlerini sana söyleyivereyim, işit ve öğren ki, her çağırmayı zikir sanmayasın ve her düşüp bayılmayı fenâ saymayasın ve her hayale aldanmayasın. Zira, bu yolda hayaller çok görülür. Birçokları bilmezler, o hayallerin peşi sıra sürünür ve boşuna ömür çürütürler.

Bilmiş ol ki, vecd vardır, tevâcüd vardır, vücud vardır, şartlarına ve kaidelerine dikkat ve riayet ederek zikre devam eden tâliplerde TEVACÜD (kişinin kendini vecd suretinde görmesi, zorla vecd elde etmeye çalışması) hâsıl olur. Daha sonra VECD (aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek, yüksek heyecan duymak) hâsıl olur. Nihayet VÜCUD hâsıl olur. Fakat, bunların her birinin birer türlü alâmetleri vardır.

Tevâcüd ehli, müptedilerdir (yeni başlayanlar) İradesi elindedir, zikir halinde fâni olmazlar, beşerî sıfatları bâki kalır. Zira, bunlar akıl âleminde bulunurlar. Akıl âleminde bulunmalarının sebebi de gayet basittir. Bunlar, henüz aşk âlemine düşmemişler dir ki, akıl âleminden gidebilsinler. Zikrin nuru kendilerine galip gelemediğin den, âlem-i aşka düşmemişlerdir. Bunun alâmeti de şudur:

Daha çok zikrullahta iken, bir beyit okunurken veya bir ses işittikleri zaman ıztıraba düşerler, çağırır, çabalar, düşer ve yuvarlanırlar ama bütün bu yaptıklarını da birer birer bilirler. Bağırıp çağırdığını duyar. Fakat, sıtma tutan bir kimsenin kendisini titremekten alıkoyamadığı gibi, bunlar da bağırıp çağırmalarını, düşüp yuvarlanmalarını def 'edemezler.

Akılları başlarındadır, bütün yaptıklarını, ettiklerini bilirler ve bunları iradeleri ile önleyemez. Bir müddet akılları başlarında bulunduğu halde baygın gibi yatarlar, kendilerini bilirler, ancak toparlanmaya mecal bulamazlar. İşte buna TEVACÜD ehli denir. Bu makam, müptedi taliplerin makamlarıdır. Bu hal, kalbin ürpermesinden ileri gelir.

Bundan terakki ederse o zaman VECD e varır ki, VECD EHLİ, TEVACÜD ehli gibi değildir. Vecd ehlinin iradeleri kendilerinden gitmiştir. Zikrullah esnasında veya bir ses işittiği zaman derhal vecde ve semâ'a gelirler. Bu vecd hali, şahinin avını kovalamasına benzer. Nasıl ki, şahin avının peşine düşer ve onu yakalamadan bırakmazsa, ruh da bir beyit, bir ses veya zikrullah işittiği zaman iradesi elinden gider, derhal doğrulur semâ'a gelir.

Tevâcüd ehli ile vecd ehlinin farkı şudur ki; vecd ehlinin irade ve ihtiyarları ellerinde değildir. Zira vecd ehli vecd halinde akıl âleminden çıkarlar, ruhun ızdırabı ile beşeriyet âleminden de uzaklaşırlar. Âdeta, sarhoşluk âlemine varırlar. Sarhoşluk âlemi dediğimiz, aşk âlemindendir. Orada, ne kadar cismanî varsa, ruhaniye dönüşür. Onun için vecd ehlinin ihtiyar-ı aklisi olmaz. Vecdin galebesinden, halden, vâridattan öylesine mağlûp olurlar ki, vecd sahibi vecde geldiği zaman onu okla veya kılıçla vursalar, parça parça etseler asla duymaz. Etini kesseler, kanı dahi çıkmaz.

Onun için vecd ehline EHL-Î-FENÂ ve vecd makamına da MAKAM-I-FENÂ derler.

Eğer, şimdi sofilerin yaptıkları vecd ve semâ'yı, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de yaptılar mı?

Ashab-ı kiramdan, tâbi'inden ve eimme-i müctehidin den yapanlar oldu mu, diye sorulacak ve buna dair aklî ve naklî deliller ile Kur'an-ı kerimden âyetler ve Hadis-i şerifler ve ulemây-ı-sâlihiynden hükümler aranacak olursa, biz de cevap verir ve deriz ki:

— Evet, vardır. Bilhassa, îmam Gazali ve Ebû-Tâlib-i Mekki kitaplarında uzun uzun anlatılmıştır. Bunları, birer birer saymaya kalkarsak, kitap çok uzun olur. Gerçi, zâhir Âlimlerinden birçoğu, semâ'ı caiz görmemişler ve aleyhinde birçok şeyler yazmışlardır, hatta bazan ifrata bile varmışlardır. Oysa hem zâhir hem de bâtın ilimlerini bilen âlim-i Rabbaniye muhalefet ederek, hata etmişlerdir. Tâlib-i Hak olan kardeşlere bu hususta vasiyet ve nasihat odur ki, İmam Gazali hazretlerinin HÜCCET-ÜL-ÎSLÂM adındaki meşhur eserini okusunlar ve onunla amel etsinler, ki iki cihanda necat ve felâh bulsunlar. Eğer okuyamazlarsa bu kitapla amel etsinler ve bu kitapta söylenen sözleri can kulakları ile dinlesinler ve bellesinler ki, nefs-i emmâre bağlarından kurtulup, tevâcüd ve vecd ehli olmaya çalışsınlar.

Hak teâlâ, Kur'an-ı keriminde, biz kullarına şöyle buyurmakta ve işaret etmektedir:

“Rablerinden korkanların, ondan kalpleri titrer. Sonra, Allâhu teâlânın zikriyle kalpleri de derileri de yumuşar, sükûn bulur.” Zümer sûresi: 23

Kur'an-ı kerimdeki vaad ve vaatlerden korkanların, vücutları ürperir, titrer. Onlar, Rablerinden korkan gerçek ve kâmil müminlerdir, demektir.

Ne vakit ki, semâ gönülde sıkı bir eser bırakırsa, onun şiddeti beyne erişir ve akla haber verir ve ruhla bir olur. Böyle olunca da ellerinde olmaksızın gözlerinden yaşlar akar. Bazan da semâ'ın eseri ruha erişir, ruh ızdırapla dalgalanır ve âdeta bu kalıbı bırakmak ister, geldiği âleme uçup gitmeyi diler, işte o zaman da tâlipten iradesi dışında sayha ve feryatlar kopar.

Hadis kitaplarında meşhur bir kıssadır:

Hz. Ömer radiyallahu anh, Kur'an-ı kerim okurken, birdenbire sayha vurur ve düşerdi. O kadar ki, bir iki gün evinden çıkamaz ve ashap kendisini hastalanmış zannederek hatırını sormaya giderlerdi.

Demek ki, semâ' Allâhu teâlânın rahmetini talep eder.

Aziz kardeş:

Bu semâ' konusunda da söz çoktur. Bazıları bunu, nefs hevâsına karışır diye inkâr ederler. Bunlar, semâ'dan hazzı olmayanlardır. Bazıları da vardır ki, semâya akılları yatmış ve vâridat-ı ilâhiyye olduğuna inanmışlardır.

Semâ'ı yukarıda anlatmıştık. Burada ve sırası gelmişken bir daha anlatalım ki, inkâr edenlerin şüpheleri zâil olsun. Zira, faydalı sözleri tekrarlamanın birçok faydaları vardır.

Semâ' konusunda anlaşamayan bu iki tâife, yukarıda açıkladığımız gibi iki fikir ileri sürmektedir:

İnkâr edenler, nefs hevâsı karışır, derler. Kabul edenler ise, vâridat-ı ilâhiyyedir, derler.

Bu iki taifenin anlaşmazlıklarını, aşağıda zikredeceğimiz Hadis-i şerif, kesin olarak giderecektir.

Kitabın başlangıcında da belirtmiştik. Semâ, üç nevidir.

İkisinde nefs hevâsı vardır, zira ihtiyaridir. Birisin de nefs hevâsı yoktur, sırf vâridat-ı ilâhiyyedir, demiştik.

Ne zaman ki, değirmen oluğundan su gelip, değirmen taşını ihtiyarsız döndürdüğü gibi, vâridat-ı ilâhiyye de âşıkların ve taliplerin gönüllerine dökülünce iradesiz, elinde olmadan bu kalıbı döndürür, diye de ilâve etmiştik.

Bizim bu sözünü ettiğimiz semâ o semâ'dır ki vururken ateş içine düşse, yanmaz, su üzerinde yürür batmaz, havaya kalksa kuş gibi uçar ve yere düşmez. Sofilere, bu gibi haller çok vâki olur. Erkek veya kadın birçok sofiler, semâ' ederken havaya kalkıverir lir.

Sâlihlerden bir kişi der ki:

Bir gün, birkaç sofi ile deniz kenarında oturmuş zikrediyorduk. Bunlar, zevke ve şevke geldiler ve semâ'a kalktılar. İçlerinden birisi, birdenbire denize doğru yürüdü ve su üzerinde dönmeye devam etti. Bir çomak atımı yer kadar bizden uzaklaştı. Sonra, döne döne geldi ve sahile çıktı. Sanki bir sal üzerinde yürür gibi suyun üzerinde dönüp durmuş ve ayağı bile ıslanmamıştı. Zikrullah ve semâ bitti, sûfiler sâkinleştiler. Deniz üzerinde dönen o sûfiye, yaptığı işi söyledik:

— Benim bundan asla haberim yoktur, cevabını verdi.

Yine sâlihlerden bir zat anlatır:

Bir taife gördüm, zikrullah ederken semâ'a girdiler. Semâ' vururken havaya kalktılar ve bir zaman da havada semâ ettiler. Ayakları, yerden bir adam boyu yukarıda idi.

Sâlihlerden bir başka zat da şunu anlatmıştır:

— Bir sofi gördüm, semâ vururken bir kenarda yanmakta olan büyük bir balmumunu aldı ve alevini gözüne soktu. Mumun alevi, o sofinin gözüne hiçbir zarar vermedi. Dikkat ettim, sofinin gözünden bir ateş çıktı ve mumun alevini önledi ve menetti.

Bilmiş ol ki; semâ ve vecdi, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden de rivâyet ederler. Ebû Der'a, bu haberi babasından almış, babası da Mansur'dan, Mansur Ebû Aliyyül-Fadl'dan, Aliyyül-Fadl Said bin Âmir'den, Said bin Âmir Şaab'tan, Şaab Abdurrahman'dan, Abdurrahman Aziz bin Mühiy'den ve Mühiy, Enes bin Mâlik rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmainden rivayet etmişlerdir ki:

Bir gün, huzur-u Resûlullahta oturuyorduk. Cebrail aleyhisselâm geldi:

— Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin fakirleri, zenginlerden 500 yıl önce cennete girseler gerektir, dedi.

Sultan-ül-Enbiyâ aleyhi ve âlini ekmel-üt-tehayâ efendimiz, bu haberi duyunca, saadetle buyurdular:

— İçinizde bir şey okuyabilen var mı?

Bir bedevi, hemen doğruldu ve cevap verdi:

— Yâ Resûlallah! Ben okurum.

Efendimiz emretti:

— Oku bakalım.

Bedevi, şu beyitleri okudu:

Hevâ yılanı ciğerimi soktu. Kendisine âşık olduğum

Sevgili hariç, o yaranın ne doktoru var ne okuyucusu.

Benim tedavim ve şifam, ancak onun yanındadır.

Böğrüme vurdu yârin aşkı türlü yâreler,

Ona hiç etmez efsun, hem devalar çareler.

Belki olur ona dost cemali tiryak-i tabip,

İç tabipler çare etmez ona etin yâr ı habip.

Derdim ondan oldu, hem deva ondan gerek;

Zahm-i yâreni vurdu hem deva ondan gerek.

Bedevi, bu beyitleri okur okumaz, aleyhissalâtü vesselâm efendimiz ayağa kalktılar, ashab-ı kiram da vecde gelerek kendilerini takip ettiler. Resûl-ü zişân, o kadar hareket etti ki, mübarek ridâsı omuzlarından düştü ve nihayet fâriğ oldular ve herkes yerli yerine oturdular.

Muaviye ibn-i Süfyân:

— Yâ Resûlallah! Ne güzel oyununuz var, dedi. '

Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimiz saadetle buyurdular:

— Dostun zikrini işitince, yerinden doğrulup hareket etmeyen kerim değildir.

Efendimizin mübarek ridâsmı getirdiler almadılar ve şöyle buyurdular:

O mübarek ridâyı 400 parçaya ayırdılar ve o mecliste hazır bulunan 400 kişiye teberrüken birer parça dağıttılar.

Bundan da anlaşılıyor ki, vecd veya tevâcüd halinde semâ' etmek caizdir.

Bundan bir mâna daha anlaşılıyor ki, semâ' ederken ortaya düşen, yâranın olur. Nitekim, zamanımızda da vecd ve semâ' ehlinin toplantılarında hırkalarını parça parça ederek hazır bulunanlara dağıtmaktadırlar.

Bu nakil ve rivayetlerin doğruluğunda asla şüphe yoktur. Zira, sözlerine ilimlerine ve kimliklerine her mânada güvenilen ve Hak yolundaki gayret ve himmetleri bilinen âlimlerin ve fazılların nakl-i sarih ile beyan buyurdukları bu hususlar, muteber birçok kitaplarda böylece tasrih olunmuştur. (Vallahu â’lem.)

Îmam Gazalî rahmetullahi aleyh, ÎHYÂ-î-ULÛM'da semâ' bahsinde buyururlar ki:

Şeyh Ebû Aliyyi Hemedanî, bir kere Cidde'ye gitmişler, mescit bucağında oturuyorlarmış. O sırada, birkaç sofi gelmişler ve bir müddet zikrettikten sonra ayağa kalkarak semâ'a başlamışlar. Raks edip, çarh ederlerken göğüslerine vurduklarını gören Hazret-i Şeyh, kendi kendisine:

— Ne edepsiz tâife imiş şunlar, demiş ve oradan çıkmış gitmiş. O gece, rüyasında yine o mescit bucağında otururken,

Resûl-ü zişân efendimizin, maiyyet-i seniyelerinde ashab-ı kiram olduğu halde teşrif buyurduklarını görmüşler. Efendimiz, gündüz o sofilerin oturdukları yere oturmuşlar, Hz. Ebû Bekir radiyallahu anh sağ yanlarında yer almış ve ashap halka olup etraflarına toplanmışlar. İki cihan serveri, zikrullaha başlamışlar ve birden şevke gelerek semâ'a kalkmışlar, ashab-ı kiram da kendilerine uymuşlar. Şeyh Hemedanî, semâ esnasında aleyhissalâtü vesselâm efendimizin de tıpkı gündüz ki sofiler gibi mübarek ellerini, mübarek göğüslerine vurduklarını görmüş ve kendilerine yaklaşarak:

— Yâ Resûlallah! Sofiyyûn taifesinin bu hareketlerini inkâr ediyordum, Estağfirullah, bugünden sonra bu fikrimden döndüm, deyince Efendimiz kendisine hitap buyurmuşlar ve:

— Ey Şeyh Hemedanî! Ol Allah hakkı için, bu dönmek haktır, demişler.

Yine ÎHYA'da semâ' bahsinde denilmektedir ki:

Ululardan birisi, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerini rüyasında görmüş ve sormuş:

— Yâ Resûlallah! Semâ' eden sofiler hakkında ne buyurursunuz?

Efendimiz, saadetle buyurmuşlar:

— Vecd ehli, semâ' içinde eğer Kur'an-ı kerim dahi okusalar caizdir. (Allahu â’lem.)

İmam Ahmed bin Hanbel rahmetullahi aleyh, Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radiyallahu anh efendimizden naklen rivâyet etmiştir:

Meal-i münifi:

Hz. Ali radiyallahu anh, buyurmuşlardır ki: (Bir gün, Cafer ve Zeyd ile huzur-u Resûlullah’a vardım. Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Zeyd'e:

— Sen, benim kardeşimsin! buyurdu.

Zeyd, sevinç ve memnuniyetinden hemen raksa başladı.

Sonra Cafer'e:

— Sen de surette ve ahlak olarak bana benziyorsun! buyurunca, o da raksa başladı.

Sonra, bana sen bendensin hitap buyurdu. Ben de şevkimden raksa başladım.)

Ahmet bin Hanbel, bu Hadis-i şerifi nakl ettikten sonra. Bu Hadis-i şerif gösteriyor ki, kişinin bâtınına eriştiği zaman raks etse caizdir diye buyurmuşlardır.

Ancak, Hz. Ali kerremallahu vechehu efendimiz ile Zeyd ve Cafer rıdvanullahi aleyhim ecmaiynin raksları; vecd değil belki tevâcüd idi. Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin iltifatlarından ötürü şevklenerek raks etmişlerdir. Hepsinin de akılları başlarında idi.

Bundan da anlaşılıyor ki, kişinin kalbine Hak tarafından bir şevk gelse, vecd olmadan da raks etmek caizdir.

Meşâyih-i kiramdan Hayr-i Nessâc buyurmuşlardır ki: Bir gün, Bağdat'ta mescidin bir bucağında meşâyihten bir cemaatle oturuyordum. Şeyh Şibli hazretleri çıkageldi. Yüzü kızarmış, mest ve hayran görünüyordu. Bizden yana hiç bakmadı, önümüzden geçti, gitti. Peşinden gittim. Doğruca, Cüneyd-i Bağdadî hazretlerinin evine vardı ve hiç danışmadan içeri girdi. Meğer, o sırada Şeyh Cüneyd-i Bağdadî eşiyle birlikte oturuyormuş. Şeyh Şibli’nin böyle apansız içeri girmesi üzerine, hatun kaçmak istedi. Cüneyd-i Bağdadî hazretleri:

— Kaçma, dedi. Şimdi Şibli'nin gözleri görmez.

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî de, hemen ayağa kalktı ve semâ'a başladı. Bir hayli zaman sonra, Hazret-i Şibli ağlamaya başladı. Cüneyd-i Bağdadî, eşine:

— Şimdi artık saklan, buyurdu. Zira, Şibli'nin gözü gördü.

Şeyh Şibli hazretleri, tamamen kendisine geldikten sonra sordum:

— Niçin şer'a muhalif iş işledin?

Hayretle sordu: — Ne yaptım ki?

— Şeyh Cüneyd ile hatununun yanlarına izin almadan girdin.

— Vallahi yâ Şeyh! O Allâhu teâlâ ki, seni ve beni yarattı, onun hakkı için ne Cüneyd den haberim vardı ne hatunundan ne de kendimden.

Evet, konuya dönelim:

Bu semâ' ruhla vücudundur. Fakat, Şeyh Şibli'nin semâ'ı ehl-i vecdindir. Zira ne kendisinden haberi vardır ne başkasından haberi vardır.

Şunu da bilmiş ol ki, semâ' üç mertebedir:

1) Ehl-i tevâcüdün semâ'ı bedenleridir.

2) Ehl-i vecdin semâ'ı ruhladır.

3) Ehl-i vücudun semâ'ı vâridat-ı ilâhiyye iledir.

Fakat, burada faydalı birkaç söz daha vardır. Onu da söyleyeyim:

Ehl-i tevâcüdden olan bir kimseye, hâlet geldiği zaman sabretmeli, hareket etmemeli, hareketi men etmelidir. O hareketin, sureti ve hiddeti kesilmez, bedene zahmet verse de kovmak gerektir. Tevâcüd ehli nasıl hareket ederse etsin, kimse men etmemelidir.

Ehl-i vecd olana vâridat-ı ilâhi gelmeden, kendisini dinlemeli ve öyle hareket etmelidir. Hareket etmez ve o gelen vâridat-ı ilâhiyye uymayacak olursa, onun gönlüne kırıklık gelir.

Ehl-i vücuttan olanların iradeleri ellerinde olur ama ruhaniyetleri galip gelince, ona uymalıdır. Zevk ve sürur hâsıl olduğu zaman hareket etmeyecek olursa, onun da ruhuna hastalık yetişir.

Gerek ehl-i tevâcüd ve gerekse ehl-i vecd ve ehl-i vücud, bir hâlet ve vâridat-ı ilâhiyye gelince, derhal ona tâbi olmalıdırlar. Şu kadar ki, bazısı kendi ihtiyarı ile ve bazısı da ihtiyarsız olur. Eğer sabredip hareket etmez, ilâhi ilhama uymazsa üzüntü doğar. Nitekim, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin buyurdukları gibi, dostun zikrini işitip te yerinden doğrulup hareket etmeyen, kerim değildir. Bunların misali şuna benzer ki, hızla uçan bir kuşu veya hızla koşan bir şahsı, uçmasından veya koşmasından alı koysalar elbette iyi olmaz.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bu üç tâifenin de hareketi, seyri ve semâ'ı mübahtır. Bunların durmalarından ise, hareket etmeleri hayırlıdır. Zira, bunların seyirleri ve semâları nefs yönünden değil, Hak yönündendir. Böyle olunca da bunlara kötü gözle bakmak ve kötü zanda bulunmak da iyi değildir.

“Muhakkak ki, bazı zanlar günahtır.” Hucurât sûresi: 12 âyet-i kerimesi mefhumundan korkmak gerektir. Mümin olanlara, hüsnü zan lâzımdır. Kâmil bir imânın alâmeti, hiç kimseyi boş görmemek, bütün mahlûkata iyi nazarla bakmaktır. Kaldı ki, ehl-i tevhid ve ehl-i kıbleye kötü gözle bakmaktan, sövmekten ve iftira etmekten de sakınmalıdır. Onları kendi hallerine bırakmak, eziyet etmemek daha hayırlıdır. Çünkü, onların hallerini, ancak onlar gibi kimseler bilirler:

Tatmayan bilmez!

Birçokları bu hususlarda gaflet etmişlerdir. Birçok kötülükleri, çirkin ve kaba hareketleri, kınanması gereken işleri görmüş ve susmuşlar, engellemeye kadir oldukları fiil ve hareketleri önlemeyi bile düşünmemişler ve hatta müsamaha ile karşılamışlardır da zikir ve semâ'ı haramlardan zannedip önlemeye çalışmışlardır, öyle şeyler icat etmişler, öyle fâhiş hatalar yapmışlardır ki, ilimlerin başlangıcı sayılan bazı bilgiler onları gururlandırmış: (Devran ile zikir ve semâ', sonradan uydurulmuştur. Sonradan uydurulan her şey bid'attir ve her bid'at haramdır.) nev'inden hiçbir asıl ve esası bulunmayan deliller ortaya atarak boş zihinli biçareleri kandırmış ve inandırmışlar, kendileri ayrılığa düşüp şaşırmışlardır.

Oysa, bunların asla bid'at olmadıkları mutlak ve muhakkaktır. Kaldı ki, bidattir dedikleri halde bidatlerin kısımlarından da gafil bulunan bu zâhir âlimleri, bidatin vacip, mubah, lâzım ve gayr-ı mekruhları da bulunduğunu görmemezlikten gelmişler ve kendileri için çok daha önemli olan hususları bir tarafa bırakıp, üzerlerine lâzım olmayan boş ve manasız sözlerle ömür ve nefes tüketmişler, hatta daha da ileri giderek sövüp saymışlar, bir çok zâhitlere ve âbidlere kötü gözle bakmışlar, birçok ırz ve iffet sahibi kadınlara kötülük yormuşlar ve böylelikle kendilerini zayi ettiklerinden dahi haberdar olamamışlardır. Bu gibi biçareler, kendilerini âlim ve zâhit kişilerden saydıkları halde, başkalarının sözlerine, hallerine ve fiillerine kötü gözle bakmanın, kabahatlerin en büyüğü olduğunu dahi anlayamamışlardır.

Allâhu teâlâ, bütün kullarına doğru yolu göstersin, Nebilerinin ve velilerinin gittikleri yola yöneltsin.

Sözü yine uzattık; bahse devam edelim:

Ehl-i vücudun hali, zamanla yerleşir, çünkü onların halleri olan varidat melekesi sağlamlaşmıştır.

İhtiyarlarına sahiptirler. Onları, hal gelerek başka türlü edemez. Dilerlerse, şevke ve zevke gelir, hareket ederler. Dilemezlerse, bir kenarda sessiz sedasız otururlar. Oturdukları yerde dahi hali, vecdi, varidatı, aşk ve sarhoşluk hallerini geçirirler, hiç kimse ne olduklarım bilemez. Zira, zahirlerinde hiç hareket olmaz. Hareket etmeksizin de seyrederler.

Nitekim, Şeyh Cüneyd-i Bağdadî'nin hali böyle idi. Hiç hareket etmezdi ama daima seyirde idi. Bir gün, Şeyh Cüneyd-i Bağdadi ye sordular:

— Yâ Şeyh! Siz, hiç hareket etmiyorsunuz?

Hazret-i şeyh, cevap verip buyurdu:

— Benim hareket etmediğimi nereden biliyorsunuz?

— Hareket ettiğini hiç görmüyoruz.

Şeyh, şu âyet-i kerimeyi okudu:

“Sen, dağları görür ve onları yerinde sabit sanırsın. Hâlbuki, onlar bulut geçer gibi geçerler.” Neml sûresi: 88

Ehl-i vücud, makam sahibidir. İhtiyar sahibidir, hareket etse de etmese de makamına varır. Aynı zamanda, bunların gönüllerine ilâhî sırlardan bazı şeyler zahir olur. Eğer, bunun zerresinin zerresi, bir dağa zahir olsaydı, o dağ takat getiremez ve parça parça olurdu, özetlemek gerekirse:

  • Tevâcüd, sofilerin avamına mahsustur.
  • Vecd, sofilerin havassına mahsustur.
  • Vücud, sofilerin hassül-havassına mahsustur, ki şeyhlik makamıdır ve bunların üçü de elindedir. Dilerse, vecde gelir. Dilemezse, gelmez. Varidat gelince, onun ihtiyarını elinden alamaz. Her kim, bu makama ermeden şeyhlik dâvasına kalkışacak olursa, Ne’ûzü billah kendisini de kendisine uyanları da beraberinde cehenneme götürür.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki:

— Mi'râc gecesi, bir bölük kadınlar gördüm. Her birinin elinde, ateşten makaslar vardı ve durmadan kendi etlerini kesiyorlardı: Cebrail aleyhisselâma bunların kimler olduklarını sordum. Bana dedi ki:

— Bunlar zina mahsulü çocuk doğuranlar dır.

Şeyh Safi rahmetullahi aleyh de buyurmuşlardır ki:

— Bütün mahlûkatı yaratan Allâhu teâlâ hakkı için söylüyorum, dünyalık adına kendilerini şeyh gibi gösterip halkı aldatanların cezaları, kıyamet gününde bu kadınların cezalarından fazla olacaktır.

Şeyhliğin nasıl bir hal olduğu ileride anlatılacaktır.

Evet, sözümüz vecd de idi.

Vecdin hakikati odur ki, talibin zikre devamı sayesinde varıp kalbe erişir, kalbinden ruhuna erişir, ondan sonra dili, ruhu ve gönlü zikretmeye başlar. İşte o zaman, gönül kuşu yuvasını bulmuş olur ve bu ten kafesinden ezeli yuvasına kanat açar ve asıl makamına ulaşır. Bu makamına erişince, talibin ruh-u hayvanisi fâni olur, gider. Çünkü, gönül kuşu bekaya vasıl olmuştur. Aynı zamanda, aklı dahi fenâya varır ve sadık talibin vecdi de hakikat olur. Fakat, bu makam:

“Ölmeden önce ölünüz.” makamıdır. Ölmeden önce ölmenin de birçok sırları vardır.

Hepsinden önemlisi şudur: Gerçi, bu makam MAKAM-I FENÂ ise de bir bakıma AYN-I-BEKA'dır. Ölmeden önce ölmekten murat, beşeriyetin fâni olmasıdır ki, buna nefsani sıfatların fenası dahi derler.

Meşâyihten bazıları da ölmeden önce ölmekten murat:

(Kabir ve kıyamet hallerini ve âhireti ölmeden önce, yani sûri ölüm gelmeden müşahede edin ki, yakin sahibi olasınız ve gaybe olan imânınız yakine dönsün.) demektir, buyurmuşlardır.

Bu makama erenlerin, bütün temennileri bırakmaları ve tekmil kaideleri ve şartları ile zikrullah ile meşgul olmaları, hallerini mürşide bildirmeleri gerekir.

Eğer, zikrin kaideleri ve şartları nelerdir, diye soracak olursan, aşağıda onu da anlatacağım.

Demek ki, talibin her muradı LÂ ÎLAHE ÎLLALLAH demekle hâsıl olur. Şunu da bilmelidir ki, hal vardır ve vâkıa vardır. Vâkıa, talibin kendi çalışması ile kazanılır ve onu kendi menzilinde uyku ile uyanıklık arasında görür. Türlü türlü acayip ve garip suretler ve renklerle kendi menzilinde ve kendi makamında gördükten sonra, akıl onu surete getirir. Suret alemine gelince de ona VAKIA derler. Bunun vâki olmasında hiç hilâf yoktur. Zira, bunda aklın dahili vardır.

Hal ise, talibe çalışmadan, cehdetmeden yani bizzat kazanmadan gelir ve yetişir. Onda, aklın tasarrufu ve medhali asla yoktur. Birdenbire oluverir. (Yâ Allâh u âlemü bis-savâb).

Fakir müelliften beyitler:

Her kim der ise daim lâ ilahe illallah,

Gönülde dura kaim lâ ilahe illallah.

Endişesi hak ola, gönlü nur ile dola;

Mahşerde deyu gele, lâ ilahe illallah.

Şol dem ki göçe cam, Lâ-havf tır nişanı,

Çürümeye hiç teni, lâ ilahe illallah.

Aldatmaya şeytan, mûnisi ola Rahman;

Hem kurtarıser iymân, lâ ilahe illallah.

Şol günkü kızar yüzler, söylemeye hem sözler;

Hoş hüccet söyler diller, lâ ilâhe illallah.

Var Eşref oğlu Rûmî, terketme bu kelâmı;

Dinle aled-devamı, lâ ilahe illallah.

Cehdeyle mâsivayı tarh edegör gönülden,

Tenha de can-ü dilden, lâ ilâhe illallah

Ey sadık tâlip:

Hak yoluna girmek isteyen önce kendine Allâhu teâlayı sevdirecek bir mürşid-i kâmil araması ve bulması lâzımdır.

Zira, bir kimse Allâhu Teâlâ’yı sevmezse, Allâhu teâlâya tâlip olamaz. Onun için derler ki, mürşidler talibe talep bağışlarlar, yani Allâhu Teâlâ’yı sevdirirler. Tâlip, Allâhu Teâlâ’yı gereği gibi sevdikten sonra, Allahu teâlâya da o tâlibi sevdirirler.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Muhammed'in ruhu, kudreti kabzasında bulunan Allahu teâlâ hakkı için, muhakkak ki Allahu azim üş-şânın en sevgili kulları; Allâhu Teâlâ’yı kullarına sevdiren ve kulları da Allâhu teâlâya sevdirenlerdir.”

Resûl-ü ekrem aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, bu Hadis-i şerifleri ile, şeyhlerin mertebelerini, kişiyi Allâhu teâlânın yoluna davet edenlerin mertebelerini bildirmiş ve şeyhlerin lüzum ve ehemmiyetini ve herkese bir şeyh bulması gerektiğini açıkça beyan buyurmuşlardır. Zira şeyhler, kulları Allâhu teâlâya sevdirmeye sebeptir.

Şu hâlde, bilmiş ol ki şeyhlerin mertebeleri, sofilerin tariklerinden yüksek mertebedir. Zira, nübüvvete vekalet dir. Allâh’ın kullarını Alâha davet etme makamıdır.

Şeyhler müritlerini nefs ve kalp tezkiyesi tarikine sülük ettirirler. Gönül aynalarını açarlar, gönül aynaları saf ve parlak olunca, o gönüllere ilâhi nurlar aks etmeye başlar ve tevhid-i cemal aşikâr olur. Gönüllerinde, Hak teâlânın bütün sıfatları zâhir olan kullar da Rablerini severler ve kalplerinden Allahu Teâlâ’dan gayrisini çıkarırlar, can ve gönülden daima onun hazretine tâlip olurlar.

Ayrıca, şeyhler gerçek müritlerinin gönül aynalarını açtıkları zaman, onların gönüllerinde dünya bütün hakikat ve kabahatleri ile zâhir olur. Âhiret de bütün gerçek yönleri ile belirir. Gönül gözü açılınca, iki cihanın hakikati ve iki menzilin hâsılı bilinir. İşte o zaman, kul bâkiyi sever ve fâniyi terk eder. Bu neticeye vardıktan sonra şeyhlerin terbiyesinin faydaları ve yararlılıkları anlaşılır.

Şeyhlerin, Allâh’ın kullarını Allaha sevdirmelerinin sebebi, sadık müritlerini, muhlis ve gerçek tâliplerini Resûl-ü zişâna iktida ve ittibâ edebilecek hale getirmeleri dir. Resûl aleyhisselâma gerçek anlamda itaat edip uyan kullarını, Allahu teâlânın da sevdiği, âyet-i kerime ile sâbittir: Âli-îmran sûre-i celilesinin 31. âyet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır:

“Yâ Muhammed! Onlara de ki: Eğer siz Allâhu Teâlâ’yı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allâhu teâlâ da sizi sevsin.”

Bilmiş ol ki, şeyhler yeryüzünde Allahu teâlânın yiğitleridir ve Hak teâlâ onlar vasıtasıyla gerçek müritleri irşâd eder. Şeyhler sebebiyle, Hak teâlâ tâliplere hidayet bahşeder.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

Bu Hadis-i kudsinin mânayı münifi şöyledir:

“Kullarım, benimle iştigal etmeye başlayınca, onların himmetlerini, maksatlarını, fikirlerini ve lezzetlerini zikrim üzerinde sabit kılarım. O bana âşık olduğu gibi, ben de ona âşık olurum. Benimle onun arasındaki perdeleri kaldırırım. Halk, yanıldığı zaman onlar yanılmazlar. Onların sözleri, Nebilerin sözleri gibi olur. Onlar, gerçekten benim yiğit ve bahadır kullarım olurlar. Onlar benim âbid kullarımdır. Ne zaman ki yer ehline azap etmek dilesem, onları zikrederim, onların sebebiyle o azabımı, yer ehli üzerinden kaldırırım, buyurulmaktadır.”

Sual: Kul Allahu teâlâya nasıl âşık olur? Allahu teâlâ da kuluna nasıl âşık olur? Allahu teâlânın kuluna âşık olmasının keyfiyeti nasıldır?

Cevap: Bu konuda söz çoktur. Kadim muhabbetinin nasıl olduğunu anlatmak çok uzun sürer. Fakat, biz özetleyerek cevap verelim: Allahu teâlâ hazretlerine âşık olmak odur ki, Hak teâlayı çok sevmekle onun muhabbetinde kul kendinden geçer. Allahu teâlânın kuluna âşık olması da Hak teâlânın kulunu kendi muhabbeti ile kendinden geçirmesidir.

Bu izahlarımızdan da anlaşılıyor ki, kişiye elbette Allahu teâlâyı sevdirecek birisi gerektir. Nitekim, aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:

“İnsanlar, uykudadırlar. Elbette onlara bir uyarıcı kişi gerektir.”

Hak teâlâ, Kur'an-ı keriminde de şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Ben sizi bir öğütle irşat edeyim ki, buradan mücadele ve taklidi bırakarak sırf Allâhu teâlâ için ikişer ikişer, birer birer kalkın gidin.” Sebe sûresi: 46

Bu âyet-i kerime de kişiye bir mürşit gerektiğini göstermektedir.

Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:

“Ashabım, tıpkı yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete erersiniz.”

Ashab-ı cihar yâr-ı güzin den birisi de Hz. Ali Kerremallahu vechehu ve radıyallâhu anh hazretleridir. Bütün meşâyih, Hz. Ali efendimize, ondan Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimize, ondan Cebrail aleyhisselâma ve ondan da Rabbil-âlemiyn hazretlerine ulaşır.

Sülük silsilesinin nasıl olacağını da inşa’allahu teâlâ aşağıda bildireceğiz.

Burada maksadımız: (Şeyhe ne lüzum var?) diye kendinizi kapıp koyu vermemenizi ve elbette her kişiye bir şeyh edinmek lâzım olduğunu anlatmaktır.

Şimdi, birkaç âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile akli deliller beyan ederek şeyhin lüzum ve ehemmiyetini sana bildireyim ve herkese bir şeyh edinmenin lüzumuna, seni inandırayım. Zira, mürşitsiz yola çıkan kişi, mutlaka azgınlığa düşse gerektir. Onun içindir ki, Resûl-ü zişân efendimiz: (Ümmetimin âlimleri, Beni -İsrail peygamberleri gibidir,) buyurmuşlardır. Ümmetime, din yolunu gözetmekte ve göstermekte onlara uymak gerektir, demek istemişlerdir.

“Ümmetimin âlimleri, Beni-İsrail peygamberleri gibidir.”

Burada, âlimlerden murat elbette ve elbette ilimleriyle âmil olan âlimlerdir. Onlar, meşayihten halkı hakka çekip götürenlerdir.

Abdullah ibn-i Mesut radıyallahu anh, aleyhissalâtü vesselâm efendimizden rivâyet ederek buyurmuşlardır ki:

“Bir gün, Resûl-ü zişân efendimiz yere kum üzerine kendilerine doğru düz bir çizgi çektiler ve: (İşte, bu yol Allah yoludur,) buyurduktan sonra, o çizginin sağına ve soluna birçok çizgiler daha çektiler ve: (İşte, bunlar da her birinin başında şeytanın oturduğu yollardır ki, bu yollara girenler de şeytana uymuş olurlar.)” buyurdular ve şu iki âyet-i kerimeyi okudular:

“Şüphe yok ki, bu benim dosdoğru yolumdur Ona uyun! Başka yollara tâbi olmayın ki, sizi Hakkın doğru yolundan ayırıp, uzaklaştırmasın.” Enâm sûresi: 153

Böyle olduğuna göre, Elbette bu yola giden âşıklara bir mürşit gerekir, yol yordam bilen bir rehber lâzımdır ki, tâlipler şeytanın yollarına girmesinler.

Bu korkudan ötürü, Hak teâlâ her yüz yılın başında, tarik-i Muhammedî’yi talim edecek, şeytanın zafiyete düşürdüklerini düzeltecek, sünnetleri ve müstehapları yenileyecek bir kişi gönderir. Ebû-Hureyre radıyallahu anhtan rivâyet edilen şu Hadis-i şerif, bu görüşü doğrulamaktadır:

“Şüphesiz cenabı Hak bu ümmet için her yüz senenin başında dinini yenileyecek bir zat gönderir.”

Bu Hadis-i şerifin sırrı çoktur. Şerhi uzatmayalım ve maksada dönelim:

Demek oluyor ki, şeyhler Allâhu teâlânın kullarına kılavuz olmak ve onları din yoluna götürmek için gönderilirler. Şu hâlde, bunlara mutlaka uymak gerekir. Eğer, uymayarak muhalefet edilecek olursa, din yolunda eksikliktir. Onun için:

Kendisine şeyh edinmeyenin, şeyhi şeytan olur, demişlerdir.

Sultan-ül-ârifiyn Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh de buyurmuşlardır ki:

“Kimin üstadı yoksa, şeytan ona üstâd olur.”

Bazı arifler de buyurmuşlardır ki: “Her kim, şeyh edebi ile edeplenmezse, Allah ve peygamber sözü ile de edeplenmez.”

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, şeyhlere uymak ve onları sevmek lâzımdır ve her kişiye bir şeyh edinmek ve onun edebiyle edeplenmek gerektir.

Zira, şeyhler taliplerin çobanı gibidir. Çobanı olmayan koyunu, elbette kurt kapar.

Bir başka delil de şudur: O iki cihanın fahri, kâinatın serveri bütün yaratılmışların beyi, kıyamet gününün şefi'i, Allâhu teâlânın habibi iken ve has satan kendisi için yaratmış ve kendisine evvelinin ve âhiriynin ilmini vermiş ve bildirmiş ve (Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım,) demiş iken, Cebrail aleyhisselâm ona mürşit oldu ve kılavuzluk etti.

Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de bu yolu mürşit siz yürümedi, Cebrail aleyhisselâm geldi, onu kendi makamına kadar götürdü ve:

— Yâ Muhammed! Ben, makamıma kadar geldim. Bundan öteye bir adım atarsam helâk olurum, dedi. Efendimiz kendisinden sordu:

— Ya ben ne yapayım? Yolu da bilmiyorum, nereye gideyim?

Bunun üzerine başka bir melek geldi ve onu alarak ileri götürdü. Böylece, birçok meleklerin kılavuzluğu ile KÂBE KAVSEYN makamına varıncaya kadar, o iki cihan fahrine niceleri mürşit oldu.

Bu konuda da haberler pek çoktur. Aşağıda, çile ve halvet bahislerinde inşa’allahu teâlâ bildirilecektir.

Evet, Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, Habib-i Kibriyâ iken, Cebrail aleyhisselâm kendisine burak getirdi, huzuru hakka çağırdı ve göklere çıkararak Sidretül müntehâya kadar götürdü ve kendisi daha yukarı geçmeye mezun olmadığından, orada kaldı, fakat iki cihan serveri de mürşitsiz gidemediğinden kendilerine kılavuzluk edecek melekler gönderildi. Senin ise, yuların henüz nefsinin elindedir. Nefis hevâsı zincirini, nefs-i emmâre boğazına geçirmiş, dilediği yere sürüklemektedir. Seni, her gün biraz daha Haktan uzaklaştırmakta dır. Böyle olduğu halde (Bana mürşit gerekmez!) der durursun. Şunu da aklına getirmez misin Musa peygamber aleyhisselâm, nice yıllar Şuayb peygamber aleyhisselâmın koyunlarını güttü, hizmetinde bulundu. Peygamberliğe tâlip olduktan sonra, Hak Teâlâ’dan ilm-i ledün istedi Hak teâlâ, Musa aleyhisselâmı Hızır aleyhisselâma gönderdi:

Ona iradet götür ve hizmet et ki, Hızır sana ilm-i ledünnü öğretsin, buyurdu.

Musa aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma gitti ve uzun zaman ona hizmet etti. Nihayet, meşhur duvar kıssasında sual sorduğu için, Hızır aleyhisselâm onu reddetti. Bunların tafsilâtı, Kur'an-ı kerimde Kehf Sûresinde hikâye edilmektedir, inşa’allahu teâlâ, aşağıda müritlik bahsinde tekrar anlatacağım.

Mûsa aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâmdan mertebe bakımından daha yüce olduğu halde ona hizmet etmekten utanmadı. Utananlar, ilmullahtan mahrum kalırlar. Sen ise, bir mürşid-i kâmile iradet getirmez (Mürşide ne hâcet) dersin. Şunu iyi bil ki, tâ Âdem peygamber aleyhisselâmdan bu yana, eksik fazla tam yüz yirmi dört bin peygamber, dört yüz tabakat erenleri ve gelmiş geçmiş bunca veliler ve Hak dostları hep bu yolda yürümüşler dir. Fakat, hiç birisi bu yola şeyhsiz ve mürşidsiz çıkamamışlar dır. Şeyhsiz ve mürşidsiz yürüyebileceklerini zannedenler, sonunda kuşkuya düştüler ve imânsız olarak cehenneme gittiler. (Ne'ûzü billah)

Birçokları da bu hususta hem dâl (Dalâlete düşmüş) hem de mudil (Dalâlete düşüren) oldular. Demek ki, bu yola giren tâliplere elbette bir şeyh ve mürşit gerektir. Bu iş, yalnız ilimle ve akıl çokluğu ile olmaz. Nitekim, Mevlânâ Celaluddin-i Rûmî hazretleri buyurur:

“Eğer, akıl olsa idi bu yolların rehberi; Fahrettini Razî, dinin en mahrem meselelerini bilen biri olmaz mıydı?”

Şu yetiştirilmiş av köpeklerini görmez misin? Murdar yediği için kendisi murdar, nefsi murdar, tüyü murdardır ama onu yetiştirirler, av öğretirler, sonra da Bismillâh diyerek onu bir vahşi hayvanın üzerine salıverirler. Gider, avını yakalar, öldürür ve getirir. Boğazladığı hayvan da tıpkı insan tarafından boğazlanmış gibi temiz ve helâl olur. Fakat, bunu öğrenmeyen ve yetiştirilmeyen köpekler, yani köpeklerin cahilleri öyle değildir, her şeyleri murdardır. Kaba saba bir insan gibi, her fiili ve her hareketi kaba ve kusurludur. Köpek, köpek iken yetiştirildiği zaman bu hale gelebilir de insanoğlu ondan daha üstün ve yüce makamda bulunduğu halde gelemez mi? Elbette gelir, gelir ve müşahede ve muayene makamına erişir.

İnsanoğlunun yetiştirilmesi de zahirde riyazet, perhiz, zikir, tesbih ve evrâd-ı şerifelerini muntazaman ve yerli yerince yapması ile mümkün olur. Neleri terk edeceğini, nelere dikkat edeceğini öğrenir, kimini görmekle, kimisini işitmekle, zahire ait şeyleri zahirden talim eder.

Fakat, bâtınla ilgili olanları nereden ve nasıl öğrenir ve başarabilirler? Zira, bu yol bâtın yoludur ve zahirle ilgi ve ilişkisi yoktur. Bu yolda, önce bâtın gözü gerek sonra bâtın kulağı gerek sonra bâtın dili gerek sonra bâtın eli gerek sonra bâtın ayağı gerektir. Bu yolda yürüyecek tâliplere, bâtından türlü türlü vesveseler ve türlü türlü itikat edecek şeyler görünür. Tâlip, bunları hak sanarak kâfir bile olabilir. Yahut yolunu şaşırır, iki arada şaşkın kalabilir. Onun için, bir şeyhe iradet getirmek zaruridir ki, o tehlikelerden geçebilsin ve iki arada mahcup ve perişan kalmaktan ve dünyadan mahrum ve mahzun gitmekten kurtulabilsin. (Ne'ûzü billah)

Tâliplere öyle şeyler görünür ki, onu dile getirip söyleyemez. Şeyh bunu velâyeti ile bilir, öyle zamanlar olur ki, tâlip zikre devam ederek beşeriyeti tamamen fâni olur ve sarhoşluk âlemine düşer. Bazan da ruhu bedenden çıktı zanneder ve işin gerçeğini bilmeyenler onu götürüp diri diri mezara gömmeye kalkarlar, göz göre göre zâyi ederler, öyle zaman da olur ki, tâlibin ruhu insan hakikatinin varlığından fâni olur, hiçbir şeyi bâki kalmaz. İşte bu gibi hallerde tâlibi tekrar beşeriyet âlemine getirmek, o baygınlık halini gidermek, aklını iade ederek beşeriyet menziline kondurmak için tasarruf ehli bir mürşit gerektir.

Mürşitler, bazan tâlibi bu yola aşikâre alıp giderler. Bazan da öylesine götürürler ki, tâlip kendisi dahi bilmez. Eğer, tâlip kendi seyrini bilecek olursa, yolda kalır. Onun için, bazı tâliplere bildirmezler. Tâlip, seyrini ve mertebesini bilince, doğru yürüyemez.

Bazı talipler de mertebesini bilince daha ziyade yürürler. Bazan da mürşitler tâlibi akıldan, candan, nefsten, gönülden ayırır ve öylece akılsız, cansız, nefissiz ve gönülsüz alır, giderler. Zira, yolda öyle yerler vardır ki, oraya akıl, can, nefs ve gönül sığmaz. Nitekim, bunu çok güzel belirten bir beyit de vardır:

“Ko bu yoldaşlarını, yalnız ol; sen dahi sığmazsın anda, sensiz ol!”.

Acem (Arap olmayan) erenleri de demişlerdir ki:

Biz her gece seher vakti yari özler gideriz,

Bu gidişi kendimizden bile gizler gideriz;

Yâr ilinde akıl ile can perde-i müşkil olur,

Akl-ü canı terk ederiz, aşkı izler gideriz.

Zaman olur, talibin yolu lâ-mekâna ve bi-nişâna düşer. O yerde, zaman, mekân, nişân, yol dahi olur. Ancak, zaman, mekân, nişân ve yolun olmadığı yerde yolcuda olmaz. İşte, burada bir mürşit gerektir ki, mürşit o yola çok defa Hakkın cezbesi, ilâhi yardım ve mürşidinin rehberliği ile gitmiş gelmiştir. Zira, aşk mekânsızdır, Haktan gelen cezbede mekânsızdır. İlâhi yardımın bir nişanı, işareti yoktur, bi-nişânidir. Akıl, orada tasarruf edemez. Hele nefs, hiç tasarruf edemez. Aklın, nefsin ve canın tasarrufları, beşeriyet âleminde, yani zâhir âlemindedir. Aşkın tasarrufu ise, beşeriyet âleminden ötededir.

İşte, o yola gitmek isteyen tâlip, kendisini mutlaka bir mürşide teslim etmek mecburiyetindedir. Fakat, o mürşidin de bizzat aşk âlemine ulaşmış olması gerektir. Mürşit, talibi terbiyesi ile, telkini ile, zikrullah ile beşeriyetini fâni ettikten sonra, o bi-nişân dediğimiz yola adım atabilir ve gidebilir.

Zaman olur ki, tâlibe Hak teâlâ tarafından öyle ikramlar olur ki, mahlûkat onun tâbirinden âciz kalır. Onun tâbirini yine Hazret-i Allah bilir. Talip bunların izahını Allahu Teâlâ’ya bırakmalıdır ki, gelen ikramın izahının da Allahu teâlâ dan geleceğine inanmalıdır.

Zaman olur ki, daha yolun başında olan sâlikin yolu, âlem-i enfüse düşebilir. O acemi sâlik, buranın doyumsuz seyrine tutulup bu temaşanın zevkine aldanır. Onun için demişlerdir ki; tâlibe âlem-i enfüsten müşkil âlem yoktur.

İşte, bütün bunlardan tâlibi geçirmek için mürşit gerektir. Birçokları, bu âlem-i enfüste kâfir olmuşlardır, birçokları da olmaktadırlar. Onun için, âlem-i enfüste aldanıp kalanların, mürşit olmaksızın terakki edecek ve daha ileriye doğru yürüyecek himmetleri yoktur. Hak teâlânın lütuf ve keremiyle bahşettiği o cevheri, nefislerini galip ederek yitirirler, bundan dolayı ruhaniyet alemine geçemez ve ortada kalırlar.

İşte, bu gibi hallerde talibe mürşit gerektir ve tâliplere de mürşitlerinin sözlerini tutmaları gerekir, ki kendilerini buralardan geçirsin, âlemi ruhaniyete ileterek maksuduna eriştirsin.

Şeyhsiz varamaz yolu, zinhar şeyhe eriş şeyhe;

Şeyhin himmeti dir âli, zinhar şeyhe eriş şeyhe.

Bir şeyh edin yola rehber, işba yola şeyh ile var;

Budur sana doğru haber, zinhar şeyhe eriş şeyhe.

Hak habibi iken Resul, şeyhsiz Hakka varmadı ol,

Ki şeyhi yok, şeytandır ol; zinhar şeyhe eriş şeyhe.

Gör ol şeyhsiz gidenleri, kimi mülhid, kimi dehri;

Olma Cebri, ya Kaderi; zinhar şeyhe eriş şeyhe.

Talibisin Hak yolunun, var elin al bir ulunun;

Tut penin Eşref oğlunun, zinhar şeyhe eriş şeyhe.

Şimdi ey aziz kardeş:

Kişiye elbette şeyh-i kâmil edinmek gerek olduğunu ve şeyhi olmayanın şeyhinin şeytan olacağını bilip öğrendikten sonra, şunu da bilmen ve itikat etmen gerekir ki, olur olmaz herkese şeyh diye bağlanmak da câiz değildir. Hakka tâlip olan kişilere, kimleri şeyh edineceklerini bilmeleri gerekir ki, yolda kalmasınlar ve maksut olan menzillerine varabilsinler.

Onun için, şimdi de sana kimlerin tâlipleri sülük ettirebileceklerini ve şeyhlik mertebelerini bir bir bildireyim de sen de bir kargaya uyup onu şahin sanmayasın ve yolunu şaşırarak çöplüğe varmayasın.

Bu fakir müellif der ki: On yedi şeyhe yetiştim ve her birine hizmet ettim. Fakat, içlerinde yalnız dördü şeyh-i kâmil idi, şeyhliğe elhak lâyıktı, safi meşrepti. Diğerlerinden, kimisinin meşrebi bulanıktı, kimisi mübtedi idi. Tâlibi alıp götüremez, yolda bırakırlardı. Daha sonra bir başkasına gittim. Fakat, o da alıp götüremez, bırakırdı. Böyle böyle birçoklarına hizmet ettim. En sonunda, Sultan Şeyh Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sırrahül-azizin oğlunun', oğlunun, oğlunun, oğlu Şeyh Hüseyin ki, Şeyh Ahmed bin Hüsamüddin bin Şeyh Muhammed bin Şeyh Abdülkadir-i Geylânî’dir, ona yetiştim ve onun katında sülûkü tamamlayarak maksuda eriştim.

Nitekim, Şeyh Bayezid-i Besetamî rahmetullahi aleyh buyurur ki:

— Ben de, doksan dokuz şeyhe yetiştim ve her birine hizmet ettim. Fakat, Cafer-i Sadık hazretlerine yetişmeseydim, sonunda imânsız giderdim.

Şimdi aziz:

Bu yolda, yalan yere oturup, şeyhlik dâvası ediciler, adam aldatıcılar, şeytanlar çok olur. Nitekim, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Resûl-ü zişân efendimiz bir çizgi çekti ve (Bu, Hak yoludur!) buyurdu. Sonra, o çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çekti ve (Bunlar da şeytan yollandır.) buyurdu. Evet, bunların her birinin başında birer şeytan oturur, talipleri yollarından saptırmak ve alıp cehenneme götürmek için çalışır.

Şimdi, bu şeyhlik dedikleri dâva ile, şöhret ile olmaz. Hele, çok muhip edinip, kalabalık ve hengâme ile hiç olmaz. Nuh Peygamber aleyhisselâm, ŞEYH-î-ENBİYÂ iken dokuz yıl halkı davet etti, ancak doksan kişi toplayabildi. Yoksa, müritlerin çokluğuna ve kalabalığa itibar olmaz. Zira, şeyhlerin bir terbiyeleri vardır ve o terbiyeye varamayan kişiler şeyhlik edemezler. Şeyhlikte MERTEBE-I-RECÛLÎYYET, yani tamam erlik mertebesi şarttır. Yarım erlik mertebesinde kalanlar, tamam erlik mertebesine erişemeyenler şeyhlik edemezler. Çünkü, tâlibin akidesini bozarlar.

Erlik mertebesi nedir? Tamam er kime denir? Sana, şimdi onları da deyi vereyim:

Bir kimse, İki cihanı ayağı altına alsa, kendisinin geçen haline ve gelecek sırlarına vâkıf olsa, kendi bâtın sırlarına da vâkıf bulunsa, Hak teâlânın harikulade şeylerini ve birçok gözle görülmeyen sırları bilse, bütün mahlûkatın zahirine, bâtınına, sırrına ve alâniyyetine de vâkıf olsa, o henüz kâmil bir veli değildir. Tam erlik mertebesine de yetişmemiştir, irşadı dürüst değildir.

Mürşidi kâmil odur ki, bunların da ötesinde olmalı, Allahu Teâlâ’nın zâtına ve sıfatına ait ilme vâkıf bulunmalıdır. Mürşidi kamilin sahip olduğu bu ilim gizlidir ve hiç sonu yoktur. Zahiri ilimler, onun yanında okyanusta bir damla gibidir.

Ne acep bir dalgıçtır kî, daldığı deryalarda;

Her kat re bir derya olur, her derya binbir umman,

Şu hâlde, tâlip olup şeyh edinmek isteyenler, öyle şeyhleri seçmelidirler ki, onlar birçok defalar mürşitleri ile gitmiş gelmiş ve birçoklarını da iletmiş ola.

Mürşid-i kâmil denilebilecek ve halkı irşâd edecek zevat, her şeyden önce kendinden mecâzi olan vücudundan tamamı ile yok olup fâni olmuş ve hakikî vücut ile mevcut olmuş, tâliplik ve müritlik makamlarından geçmiş, matluptuk ve murattık makamına erişmiş bulunmalıdırlar ki, şeyh olmaya lâyık olsunlar.

Şeyh edinilecek kişilerin, bir tarafları hakka ve bir tarafları da halka olmak üzere iki tarafı bulunmaları, haktan alıp halka vermeleri, yani hem cihet-i tecerrüdü ve hem de cihet-i tâalluku bulunmalıdır.

Şeyh edinilecek kişilerin, hakiki bir gönülleri olmalı, yani kalpleri kalb-i hakikî bulunmalıdır. Kalb-i hakikî ona derler ki, onun gönlü yerden ve gökten ulu olmalı, o gönül arştan ve kürsiden geniş olmalı ve bu genişliği nihayetsiz bulunmalıdır. Zira, sonsuz olmadan sonsuza erişilmez. Nihayetsiz, yine nihayetsize görünür.

Hak teâlâ, bize o gönüllerin azametini haber vermiş ve buyurmuştur ki:

“Yerlere sığmadım, göklere sığmadım, arşa ve kürsîye de sığmadım. Mümin kullarımın kalplerine sığdım.”

Mürşit olacak zevatın gönülleri işte böyle olmalı, Hak Teâlâ’dan gayrı her şeyden arınmış bulunmalı, böylesine nihayetsizliğe erişmiş olmalıdır.

Şeyh edinilecek kişinin zahirlerini de Hak teâlâ haber vermiş ve buyurmuştur ki:

“Böyle olan kişilerin işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili, tutan eli ben olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle söyler ve benimle tutar.”

Bu mertebelere erişemeyenler, mürşit olmaya lâyık değillerdir.

Şeyh edinilecek kimseler, âlim olmalı ve cahil olmamalı, yani emri ve nehyi bilmeli, dişi ile erkeği ayırt etmelidir. Bu kadarcık ilmi bulunmazsa, sebeb-i necat olamaz. Zira, bu dediğimiz vasıflar kendisinde bulunmaz. İlimsiz sülûk edenlerin çoğu dalâlete düşmüşler ve kendilerini kurtaramamışlardır. Onun için, her şeyden evvel biraz ilim öğrenmek lâzımdır. Zira, Allahu teâlâ, Nahl sûre-i celilesinin 43. âyet-i kerimesinde: "Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun." buyurmuştur.

Kaldı ki, Allah için ilim okumak ve okutmak, hak tarikine sülûk etmenin aynıdır. Çok cahil kalmaktan korkmalıdır.

Özellikle, sofi olmağa heves edenler, mutlaka ilim tahsil etmelidirler.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

Bu âlemin yıkılmasına ve dinin harap olmasına, üç taife sebep olacaktır:

1) Cahil sofiler,

2) Fâsık âlimler,

3) Zalim beyler,

Cahil sofiler, dinin gereklerini bilmezler hem kendi dinlerini hem de başkalarının dinlerini bozarlar. Bu gibilere asla uymamalıdır.

Şeyh edinilecek kimselerin âlim olması lâzımdır, demiştik.

Âlimler de iki nevidir:

  1. I) Zâhir âlimleri ki, okumakla, yazmakla, çalışmakla ilim tahsil etmişlerdir.
  2. II) Bâtın âlimleri ki, kalplerini ve nefislerini tezkiye suretiyle ilim kendilerine keşf olunmuştur.

Mürşit olacak zat, bu iki ilimden de yani zâhir veya bâtın ilimlerinden de mahrum olup, kara cahil olursa, şeyhliğe asla yaramaz. Aleyhissalâtü vesselam efendimizin: (Cahil sofiler) buyurdukları, işte bunlardır.

Şeyh olacak kişiler, meczubu ebter de olmamalıdırlar. Meczubu ebter odur ki, ilâhi cezbe ile beşerî alemden kopmuş cezbe halindedir. Tekrar beşerî aleme döndürülürse şeyhlik yapabilir.

(Sâlik, meczup olabilir.) Fakat, meczup sâlik ilâhi cezbelerle, beşeriyet âleminden gitmiş, Hak teâlânın kullarını irşât ederek kemale erdirmek için, noksanlık yurdu olan dünyayı tercih etmiştir. Yine beşerî âleme gönderilmiş, bir mürşid-i kâmilin icazeti ile bu dahi irşât tahtına oturmuştur.

Nitekim, Şeyh Attar rahmetullahi aleyh, buna münasip bir beyitle demiştir ki;

“Kemal için noksan evin eylemiştir ihtiyar,

İnsanları kurtarmaya memurdur ol bahtiyar.”

Şeyh edinilecek kişiler, hal nurunun sarhoşluğundan kurtulmuş ve Hâk nuruna ulaşmış olmalıdırlar. Hal nurunun sarhoşluğunu, hak nuru giderir. Hal ehli olan kişiler, tasarruf ehli olamazlar. Oysa, mürşit olacak zevatın tasarruf ehlinden olmaları lâzımdır ki hem müritlerinin hallerini hem de kendi halini döndürebilsinler. Hal ehli kişiler ırmak gibi kararsız olurlar. Çoğu zaman bulanıklıkları gitmez. Şeyh olacaklar ise, deniz gibi olmalıdırlar. Onları hiçbir şey bulandıramamalı ve değiştirememelidir. Ol kişiye ki hal gelince, başka bir türlü davranırsa o mürşitliğe yaramaz.

Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh, onun için “Bulanmamak için deniz gibi ol der.”

Şeyh ve mürşit olanlar, hali ve vakti kendilerine uydurur. Kendisi, hale ve vakte, zamana tâbi olmaz.

Nitekim, bizim şeyhimiz ol Gavs-ür-Rabbani ve Kutb-us-Samedani Sultan Abdülkadir-i Geylânî kaddesallahu sırrahu, zamanı ve mekânı kendisine tâbi eder, döndürürdü. Müritlerinin hallerini, zamanlarını ve mekânlarını da döndürür, kendilerine tâbi ederdi. Zamanı kendisine tâbi etmesi, meselâ on yılda, yirmi yılda hâsıl olacak şeyleri bir saatte eder ve müritlerine de ettirirdi. Mekânı kendisine tâbi etmesi de bir veya iki yıllık yola bir adımla veya bir hareketle gider, gelirdi. Zamanı kendisine tâbi kılarak, müritlerine tasarruf ederek, müritlerine ve başkalarına döndürüvermesinden birkaçını söyleyivereyim ki, kalanı da bundan anlaşılsın. Sen de Velilerden âdete muhalif halleri duyarak inkâra yeltenme!

Şunu iyi bil ki, mürşid-i kâmil olanlar diledikleri zaman böyle şeyler yaparlar ve akıllar hayran kalır.

Sultan Abdülkadir-i Geylâni zamanında, ilim ehlinden ilim ehlinden ulu bir kişi vardı. Bu kişi şeyhin, sultanlığını inkâr eder, bazan şeyhi zemmettiği bile olurdu. Bir cuma günü, şeyhin mescidine gelip oturur, maksadı, Hazret-i şeyh ile sohbet etmek ve aklı sıra ona sataşmaktı., Biraz sonra Şeyh hazretleri de mescide gelirler, birçok azizler de o mecliste hazır bulunur. Hoş beşten sonra, Hazreti şeyhe dönerek şöyle bir sual sordu:

— Yâ Şeyh! Mürşit olan kişiler, zamanı kendilerine tâbi ederek döndürürler ve yıllarca yapılması mümkün olmayacak işleri yaptırırlarmış, doğru mu?

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî kaddesallahu sırrahu cevap verip, buyurdu:

— Allahu teâlâ, dervişlere o kadar kuvvet verir ki, 10-15 yılda olacak bir işi, gayet kısa zamanda yaparlar.

Münkir olan zat itiraz etti.

— Ben, zamanı döndürüp kendinize tâbi edebileceğinize ve 10- 15 yılda olacak işi bir günde veya bir saatte yapabileceğinize inanmıyorum. Bu, ancak Allahu teâlâya mahsus ve münhasırdır.

Hazret-i Şeyh, tebessüm etti ve:

— Allahu teâlânın tasarruf verdiği öyle kulları vardır ki, ne isterlerse yaparlar, hiçbir şey onlara mâni olamaz.

Konuşmanın burasında cuma namazı vaktinin yaklaştığı anlaşıldı, şeyhe seccade çıkardılar. Şeyh kalktı, işaret etti ve seccadeyi o kişinin eline verdiler:

— Bunu lütfen siz götürünüz, dediler.

Münkir dânişmend, seccadeyi alıp omzuna attı ve mescide 'gitmek üzere hep birlikte yola çıktılar. Yolda, bir şadırvana rastladılar. Dânişmend, abdest tazelemek istedi, omzundaki seccadeyi bir ağaca astı ve şadırvanda abdest almaya başladı. Fakat, ellerini suya vurur vurmaz kendisini bir pazar yerinde ve bir çilingir dükkânının önünde buldu. Bir müddet, çilingirin çalışmasını seyretti, yaptığı işleri çok hoş ve ustaca buldu, imrendi ve dükkâna girerek:

— Bu sanatı bana da öğretir misin? dedi. Çilingir:

— Görüyorum ki, sen bir dânişmend kişisin. Bu sanatı öğrenip ne yapacaksın?

— Sanat öğrenmek ve işlemek hoşuma gitti. Helâlinden, elimin emeği ile kazanır, ilmimle amel eder otururum, cevabını verince, dört yandan dükkân komşuları geldiler ve danişmendi, çilingire çırak yaptılar. Dört yıl hizmet etti. Fakat, bu işi o kadar sevmişti ki, ayrılamadı ve dört yıl daha çilingirin yanında çalıştı. Artık, çilingirliği de öğrenmişti. Fakat, ustası ölünce onun dul karısı ile evlenmek zorunda kaldı ve zamanla iki oğlan çocukları oldu. Birisini, mektebe verdiler, diğeri henüz küçüktü. Bir sabah, yine dükkânına geldi, işine başlamak üzere ateş yaktı, bir demiri ocağa sokacağı sırada, bir anda kendini abdest aldığı şadırvanda bulur. Kendisi şadırvanda abdest alıyor ve şeyhin seccadesi de astığı gibi ağacın üstünde durduğunu görünce hayret içinde kalır. Bir mâna veremez, alelacele abdest alıp, seccadeyi kaptığı gibi şeyhin ve yârânının peşlerinden koşar ve onlar mescidin kapısından içeri girerlerken yetişir. Şeyhten önce mescide girip, seccadeyi şeyhin önüne serdi ve geriye çekilmek istedi. Fakat, Hazret-i şeyh kendisini bırakmadı ve yanına aldı. Şeyh ile birlikte iki rekât tahiyye't-ül-mescit kıldılar. Şeyh, dönüp sordu:

—Nasıl, hâlâ inkârda mısın?

Dânişmend, safiyetle cevap verdi:

— Sultanım! Abdest almak üzere sizden ayrıldım. Elimi suya sokar sokmaz, kendimi bir pazarda ve bir çilingir dükkânının önünde buldum. Bu çilingire bakarken, sanatına özendim ve çırak olarak yanma girerek tam dört yıl hizmet ettim. Dört yıl sonra, ustam öldü ve ben onun dul kalan karısıyla evlendim. Dükkânı satın alarak oturdum, yıllarca aynı dükkânda çalıştım. O kadından iki çocuğum oldu. Birisini mektebe verdim. Bir sabah yine çalışmak üzere dükkânıma geldim, demiri ocağa koydum ve körüğe el atar atmaz, kendimi yine sizden ayrılıp abdest almağa gittiğim şadırvanda buldum.

Abdest aldım, ağaca astığım seccadenizi de omzuma vurarak peşinizden yetiştim ki, sizler de henüz mescidin kapısına varmıştınız. Bilmiyorum ki, bu ne haldir? Hayal midir, rüya mıdır? Lâkin, doğrusunu söyleyeyim, gönlüm o hatunda ve çocuklarımda kaldı.

Hazret-i şeyh tekrar sordu:

— Bu hal olalı kaç yıl oldu bilir misin?

— Bana kalsa, on yıldan fazladır.

— öğrendiğin çilingirliği şimdi de işleyebilir misin?

— İşte ellerim şahittir, işlesem elbet işlerim.

— İyi bil ki, bu iş ne hayaldir ne rüyadır. Gerçekten olmuştur. Namazı kılalım, mescitten çıkalım, adam gönderip karını ve çocuklarını getirtelim.

Hep birlikte cuma namazını kıldılar. Mescitten çıktıktan sonra, o şehre mektup yazdılar ve danişmendin karısı ile çocuklarını getirdiler. Münkir dânişmend, iradet getirdi ve şeyhin elini tuttu, tövbe etti ve ölünceye kadar şeyhin hizmetinden ayrılmadı.

İşte, mürşid-i kâmilin zamanı döndürmesi böyle olur ama iş bu kadar da değildir. Onlar, mekânı da döndürürler. (Tayyederler)

Nitekim, Şeyh Abdülkadir-i Geylâni kuddise sırruh, bir gün mescitte halka vâaz ediyordu. Cemaat gayet kalabalıktı. O kadar ki, dışarı çıkmaya imkân kalmamıştı. Dervişlerden birisine, minber dibinde otururken, abdest tazelemek icap etti. Derhal, Hazret-i şeyhin mübarek yüzüne baktı. Dervişin hali, şeyhe malûm olmuştu. Minberden bir an kaybolur gibi oldu, halk oturup kalktığını zannetti. İşte o bir an içinde şeyh, dervişin elinden tuttu ve mescit duvarından dışarı attı. Derviş, kendisini ıssız ve tenha bir sahrada buldu. Kaba bir ağaç vardı ve bir pınar akıyordu. Hacetini gördü, pınardan abdestini aldı, iki rekât namaz kıldı ve tekrar mescide gitmek istedi. Biraz aşağı doğru yürüdü. Nereye gideceğini bilemedi. Gördüğü ve bildiği bir yer değildi. Biraz durakladı ve etrafına bakındı, karşıdan birisinin gelmekte olduğunu görerek ona yaklaştı, yol sordu ve aralarında şöyle bir konuşma oldu:

— Adam nerelisin der.

— Derviş Bağdatlıyım. Abdülkâdir Geylâni hazretlerinin dervişlerindenim der.

— Ne diyorsun? Burası at gidişi ile Bağdat'a iki yıllık mesafededir.

— Peki, ben şimdi ne yapacağım?

— Sen bir kenara çekil, otur. Seni buraya kim gönderdiyse, yine aldırır, hiç merak etme.

Derviş, bir kenara çekip ve tevekkülle beklemeye başladı. Tam bu sırada, Hazreti Şeyh minberden yine elini uzatıp dervişi alarak mescitte oturduğu yere bıraktı, hali dervişten başka kimse bilmedi. Çoğu, o dervişi kendileri gibi saatlerden beri ders dinliyor sanıyordu.

İşte, o sultanın mekânı da kendisine tâbi etmesi de böyle olur.

Sultan şeyh Abdülkadir-i Geylâni hazretlerinin daha böyle birçok acayip ve garip hikâyeleri vardır. Hepsini yazmaya kalksak, kitap uzun olur. BEHCET-ÜL-ESRÂR ve TUHFE'T-ÜL-EBRAR adlı kitaplarda yazılan menkıbelerini okuyabilirler.

Sultan Abdülkadir-i Geylâni'nin menkıbelerini dinlediniz. Şimdi de bazı beyitlerini sunalım ki, hem bu kitap onun mübarek sözleri ile şereflensin ve hem de okuyanların ve dinleyenlerin gönülleri nurlansın. Zira, Şeyh Abdülkadir'in sözleri ırk-ı nübüvvetten ve netice-i-velâyettendir.

Tut zimamı yedi kez, meykede'mi eyle tavaf;

Her sene eyle ziyaret beni, kıl kalbini saf.

Sırrımın sırrıdır esrar-ı hakayık cümle,

Kâbe-i rahatım uşşak una sâ'y-ü metâf.

Timimin, şû'lümün asarıdır ders-i ulûm,

Benem ol seyh-i kurrâ, hükmüme ramdır etraf.

Taht-ı hükmümde durur kutb-u cihan, gavs-ü zaman;

Hiç kes eyleyemez âlemde emrime hilaf.

Evliya cümle bana (Kutb-u cihan sensin) der,

Cilvegâh olsa nola bana behişt-ü â’raf.

Benem ol gavs-ü zaman, emrime ferman-berdir;

Kutb-u aktâb-ı cihan, cümle en'am-ü eşrâf.

Sâ'yeder kâbe tavafına hemise aktâb,

Harem-i izzetimi daim eder kâbe tavaf.

Nazarım arş-ı muallâya erer bir demde,

Hadimim cümle melek, kavlimi sanma hilâl.

Camie esrar-ı Hudâ keşfime mekşûf oldu.

Kıldı Sultan-ı ezel bana hezâran eltâf.

Kıldım estâr-ı sera, perde-i hicabı çim mahv;

Oldu anka-i dile, arş-ı Hudâ gulle-i kal.

Hulle-i fakiri eynime merdûş ettim,

Gam-ı endûh-u belâdan beni Hak etti mu’af.

Evliya zümresinin şimdi benem şehbazı,

Husrev-u m ilk e t- i aşkım, beni bilmez arrâf

Zeyn-i izzetle müzeyyen olalı âlemde,

Dest-i hak, esb-i izze beni etti irtidâf.

Destime alsam eğer kav s- i kaza-i kaderi,

Hiç kes bana mukabil olmaz rûz-i mesâf.

Zira destimde benim kebûter gibidir,

Kümbet-i çarh-ı felek, arz u semâ-ü ahkaf.

Bir kademde irerim meşrik-u magribe ben,

Hali ekvana olur kalb-i m ün irim keşşaf.

Berrü bahr içre müridim figan etse bir kez,

Ederim düşmanınım nakd i vücudun itlaf.

Ererim pir-i kaza gibi vücud-u hasme,

İntikamım kılıncın men 'edemez bend-ü hilâf.

Abdülkadir ki, hatm-i Resul ceddimdir,

Destime beste durur silsile- i Abd-i Menâf.

Abdülkadir Geylâni ile velilerini itmam eden Mâlik-i Kadiri tesbih ve takdis ederiz. Ondan sonra zahir bir veli işitmedik. O, nice kerametleri ve üstünlükleri nefsinde toplamıştı. Onun, yıldızlar gibi parlak arkadaşları vardı. O, şöyle derdi: (Müridim İyi olmadığı zaman, ben iyiyimdir. Rabbimin izzeti hakkı için, ben şarkta bulunduğum halde, elim devamlı olarak garptaki müridimin başı üstündedir. Eğer, onun bir ayıbını sezersem, doğudan elimi uzatır ve onu örterim. Rabbimin izzeti için, kıyamet gününde benim bütün müritlerim geçinceye kadar cehennemin kapısında duracağım. Zira, Allah u teâlâ müridlerim den hiç birisini ateşe koymayacağına dair bana söz verdi. Her kim, bana intisap ederse, onu kabul eder ve ona yönelirim. Kabirde hiçbir müridimi korkutmamaları için Münker ve Nekir meleklerini yakaladım.)

Şimdi aziz:

Bilmiş ol ki, şeyh olacak kimselerin, işte böyle olması gerektir. Eğer, bu zamanda şeyh Abdülkadir-i Geylâni gibisi nerede bulunur, diyecek olursan, evet şimdi onun gibi sultan gerçekten zor bulunur. Ne var ki, onun nesli kesilmedi ve onun tavrı, tariki, irşadı ve tasarrufu bu âlemde devam ediyor. Hulefâsı Rum'da, İran'da, Şam'da, Arapta, Hint'te ve Çin'de, onun desturu ve icazeti ile tarikatini yürütüyorlar. Sultan Abdülkadir-i Geylâni'nin ruhuyla, talipleri buluşturuyorlar. Hayatında olduğu gibi irşât vazifelerine devam ediyorlar. Zira, hulefâsının her biri, birer mürşid-i kâmil olup, irşâtları gün doğusundan, gün batısına kadar erişiyor. Yeter ki, bir mürit sıdk ile onlara yönelsin, onların tasarrufu derhal yetişir. Hatta, denizlerin dibinde dahi olsa, onlar bulurlar. Uzaklık ve yakınlık, halka göredir. Mürşid-i kâmil olanlara, uzak veya yakın, doğu veya batı, bir el ayası gibidir. Her nerede olursa olsun, onlar müritlerine yetişir ve tasarruf ederler. Almak veya bırakmak ellerinden gelir.

Şeyh Sâf i rahmetullahi aleyh, irşât tahtına oturduğu zaman, onun irşadının sesleri âleme doldu. Azizlerden birisi, Şeyh Sâfi'nin huzuruna geldi ve mat etmek için ona dedi ki:

— Seccadeye oturmak ve irşât dâvasında bulunmak, kişiye şu vakit lâyık ve müstehak olur ki, Bağdat şehrinde bir kadının, bir bardağa kaç tane nohut koyduğunu bilsin ve onları birer birer saysın.

Hazret-i Şeyh cevap verdi:

— Atam anam, bu söz senin boyuna göre değildir. İrşad tahtına oturmaya yetkili olan kişinin kuvveti öyle olmalıdır ki, onun doğuda ve batıda müritleri bulunsa, bir hata işleseler veya başlarına bir hal gelse, dilerse almalı dilerse bırakmalıdır, irşât dâvasında bulunan kişinin Kaf dağının arkasında ve etrafındaki dört müridinin ömürleri sona gelmiş olsa ve şeytan onların imanlarına kasd eylemiş bulunsa, mürşit yetişerek onları bu tehlikeden kurtaramazsa, bu seccade ona haramdır. O kişinin, seccadede oturması bile câiz olmaz. Kıyamette, yüzü kara ve huzur-u hakta mahcup olur.

Şimdi azizim:

Şeyhlik makamı, sultanlık makamıdır. Külhanilerin, sultanlık dâvasında bulunmaları olmaz. Eğer, bu dediğim olgunlukta ve ergenlikte bir şeyh bulursan, aman aman onun eteğine sıkı sıkı yapış, iki cihanı ardına atıp, onun hizmetinde bütün varını hiçe sat, kapısından bir saat bile ayrılma, günde bin kere kovsa bile, onun eşiğinin toprağına yüzünü sür, o hazrete yalvar yakar, kabul ederse senin için devlet olur, Hak teâlânın inayeti sana yâr olur. Tek, o seni kabul etsin. Dilerse bütün malını ver; evini, barkını, köleni, hizmetçilerini, davarını, varını, yoğunu onun yoluna terket, onunla ahdini berk et, işini, gücünü, eşini, dostunu bırak, onun hizmetini can ve gönülden kabul et, ona hizmet etmeyi hemen Allahu teâlâya hizmet etmek gibi bil ki, seni Hakka ulaştıracak ancak odur. Seni, bir hamlede benliğinden kurtaracak da odur. Senin, gözlerinden perdeyi kaldıracak ancak odur. Böyle bir şeyhin, bir mürşid-i kâmilin eli altına girebilirsen, seni müridliğe kabul ederse, bilmiş ol ki iki cihanın saadeti karşına gelmiştir. Böyle bir mürşide erenler, gerekli ne ise görürler, ondan nasip alırlar ve asla mahrum kalmazlar.

— Filân şeyhe hizmet ettim, şeyh bana himmet etmedi, derler hatta şeyhi dahi inkâr ederler.

Mademki tâlib-i Hak oldun ve mürşid-i kâmil de buldun, sana her şeyden önce ona iradet getirmek lâzımdır, ki beş türlü şartla mürit olabilesin. Bu beş şartın birisi eksik olursa, iradet kâmil olmaz, maksuda varılmaz. Herkesin nasibi, iradesine göre olur, iradesi sağlam olursa, şeyhten nasibini kefilsiz çeker alır.

Şimdi, sana bu beş şartı sayayım:

1) Şeyh edindiği ve müridi olduğu kişiye temiz bir itikatla bağlanmaktır.

2) Onun huzurunda, bütün mal ve mülkünden sıyrılıp, soyutlanmaktır.

3) Sıdk ve gerçekliktir. (Veliler önemi sebebiyle pek çok sıdk tanımı yapmışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

  • Zarar görecek olsa da hak olanı söylemek.
  • Allah Teâlâ’nın ahdine vefa etmek.
  • Zorluk ve ihtiyaç esnasında bütün gücünü taate sarf etmek.
  • Söz ve fiilin bir olması.)

4) Kendisini şeyhine satılmış bir köle gibi teslim etmek ve o ne dilerse öyle yapmaktır.

5) Onun elini tutup tövbe etmek ve bütün mâsiyyetlerden kaçınmak suretiyle, onun muhabbetini gönülde sağlamlaştırmaktır. (O kadar ki, şeyhi kendisine oğlundan, kızından, malından, mülkünden ve kendi nefsinden bile sevgili olmalı, gönlü onun muhabbeti ile dolmalı, ondan ayrılmaya asla razı olmamalıdır.)

Müridin iradeti (intisabı), bu beş şartla tamam olur. Birisi eksik olsa, o mürid şeyhe iradet getirmiş olmaz. Kendi kendisine ve kendi bildiğine mürit olmuş bulunur. Yukarıda söylenildiği gibi, kendi kendisine yürüyenlerin şeyhleri de şeytan olur.

Şeyh Necmüddin rahmetullahi aleyh, buyurmuşlardır ki:

— Bu gibi iradeti eksik kişiler, işledikleri her işi şeytanın tasarrufu ile işlerler; fakat, bu beş şartı yerine getirerek bir şeyhe iradet getirirse, şeytan onlara asla zafer bulamaz.

Şimdi, bu beş şartı da birer birer inceleyelim:

Birinci şart olarak, şeyh edindiği kişiye temiz bir itikatla bağlanmak gerektir, demiştik. Temiz itikat şöyle olur: Mürit, şeyhine öylesine itikat etmelidir ki, kendi kendisine.

— Beni, Allahu teâlâya bu şeyhten başka kimse ulaştıramaz. İllâ, bu şeyh ulaştırır. Bu şeyhten gayrı bütün kâinat halkı şeyh olsalar, yine de beni Allahu teâlâya ulaştıramazlar, demeli ve bu itikadını gayet sağlam tutmalıdır, İradet böyle olursa, şeytan o müride yaklaşmaya zafer bulamaz. Zira, şeytan şeyh-i kâmil suretine giremez. Demek ki, böyle sağlam ve temiz bir itikatla bağlananlar, şeytan tasarrufundan ve tasallutundan emin olurlar. Şeyh doğuda ve mürit batıda dahi olsa, şeyhin nüfuzu yetişir ve onu kurtarır. Zira, şeyhlerin nüfuzları her yere erişir. Bütün mekânlar, onlar için bir olur, mürit nerede bulunursa bulunsun şeyhin ruhaniyeti ondan ayrılmaz. Şahsiyetinin ayrı bulunmasının hiçbir önemi yoktur. Mürit, ne zaman gönlü ile şeyhine müteveccih olursa gönlü şeyhe yakin olur ve şeyhinden birçok faydalar sağlar. Her kim ki, şeyhe bu şekilde itikat etmezse, onun bütün işlerine şeytan tasarruf eder. Zira, kâmil bir iradesi yoktur. Eğer, bir şeyler hâsıl olsa bile, yine şeytanın tasarrufu ile olur.

Şunu da muhakkak olarak bilmiş ol ki, mürit şeyhin elini tutup tövbe ettikten, tâc ve hırka giydikten sonra, tuttuğu eli Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin eli bilmek gerektir. Hakikatte de şeyhin eli Resûl-ü zişânın elidir.

Müridin, kendisini şeyhe teslim etmesi kendisini Allahu azim-üş-şâna ve Resûl-ü zişâna teslim etmesidir. Çünkü, şeyh de kendisini Allahu teâlâya ve Resûl-ü müctebâya teslim etmiştir.

Nitekim, Hak teâlâ Kur'anı azim-ül-bürhanında buyurur:

“Muhakkak ki, sana biat edenler, gerçekte Allâhu teâlâya biat etmişlerdir. Allahu teâlânın eli, onların: ellerinin üstündedir. O halde, kim ahdini ve bi'atini bozarsa, vebali kendisine râci olur. Kim, Allahu teâlânın ahit ve bi’atinde vefa eylerse, Allahu teâlâ ona pek büyük bir ecir verecektir.” Feth sûresi: 10

Bu âyet-i kerime, teslim olmağa taallûk eder ve teslim olana işarettir. Müritler, öyle itikat etmelidirler ki, Şeyhler Allahu teâlânın açılmış birer kapısıdırlar. Ne vakit dilerse, o kapıdan girilir ve Hak teâlâ hazretlerine erilir. Müritler öyle etmelidirler ki, şeyhlerinin işlediği her şey, Allâhu teâlânın emriyle işlenmektedir. İşlenilen hayır veya şer gibi görünse de ilâhi irade ile vuku bulmuştur. Aynı, zamanda şeyhin de Allah’a açılmış bir kapısı bulunduğuna ve dilediği vakit Hak teâlâ ile mülâkatta bulunabildiğine, uyurken ve uyanıkken dahi bu buluşmanın vuku bulacağına itikat etmek gerektir. Şeyhe, öylesine itikat etmelidir ki, şeyhler müritleri hakkında kendi hevâsiyle bir iş işlemez. Zira, müritler şeyhin katında Allahu teâlânın birer emanetleridir. Bunu böyle bilmeli ve böyle teslim olmalıdır. Şeyhin, Allah emaneti olan müritlerini zâyi etmeyeceğini, bilâkis onları terbiye ederek maksutlarına eriştireceğini de bilmelidir.

Bütün meşâyih, yukarıda tarif olduğu şekilde temiz ve tam bir itikatla şeyhlerine teslim olmayan müritlerin, maksatlarına erişemeyeceklerinde ve üstadsız kalacaklarında ittifak etmişlerdir. Şeyh ile mürid arasında da üstad ile talebe arasındaki gibi teslimiyet mutlaka lâzımdır. Kimin ki, üstadı yoksa veya üstadına uymazsa, kendi bildiğine hareket eder, her işi bozuk düzen gider ve onun üstadı şeytan olur. Üstadı olmayanın, üstadı şeytandır, demişlerdir.

Görmez misin ki, Resûl aleyhissalâtü vesselamın dahi üstadı Cebrail aleyhisselâm idi. Tâbiiynin üstadı ashab-ı kiram idi. Tebe-i tâbiiynin üstadı da tâbiiyn idi. O zamandan bu zamana kadar hep bu silsile ile gelmiştir. Üstadlık, şakirtlik, şeyhlik ve müridlik böyle sürüp gidecektir. Eğer, taliplerin kökleri kesilse, şeyhlik dahi —Ne'ûzü billâh— kesilir ve âlemin nizamı bozulur ve kıyamet kopar. Âlemin nizamına sebep olanlardan birisi de şeyhlerdir. Şeyhler ise, sadık müritlerden hâsıl olur. Sadık müritler ve âşık tâlipler, şeyhin hükmüne ve terbiyesine teslim oldukları zaman, şeyhin bâtınından onların bâtınlarına hâl sirayet eder. Nasıl ki, bir ışık bir ışıktan nur alır. Bir yanan mum, yüzlerce yanmayan mumu uyandırır. Ne zaman ki, ikisinin arasında perde kalmaz ve ikisi buluşurlarsa, şeyhin sözleri müridin gönlüne girerek orada karar eylerse şeyhin sözleri ona nefis haller getirir. Şeyhten müride hal intikal eder. Ne zaman ki, mürid şeyhe güzel bir edeple musahip olursa, kendi nefsini ona teslim ederse, kendi iradesini bırakıp şeyhin iradesi altına girerse, telif -i ilâhi olur, şeyh ile kendisinin arasında kalp imtizacı ve ruh irtibatı husul bulur. Mürit de şeyhi ile kalbi irtibat ve ruhî imtizaç tesis ederek kendi ihtiyarını terk etmekle edeplenir ve o mertebeye yetişir ki, şeyhten anlayıp kavradıklarını, Allahu Teâlâ’dan da anlayıp kavramaya başlar.

Şunu iyi bil ki, bütün bu hayırların başlangıcı, şeyhin huzurunu bilmek, ona tâbi olmak ve onun rengine boyanmaktır. Şeyhin huzurunda bulunurken, hiç ses çıkarmadan oturmalıdır, hiçbir suretle söz söylememelidir. Meğer ki, şeyhi söylemesi için ruhsat vermelidir ki, bunda dahi elbet bir hikmet vardır, onu ancak şeyh bilir. Mürit, şeyhin huzurunda deniz kenarında oturan ve rızkını bekleyen birisi gibi oturmalıdır. Zira, şeyh bir deryadır ve müridin beklediği de o deryadan paha biçilmez inciler zuhurudur. Onun için, can kulağı ile şeyhini dinlemelidir. Eğer, şeyh konuşmuyorsa, sessizce huzurundan ayrılmalı ve hizmetinde bulunmak için can atmalıdır. Şeyhin başından bir dünya işini alırsa, kendisine de birçok faydaları olur.

Müritler, şeyhlerinin kemalinin kimsede olmadığını ve böyle bir mürşidin bu zamanda bulunmadığını da iyi bilmeli ve bu itikada sıkı sıkı bağlanmalıdır. Gönlünü bu itikada bağlayanlar, şeyhlerinin her sözünü, her işini, her alışını ve her verişini de hep Hak bilirler. Bunları hak bilince de irşadının da hak emriyle olduğunu anlarlar ve buna temiz ve sağlam bir itikat ile bağlanırlar. Böyle olmayınca, nefs teveccühünü doğrultamaz, kuşkularım gideremez. Kuşku içinde bulunanlar yer ile gök arası mürşit dolsa, irşât olamazlar. Onlara, gerçekliği de anla ki, eksik kalma.

— Bilmiş ol ki, müridliğin ikinci şartı da gerçekliktir, demiştik. Gerçeklik şöyle olur. Bütün malını ve mülkünü, canını bir yana ve yalan bir sözü de bir yana koysalar, hepsinden geçer de yine yalan söylemez. Hatta, yalana niyet bile etmez.

Zira, yalan bütün dinlerde çirkin görülmüş olup, her dinde günahtır ve haramdır. Yalandan, çok ama pek çok sakınmak lâzımdır.

Bir de şeyh edindiği kimsenin kapısına varıp mürit olmaktan kastı Hak için olmalı, nefs için olmamalıdır. Yani, gerçeklerden ve gerçek müritlerden olmalıdır. Gerçek mürit, bu yola gerçeklikle gelen kişidir. Bir şeyhe mürit olduğu zaman, gönüllerinde gerçek niyetleri olmayanlar:

— Bu zat, âleme şöhret salmış, herkesin hürmet ve itibarını kazanmış bir ulu kişidir. Ben de ona mürit olursam, onun gibi hürmet ve itibar görürüm, halk içinde izzetim artar. Bu zatın, devrin ileri gelenleri katında sözü geçer, ulular katında itibarı da vardır. Elbet, bana da bir nasip alıverir ve ben de o ulu kişilerin aralarında rağbet bulurum, halktan faydalanırım, diye içlerinden geçirirlerse yalancılık etmiş olurlar, itikatları sağlam ve temiz değildir, kirli ve bulanıktır ve:

“Allahu teâlânın lanetini, yalan söyleyenler üzerinde kılalım.” Âli İmran sûresi: 61”

Taifesinden olurlar. (Ne'ûzü billah)

Onun için, bu yola gelen kişinin, gerçeklik ile gelmesi lâzımdır. Bu işe başlayanın, gerçeklik ile temel atması lâzımdır.

Böyle olursa, bu iş hayır ile tamamlanır. Zira, gerçeklik gayet sağlam bir temeldir. Böyle sağlam bir temel üzerine kurulan yapı, yücelerden yüceye erişir. Gerçekliğin, hiçbir suretle zevali de yoktur. Onun için Hak teâlâ, Tövbe sûre-i celilesinin 119. âyet-i kerimesinde: (Sadıklarla beraber olun!) buyurmuştur.

Onun için, gerçekliğe erişenler, ulu saadete erişmişlerdir.

Sultan-ül-meşâyih ki, bizim şeyhimiz ve bereketimiz sultan Abdülkadir Geylâni kaddesallahu sırrahu hazretlerine bir gün sordular:

— Bu işe başladığınız ve bu yola ayak attığınız zaman, temelini neyin üzerine attınız? Hangi amel üzerine bina ederek böyle yüce makamlara eriştiniz, bu menzillere gelerek âlemde benzersiz oldunuz?

Hazret-i Gavs-ül-a'zam şöyle buyurdular:

— Bu işe başladığım zaman, temelimi gerçeklik üzerine attım. Yani, sıdk üzere oldum, aslâ yalan söylemedim. Yalanı, kâğıda bile yazmadım. Hattâ, yalan söylemeyi dahi düşünmedim, içimi ve dışımı bir ettim. Suretimi, siyretimle birleştirdim. İşlerim de böylece rast gitti.

Tekrar sordular:

— Bu yola başladığınız vakit, halk ile aranızda nasıl bir muamele geçti? Lütfedin, söyleyiverin de bizler faydalanalım.

O sultan, bu soruyu da şöyle cevaplandırdılar:

— Çocukluk çağlarım da kasdım ve niyetim ilim tahsil etmek ve bu ilimle amel etmek ti. Bir hacılar bayramı günü idi. (Arefe günü) şehirden dışarı çıktım ve bir çiftçinin iki öküzünü sabana koşarak çift sürdüğünü gördüm ve kendisine yaklaştım. Bir müddet, ben de öküzleri önüme katarak çift sürdüm, öküzlerden birisi döndü ve bana dedi ki:

— Sen, bu iş için yaratılmamışsın. Git, ne iş için yaratıldıysan o işle meşgul ol.

Ben de çiftçiyi ve öküzleri bırakarak evime geldim. Dam üzerine çıkarak kıbleye doğru baktım. Gördüm ki, hacılar Arafat'ta vakfe ediyorlar. Damdan indim ve anamın yanına giderek, öküzün bana söylediklerini ve dam üzerinde bakarken Arafat'taki hacıları gördüğümü söyledim, sonunda anama dedim ki:

— Anneciğim! Bana izin ver ve beni Hak teâlâya ısmarla.

Hak yoluna gayret edeyim, gurbete gideyim, ilim tahsil edeyim, ilmimle amel edeyim, inşa’allahu teâlâ mârifetullah hâsıl eder ve ariflerden olurum.

Anacığım, beni sevdi ve okşadı.

— Oğul! dedi. Mademki, böyle hayırlı bir niyetin var, ben, seni Allâhu teâlâya ısmarladım. Var git oğul, ilim öğren ama sana nasihatim odur ki, nerede olursan ol, doğruluktan ayrılma! Sakın, sakın hiç yalan söyleme!

Kalktı, gitti babamdan kalan altınları getirdi ve önüme koydu. Almak istemedim ısrar etti. Her ne kadar:

— Anacığım, sen bir garip ve zayıf hatunsun. Benden çok sana haktır ve lâzımdır, bu altınlar sende kalsın, dedimse de dinlemedi ve abamın koltuğuna kırk altın dikti.

Anamın elini öperek duasını aldıktan sonra, yola çıktım. Bağdat'a gitmekte olan bir kafileye katıldım ve yola çıktım. Birkaç gün yol aldıktan sonra, kafilenin önüne eşkiya çıktı ve üzerlerinde ne varsa hepsini aldılar. Birisi de benim yanıma geldi ve sordu:

— Yiğit, senin neyin var?

— Kırk altınım var, dedim.

Benimle alay ederek gittiler ve paralarımı almadılar. Her halde yaşım küçük olduğundan, bende bu kadar para bulunabileceğine ihtimal vermemişlerdi. Haramiler, herkesi soyduktan sonra reislerinin yanma gitmişler ve kendisine olup bitenleri anlattıktan sonra, benim sözlerimi de nakletmişler.

Eşkiyanın reisi, benim halimi ve sözümü merak etmiş olacak ki, beni yanma çağırttı ve sordu:

— Senin de bir şeyini aldılar mı?

— Hayır, hiçbir şeyimi almadılar, dedim.

— Senin neyin vardı ki? diye üsteleyince:

— Hırkamın koltuğu altına dikilmiş kırk altınım var, cevabını verdim.

— Hırkanı çıkar; bana ver, dedi.

Çıkardım, verdim. Koltuk altını söktü, altınları çıkardı ye saydı. Sözlerimin doğru olduğunu anlayınca, hayretle sordu:

— Demek kırk altınım var dediğin doğru imiş. Halbuki, adamlarım sözüne inanmamışlar ve hatta seni alaya alarak üzerini bile aramamışlardı. Hırkanda kırk altın dikili olduğunu söylemeseydin, ben de paralarını almaz geçer giderdim.

Neden, paran olduğunu saklamadın? Doğruyu söyledin?

— Anam bana (Oğul! Nerede olursan ol, sakın yalan söyleme!) diye tembih etti. Ben de ona, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde yalan söylemeyeceğime söz verdim. Onun için, sorduğunuz zaman size de doğru söyledim. Bana anamın öğüdü odur ki, benim gideceğim yola yalancılık sığmaz. Hak yoluna girenlerin, doğruluk ve gerçeklik en büyük sermayeleri dir. Hak teâlâ, doğruları ve gerçekleri sever, yalancıları sevmez. Ben de onun için yalan söylemem ve nerede olursam olayım doğru konuşurum, dedim.

Haramilerin başı, dikkat ve ibretle yüzüme baktı:

— Ey yiğit! dedi. Sen, helâl malını haramiden kurtarmak için dahi yalan söylemedin. Oysa, ben bütün ömrümü yalancılık ve haramilik ile geçirdim. Benim halim nice olur? dedi ve gelip elime yapıştı. Bir daha haramilik yapmayacağına söz verdi ve tövbe etti. Emrinde bulunan kırk harami de reislerinden sonra birer birer elime yapışarak haramilik etmeyeceklerine ve yalan söylemeyeceklerine söz verdiler ve tövbe ettiler. Kafile halkından aldıkları mal ve paranın tamamını kendilerine teslim ettiler ve bu arada benim kırk altınımı da geri verdiler. İşte, o zamandan bu zamana kadar, doğruluk ve gerçeklik üzerinde dururum, buyurdular.

Ey sadık tâlip:

Sen de bir mürşid-i kâmile eriştiğin zaman, gerçeklikle ve kâmil iradetle onun elini tutup tövbe et, şeksiz şüphesiz kısa zamanda maksadına ulaşır ve inşa’allahu teâlâ yüce mertebelere erişirsin. (Vallahu â'lem.)

Ey aziz kardeş:

Gerçek müritliğin şartlarını yukarıda anlattım. Üç şartı daha kaldı. Onu da söyleyeyim:

Bunlardan birisi, tövbe etmek ve ondan sonra şeyhe teslim olmaktır. Teslim olunca da neyin varsa getirip onun önüne koymak, onun muhabbetini ve velayetini gönülde sağlamlaştırmaktır.

Şeyh edinilen zatın elini öperek tövbe edenler, o elin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin eli olduğunu bilmelidirler. Hakikatte de şeyhin eli Resûl-ü zişânın mübarek eli gibidir. Nitekim, bazı azizler buyurmuşlardır:

Tövbe ve biat te, şeyhin eli aleyhissalâtü vesselam efendimizin eli gibidir. Şeyh, Resûlullâhın halifesi ve Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de Allahu teâlânın halifesidir.

Nitekim, Allahu teâlâ Feth sûre-i celilesinin 10. âyet-i kerimesinde: "Muhakkak ki, sana biat edenler; gerçekte Allâhu teâlâya biat etmişlerdir. Allahu teâlânın eli, onların ellerinin üstündedir.)" buyurmuştur.

Bundan da anlaşılıyor ki, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allahu teâlânın yeryüzünde halifesidir. Bunu böylece bildikten sonra, şu gerçeği de bilmelidir ki, tövbe bütün ibadetlerden Öncedir. Bütün ibadetler, tâatler, riyazetler, mücahedeler; Hak huzuruna arz olunca geri çevrilmesin ve sana fayda versin istersen, tövbeyi öne almalısın. Çünkü, Allahu teâlâ da böyle buyurmuştur:

“O; şirk, nifak ve mâsiyetlerden tövbe edenler ve Hak teâlâya ihlâs ile ibadet edenler…” Tevbe sûresi- 112

Demek ki, sen de önce tövbe etmelisin. Ondan sonra, diğer şartları yerine getirmelisin. Eğer, bu şartların içinde tövbe olmazsa, bu kitapta söylenilen sözlerden sana hiçbir fayda hâsıl olmaz.

Tövbeden maksat nedir ve tövbenin şartları nelerdir, şimdi de sana onları söyleyeyim.

Tövbeden maksat, nefsin kötü ve çirkin sıfatlarını, iyiye döndürmektir. Yani, nefs-i emmâreyi levvâmeliğe, mülhimeliğe, mutmainneliğe eriştirmek ve IRCÎ'IY hitabına kabiliyet kazandırmaktır. Bu da ancak ihlâs ile tövbe etmekle mümkündür. Tövbe ettikten sonra, salih ameller işlemeli, riyazet etmeli, zikrullaha devam etmelidir. Bu dört şeyin hâsiyyeti, nefs-i emmârenin bütün yaramaz sıfatlarını iyiye çevirir.

Nitekim, Hak teâlâ Hûd sûre-i celilesinin 114. âyet-i kerimesinde:

“Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu öğüt alanlar için bir öğüttür.” buyurmuştur.

Hasenattan murad, yukarıda saydığımız dört şeydir. Bunlara devam edenler, nefs-i emmârenin çirkin ve kötü sıfatlarını mahvetmiş olurlar. Tövbeden maksat da budur.

Tövbe ile ibadet şuna benzer:

Bütün ibadetler, sedefe benzetilecek olursa, tövbe o sedefin içinde inci gibidir. Bir kimsenin damlar dolusu sedefi olsa, ama aralarında bir tek inci bulunmasa, o sedeflerin hepsi nasıl değersiz ve hiç olursa, tövbesiz ibadet de aynen böyledir. Bir kimsenin yüz yıl ömrü olsa, bu yüzyılı ibadet ve tâ’atle geçirse, onun ibadetleri kabul olunmaz. Bütün bu ibadetleri, Hak teâlâ katında bir sineğin kanadı kadar değersizdir.

Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, tövbesiz kişi yarlıganmaz (af edilmez), tövbesiz kişi cennete giremez, tövbesiz kişi veli olamaz, tövbesiz kişi günahlardan kurtulamaz.

Şu hâlde, sen de (Bugün!) (Yarın!) deme, hemen tövbeye gel!

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Tövbe etmek istedikleri halde, tövbe edemeyenler helak oldular.”

İbn-i Abbas radiyallahu anh hazretleri buyurur ki:

“Fakat, insan önünde ki (diriliş ve hesabı) yalanlamak ister.”

Kıyamet sûresi: 5. âyet-i kerimesinde Allahu teâlâ: “insan, günahını öne alır ve tövbesini geri bırakır. Bir gün gelir kî, o tembelliği ve gevşekliği yüzünden, yaramaz bir fiil işlerken tövbesiz olarak ölür, gider,” buyurur.

Cenab-ı Fahr-i risâlet efendimiz buyurmuşlardır ki.

“İstiğfar eden kişi, bir günde yetmiş kere tövbe ederek tövbesini bozsa ve günah işlese, o günah onun üzerine kalıcı değildir.”

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinden rivayet olunmuştur ki:

Beni-İsrail zamanında Kifil adında birisi vardı, türlü türlü günahlar işlerdi. Bir yıl kıtlık oldu ve hiç kimsede dirhem buğday kalmadı. Oysa, bu Kifilin çok buğdayı vardı. Bir kadın, ondan buğday almağa geldi. Kifil, o kadıncağıza:

— Gel, seninle tenha bir yere gidelim. Sen bana teslim ol, ben de sana buğday vereyim, teklifinde bulundu. Kadın, razı olmadı ve evine döndü. Kocası, buğday alıp almadığını sordu ve kadın da olup bitenleri olduğu gibi ona anlattı.

Bu defa kocası:

— Biliyorsun, çocuklarımız aç, pazarda ise dirhem buğday yok, git Kifile: (Ferman senindir!) de, dedi.

Kadın, tekrar Kifilin yanma gelerek kocasının sözlerini nakletti. Kifil, onu alıp tenha bir yere götürdü ve kadına el atınca, onun şiddetle titrediğini gördü ve sordu:

— Niye böyle titriyorsun?

Kadın cevap verdi:

— Ey Kifil! Allâhu Teâlâ’m azabı çok şiddetlidir. Ben, Allah'tan korkuyorum.

— Öyle ise neden geldin?

— Ne yapayım? Yavrularım açlıktan bunaldılar, onun için geldim.

Kifil, bu sözleri duyunca ürperdi ve:

— Sen, kadınlığınla Allahu Teâlâ’dan korkarsın da ben erkekliğimle korkmaz mıyım? dedi ve derhal kadından elini çekerek, işlediği kötülüğe nâdim oldu ve tövbe etti. Kadına, altmış altınlık buğday verdi:

—Allah rızası için bunları kabul et, diye de yalvardı.

Kadıncağız buğdayı aldı ve Kifile çok dualar etti ve:

— Sen, beni azad ettin, Allah teâlâ da seni azad eylesin, dedi.

Kifil o gece öldü. Kapısının üzerinde:

“Zinayı terk ettiği için, Kifili bağışladık.” yazılmış olduğunu gördüler.

Hak teâlâ, Kur'an-ı aziminde buyurmuştur ki:

“Allâhu teâlâ, kullarının tövbelerini kabul ve dilediğinin günahlarını affeder.” Şûrâ sûresi: 25

Öyle ise, ne duruyorsun? Günahlarına tövbe etmek için ne bekliyorsun? Bu âyet-i kerimeyi hiç işitmedin mi? Akılları başlarında olan kimseler, her gün hatta her nefeste tövbe ederler.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, biz âciz ve günahkâr ümmetinin, ansızın ölüm gelip çatarak tövbesiz can vermemizden kaygılanarak buyurmuşlardır ki:

“Vaktini kaçırmadan önce, namazınızı kılmakta acele ediniz, ölüm gelip çatmadan önce, tevbe etmekte acele ediniz.”

Evet, ölüm gelip çatmadan önce tevbe etmekte acele etmelidir ki, sonra dil mi tutulur, insan konuşamaz mı olur, hiç bilinmez.

Azizim:

Seyyid-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz, her gün her gece yüzlerce defa istiğfar ederdi. O sultan-ı din-i mübin, günde yüzlerce defa tövbe ve istiğfar ederse, sana ve bana binlerce kere tevbe ve istiğfar etmek düşer. Belki, bizler için bu kadarı bile azdır. Hak teâlâ kullarına buyurur:

“Ey müminler, hep birden Allah’a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” Nur Sûresi 31

Enes radıyallahu anh, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden rivayet ederek buyurur ki:

“Hak teâlâ hazretleri katında tövbe edenlerin seslerinden sevgili ses yoktur. Tövbe eden kul, bir kere (Yâ Rab!) dese, arş üzerinden: (Lebbeyk yâ kulum! Dile benden ne dilersen. Şimdi, sen benim katımda bazı meleklerim gibisin) diye nidâ gelir.”

Tövbe edenler için ne büyük saadet ve ne büyük beşaret!

Fakat, tövbe edenlere tövbelerinden sonra, birkaç şeyi tebdil etmeleri vaciptir. Evvelâ, sohbeti tebdil etmelidirler.

Cenâb-ı risalet meab efendimiz hazretleri, bir Hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:

“Ey mü'minler! Hepiniz Allâhu teâlâya tövbe ve rücû ediniz ki, felâh bulasınız.”

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurur.

“Allahu tebareke ve teâlâ hazretleri buyurur: (Ey âdemoğlu! Tövbe edersen, kabul ederim. Cehd edersen, hidayet veririm. Dua edersen, icabet ederim. Bir şey istersen, onu veririm. Şükredersen, ziyade ederim. Tevekkül edersen, her işinde sana kifayet ederim, işlerini bana bırakırsan, seni korurum ve inayet ederim.)”

Evet, bahsimize devam edelim: Sohbeti ve sohbet ettiği kişileri değiştirmelidir. Zira, değiştirmez ve yine önceki gibi muhalif kimseler le sohbete devam ederse, tövbe ettiği yolda bulunmamış olur. Zira, o muhalif arkadaşları, kendisini yine tövbe yolundan çıkarırlar. Onun için, tövbe eden kimse cahillik zamanında arkadaşlık ettiği kimselerden ayrılmalıdır, tövbekârlar ile arkadaşlık etmelidir. Ancak bu sayede SIRAT-I-MÜSTAKİM üzerinde bulunabilir. Çünkü, herkes düşüp kalktığı, görüşüp kaynaştığı kimselerin huylarını kapar ve kıyamet gününde de herkes düşüp kalktığı kimselerle haşr olur. Fesat ehline yoldaşlık edenler de onların fiillerine uymuş ve onlarla birlik olmuş sayılırlar. Halbuki, sonunda da pişman olur:

Yazık, yazık bana ki filân kişiyi ne olaydı da dost ve ahbap edinmeseydim, derler.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

— “Bir kimse ile dostluk ve ahbaplık etmek istediğiniz zaman, onun kimlerle dostluk yaptığına bakınız. Eğer, kötü kişilerle düşüp kalkıyorsa, ondan uzaklaşınız.”

Onun için, daima sâlih kişilerle dostluk ve ahbaplık etmelidir ki, kıyamet gününde salihler ile haşr olunalım.

Âlimler, bu manaya bakarak demişlerdir ki:

Kişiye nasıl olduğunu sorma! Kimlerle düşüp kalktığına bak, yoldaş olduğu kimselerin hallerinden, onun da hali anlaşılır.

Zira, yoldaş yoldaşa uyar ve birbirlerinin işlediklerini işlerler. Herkesin haline yoldaşı tanık olur demişlerdir.

Denilmiştir ki: “Tabiat, tabiatten sahibinin haberi olmadan çalar.”

Yani, bir kişi arkadaşlık ettiği kimsenin huyunu farkında olmaksızın alır, onunla huylanır.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:

Kötü arkadaşın misali, demirci dükkânına benzer. Oraya girip oturanlar, körüklenen ocaktan ve dövülen demirlerin kıvılcımlarından yanmasalar bile, kötü kokular üzerlerine siner, toz ve kurum bulaşır. Hatta, yakması da muhtemeldir. Zira, o kötü kokular ve tozlarla kurumlar, etrafa saçılan kıvılcımlar, mutlaka bir yerine dokunur.

Mevlânâ Celâlüddin-i Rûmî, buna münasip bir beyit buyurur:

— “Salihlerle sohbet et ki, sâlihlerden olursun;
Zalimlerle sohbet etme, zalimlerden olursun.”

Şeyh Sadi-i Şirâzi de kitabının evvelinde, buna münasip bazı beyitler söylemiştir. Kötü kişilerle düşüp kalkanlara nasihat olsun ve daima iyilerle oturup kalksınlar ve iyilerin kemallerinin yakın olanlara da sirayet ettiğini bilsinler diye, aynen sunuyoruz!

Bu beyitlerin mânası şudur:

Bir gün, hamamda bazı kimselerin bir tas içine koydukları güzel kokulu çamuru başlarına ve sakallarına sürdüklerini gördüm. O kadar nefis ve güzel kokuyordu ki, kokusu dimağıma sindi. Gönül diliyle sordum: (Ey kil, bu izzet ve şeref sana nerden hâsıl oldu? Misk misin, amber misin ki, kokundan mest oldum.) dedim. O da bana hal diliyle cevap verdi: (Ben, hakir bir toprak idim. Lâkin, bir müddet o aziz gül ile birlikte bulundum. Onun izzetinden, bana da kemal sirayet etti. Onunla kısa zaman beraber bulunup sohbet etmemin eseri ve neticesi olarak, bu azizlerin başlarında ve sakallarında yer buldum ve aziz oldum. Amma, yine hor-hakir toprağım,) dedi.

Ümmi Kemal de, Şeyh Sadi'nin bu beyitleri anlamında, Türkçe bir beyit söylemiştir:

“Değme kil hamam içinde gör ne kokar gül gibi,

Hemneşin oldu meğer kim bir nice gün var dile.”

Tövbenin ilk şartının, kötülerle sohbeti ve arkadaşlığı terk etmek olduğunu böylece anlattıktan sonra, diğer şartlarına geçebiliriz:

Tövbe edenin uyması gereken ikinci şart da suretini değiştirmesidir ki, tövbe edene bu dahi vâciptir. Mademki, sofiler yoluna girmiştir ve onların arasına karışmıştır, yabancı suretinden çıkarak sofilerin suretine girmelidir ki, sâlihlerden olabilsin. Zira, sofi suretine girince, mâsiyeti irtikâp edemez, ederse onu ayıplarlar: (Bu suretinle, sana bu işler yakışmaz.) derler. Kendisi de halkın bu gibi ayıplamalarından çekinerek, o kötü işi terk eder.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Kim bir kavme benzerse onlardandır.”

Tövbe edene üçüncü vacip olan, lokmasını düzeltmek, helal lokma yemektir. Eğer, yine haram ve şüpheli yemekler yerse, o lokmalar kendisini yine eski haline alır, götürür. Tövbe etmek, Hak velilerine ulaşmak odur ki, lokmayı ve hırkayı tebdil ve terk etmelidir. Zira, talibin giyeceğinin de sünnet üzere olması gerektir. Sünnet üzere elbise, yine meşâyih libasıdır. Sofilerin, şeyhleri elinden giydikleri haramdan ve şüphelerden uzaktır.

Bir kişinin elbisesinde haram olsa, Hak teâlâ onun farzlarını ve nafilelerini o haram üzerinden gitmeyince kabul buyurmaz.

Cenâb-ı fahr-i risâlet efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Bir kimse, on akçeye bir elbise alsa, o on akçeden yalnız birisi haram olsa, Hak teâlâ onun farzlarını ve nafilelerini kabul buyurmaz.”

Sofi olanların, giydikleri de mânen ve maddeten tertemiz olmalıdır. Giyinmek hususunda gönlündeki niyeti, sıcağa ve soğuğa karşı korunabilmek olmalı, sünnet-i seniyye ve meşâyih tariki üzere giyinmelidirler.

Şeyh Süfyân-ı Sevri radiyallahu anh, evinden çıkarak dervişlerinin yanma gitti. Dervişleri, şeyhin hırkasını ters giymiş. Bulunduğunu gördüler ve kendisini ikaz ettiler. Hiç aldırış etmedi ve onlara dedi ki:

— Ben bunu, Allah rızası için giydim. Fakat, ters olduğunu fark edemedim. Şimdi, halk rızası için sırtımdan çıkarıp yüzünü döndürerek Hak rızası için olan bir şeyi halk rızası için değiştiremem.

Eğer, hırkanın yüzünü çevirip giymiş olsaydı, halk içinde riyâ olurdu. Fakirlerden bazıları, bir gömlek içinde ömür geçirmişlerdir. Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radiyallahu anh efendimiz, üç gümüşe satın aldığı bir gömleği giyerdi. Sonra, o gömleğin kollarını parmaklarının hizasında kestiğini gören Resûl-ü zişân efendimiz, Hz. Ömer Radiyallahu anha şöyle buyurdu:

“Dostuna kavuşmak istersen, gömleğini yama, ayakkabını dik, emelini kısa tut, doyuncaya kadar yemek yeme.”

  • HİKÂYE

Bağdat camiinde bir kişi vardı. Yaz- kış bir giyecek giyerdi. Kendisine sordular:

— Niçin hep aynı elbiseyi giyiyorsun? Dedi ki:

— Ben, eskiden sık sık elbise değiştirirdim. Bir gece rüyamda gördüm ki, cennete vardım. Cennette fakir bir cemaat ile karşılaştım. Oturmuş, bir sofrada yemek yiyorlardı. Onlarla birlikte yemek yemek istedim. Melekler geldiler ve elimden tutarak, beni onların arasından kaldırdılar ve bana dediler ki:

— Bunlar dünyada, bir elbiseden başka giymezlerdi. Senin iki gömleğin vardı. Onun için, sen bunlarla oturamazsın.

O zaman, bir gömlekten başka giymeyeceğimi nezrettim. Ondan dolayı, yaz- kış bu gömlekle geziyorum ve ölünceye kadar da böyle kalacağım, dedi.

Gerçekten, yetecek kadarından fazla giyinmek şöhretten ötürüdür. Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh de bir gömlek giyerdi. Âlem-i cemale intikal buyurduğu gün, o gölekten başka bir şeyi bulunmadı.

Ebû Hafz-il Haddâd rahmetullahi aleyhi buyurur ki.

— Fakirin, yani sofiliğe heves edenin elbisesini yeni görürsen, ondan asla hayır umma!

Ashab-ı sûffe, oturup yatarken toprak ile aralarına bir şey koyma, bir şey koymayı çirkin görürlerdi.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Kim ki, giyinmeye muktedir olduğu halde, güzel elbiseler giymeyi terk ederse, Hak teâlâ ona cennet hüllelerini giydirir.”

“Şeyh Abdülkadir-i Geylâni rahmetullahi aleyh, bir renk elbise giyer ve taylasan sokunurdu. (sarık sarıp ucunu sarkıtmak)”

Şeyh Ali bin Heybeti rahmetullahi aleyh, daima siyah elbise giyerdi.

Ebu-Derdâ radiyallahu anh, vefat ettiği zaman kırk yerinden yamalı bir gömleğinden başka bir şeyi çıkmadı. Fakat, verdiği zaman dört bin dinarı birden verirdi.

Hz. Ömer radiyallahu anh hazretleri, bir kimsenin ince elbiseler giydiğini görünce, elindeki âsâsı ile ona hücum eder:

— Bu ince giyecekleri kadınlara bırak, onlar giysinler, diye haykırırdı.

Resûl-ü zişân efendimiz bir Hadis-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki;

“Gönüllerinizi, aba giymekle nurlandırınız. Zira, aba giymek dünyada horluktur ve âhirette nurdur. Halkın sizi medh-ü senâsıyla dinlerinizi İfsad etmekten sakınınız.”

“Rivayet olunur ki, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz hazretleri, eski aba ve eski ayakkabı giyerler ve köleleri ile birlikte oturup yemek yerlerdi.”

Nitekim, bir Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

“Her kim, dünyada şöhret elbisesi giyerse, Hak teâlâ ona kıyamet günü horluk elbisesi giydirir.”

Tâlib-i hak olan ve gerçek sûfi olmak isteyen kişiler, şeyhleri eliyle sofi elbisesi giymeli ve böylelikle hakikî mürit olmalıdır.

Müritler, üç mertebe üzeredir ve hırka iki nevidir:

1) Hırka-i iradet,

2) Hırka-i teberrük

İradet hırkasını, hakikî müritlere giydirirler. Onlar, şeyhin huzurunda bulunur, hizmet ederler ve maksuda ulaşıncaya kadar o hırkayı giyerler.

Teberrük hırkasını, müride benzeyip özenene ve özenenlere özenlere giydirirler. Onlar, bazan şeyh huzuruna gelirler ve bazan da kendi iş ve güçleriyle meşgul olurlar.

İradet hırkasını giyenler, daima hizmette ve şeyhin eli altında bulunurlar. Onlara, hakikî mürit denir. Teberrük hırkasını giyenlere ise, müteşebbih (özenip benzeyenler), müteşebbih-i müteşebbih (özenenlere özenenler) derler. Fakat (Kim bir topluluğa benzerse onlardandır,) Hadis-i şerifi gereğince, özenenler de sadakatleri doğrultusunda hakikî mürit ile beraberdir.

Bu hırkayı, şeyh elinden giymenin faydası nedir, bir tesiri var mıdır, yoksa bir özenti midir, diye sorulacak olursa; cevap verir ve deriz ki:

Hırkayı, şeyhin elinden giymenin faydaları çoktur. En mühim faydalarından birisi de şudur: Yusuf peygamberin gömleği, Yakup peygambere nasıl fayda verdi ve gözlerinin açılmasına sebep olduysa, Beşir gömleği getirir getirmez Yakup aleyhisselâmın gözleri nasıl açıldıysa, hırkanın da şeyh elinden giyilmesinde talibin kalbine tesiri vardır. Taliplerin de gönül gözlerinin açılmasına sebep olur. Arayış tefsirinde böyle zikr olunmuştur. Diğer tefsir kitaplarında da açıklanmıştır ki Nemrud, İbrahim peygamber aleyhisselâmı, ateşe attıracağı vakit çırılçıplak soy muşlardı. İbrahim aleyhisselâm ağlamaya başladı. Neden ağladığını soranlara.

— Edep yerim açıldığı için ağlıyorum, cevabını verdi.

Cebrail aleyhisselâm, Hakkın emriyle ona derhal cennetten bir gömlek getirerek giydirdi. O gömleğin çok mühim özellikleri vardı. Onu, uzun boylu bir kimse giyse, derhal uzardı. Kısa boylu birisi giyince de kısalırdı. Kim giyse, ona uyardı. Hasta giyse, şifa bulurdu, ölü giyse, dirilirdi.

O gömlek, İbrahim aleyhisselâmdan sonra, İshak peygamber aleyhisselâma miras kaldı ve Yakup peygamber aleyhisselâm da o gömleği gümüşletti, heykel edip oğlu Yusuf'un boynuna astı. Cennet bezlerinden gayet nazik bir gömlek idi. Ne dokumacı dokumuş, ne terzi dikmişti.

Yusuf aleyhisselâmı, kardeşleri çırılçıplak ederek kuyuya attıkları zaman, Cebrail aleyhisselâm geldi, gömleği ile birlikte çıkarılan o heykeli tekrar Yusuf aleyhisselâmın boynuna astı. Sonra, kuyudan kurtarıldı ve uzun maceralardan sonra Mısır'a sultan oldu. İşte, bu sırada Yusuf aleyhisselâma, babası Yakup aleyhisselâmın ayrılığına dayanamayarak çok ağladığı ve bu yüzden gözlerinin görmez olduğu haberi geldi. Bu haber üzerine Cebrail aleyhisselâm nâzil olarak, Yusuf aleyhisselâma o gömleği babasına göndermesini bildirdi. Yusuf aleyhisselâm, Beşir ile gömleği babasına gönderdi, Yakup aleyhisselâm gömleği gözlerine ve yüzüne sürer sürmez, derhal gözleri açıldı.

Şimdi, şunu iyice bilmiş ol ve itikat et ki, sadık müride de şeyhin hırkası yetişince, o müridin gönül hastalığı şifa bulur, şeyhin bereketi ile ölü giyse dirilir. Kapalı gönül gözü açılır.

Şeyh, müride hırka giydirirken, mübarek elini hırkanın yakası içine geçirmeli, üç kere tekbir etmeli ve sonra müridin başından geçirmelidir.

Ey aziz:

Müride, şeyhin hırkasını giymek, Hakkın inayeti yetişmesidir. Hakkın fazlından olarak, o mübarek hırka kendisine müyesser olmuştur, iradet hırkasının vasfı çoktur. Sırası gelince, inşa’allahu teâlâ söylenecektir.

  • TEBERRÜK HIRKASI

Sûfilere özenip onlar gibi olmak isteyen, teberrük hırkasını giymekten maksatları, sureten sûfilere benzemek, kendileri ile bereketlenmektir. Bu gibi kimselerden sohbet ve tasavvuf talep edilmemeli, hatta müritliğin şartlarını yerine getirmeleri dahi istenmemelidir. Ancak bunlar, sûfilerin sohbetlerine gelebilirler ve onların bereketiyle zamanla yetişir, sûfilerin edepleri ile edeplenirler. Hırkai teberrük bu usül üzere giydirilebilir. Fakat, iradet hırkasını yalnız sadık ve hakikî müritler giyebilirler.

Şeyhler, müritlerine hırka giydirdikleri zaman, müstehap olanı renkli giydirilmesi dir, ki tâlibe yıkamak gibi bir zahmet yüklenmesin.

Şeyh Ebül-Fahr Hemedani rahmetullahi aleyh buyururlar ki:

Bağdat'ta, Şeyh Ebû-Bekir-iş-Şuruti nin yanında oturuyordum. Kirlice hırka giymiş bir derviş, hücresinden çıkarak yanımıza geldi. Bazı dervişler ona:

— Hırkanı neden yıkamıyorsun? diye çıkıştılar. Derviş, kendisini savunmak için:

— Kardeşler, Giyeceğimi yıkamaya hiç elim değmiyor dedi.

Eğer, o dervişin hırkası renkli olsaydı, hem yıkamak zahmetinden kurtulur, hem de diğer dervişlerin sitemlerine uğramazdı.

Şimdi ey kardeş:

Şunu bilmiş ol ki, bu sûfiler ve dervişler, hırka ve kisve giyip, tövbe ettikten, halvete girip erbain çıkardıktan, zikir halkasına oturduktan, irşât ve terbiye gördükten sonra, onların sözlerinde ve fiillerinde Allah’a ve Resûlullah’a muhalif bir şey bulunmaz ki, onlara kötü gözle ve kötü zanla bakılabilsin. Zira, bunlar her ne yaparlarsa hepsi Resûl-ü zişândan, ashab-ı kirâmdan aktarılarak silsile ile gelmiştir.

Ey gerçekten Hakka talip olanlar ve sadık mürit olmak isteyen mümin kardeşler:

Sakın, bazı kendini bilmezlerin, tasavvuf zevkinden anlamazların, kendilerini beğenmiş kimselerin sövüp saymalarından, atıp tutmalarından ve kötü gözle bakmalarından kaçarak, sûfiler ile sohbetinden ve sûfiler semtinden uzak kalma! Olur ki, bozguncuların meşrebinden sana da bir hal geçer de inkâr edenlerden olursun. Yarın, kıyamet gününde onlar sevinip gülerlerken, sen oturur ağlarsın. Zira, bu tasavvuf yolu zuhur edeli den beri, sûfilerin sözlerine ve fiillerine kızanlar, sövenler, kötü söyleyenler olmuştur. Hatta, din-i İslâm’ın çıkışında kâfirler ve münafıklar, müminlerin halleri ve fiilleriyle nasıl alay etmiş, eğlenmişlerse, sûfilere de aynı tecavüz ve haksızlıklar yapılagelmiştir. Sövmek ve alay etmek, münafıklardan kalmış bir huydur. Sadık mü'minler ve âşık müritler, bu gibilerin sövüp saymalarına ve atıp tutmalarına asla aldırış etmezler, bilâkis şevk ve heyecanla sadıkların peşi sıra gitmeye ve iki cihanda saadet ve devlet elde etmeye çalışırlar. Her halde, meşâyihin tarikine uymak lâzımdır.

Meşâyihin tariki ve meşrebi iki nevidir:

1) Birisi; hırka giyer ve giydirir, sülûk ettirir.

2) Diğeri ne giyer ne giydirir, amma sülûk ettirir.

Bunların her ikisi de haktır ve ikisinin kasıtları doğrudur. Hadis-i şerif ile hüccetleri de vardır. Şeriatten şahitleri de vardır. Bunları, özetleyerek söyledik.

Şunu da bilmiş ol ki, bir kimse gelip bir şeyhe iradet getirdikten ve tövbe ettikten sonra, o şeyhe hediye vermek sünnettir. Nitekim, el alıp tövbe etmek de sünnettir.

Nitekim, Kâ'ab bin Malik radiyallahu anh buyurur ki:

Cenâb-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:

— Yâ Resûlallah! Ben tövbe ettiğime şükranımı belirtmek için bütün mallarımı Allah yoluna fakirlere dağıtayım ve evlerimi de fakirlere sadaka edeyim.

Efendimiz tebessüm ederek:

— Yâ Kâ'ab! Malının üçte birini vermen yeter, buyurdular.

Kâ'ab bin Malik de bu emr-i peygamberi üzerine malının üçte birini fakirlere dağıttı. Onun şükranını ifade etmek için yaptığı bu bağış, sûfilere de örnek oldu ve tövbelerinden sonra şükran için hediye vermek sûfilerin sünneti haline geldi. Zira, onların kastları selefe riayet etmektir. Bu sûfilerin işi, öyle bir iştir ki, islâm taifeleri arasında buna bire bir riayet ederler.

Zira, Hak teâlânın kelâmını ve Resûl-ü zişânın Hadis-i şeriflerini düstur tutarlar ve onunla amel ederek nefsin hevasından ve şeytanın vesvesesinden ve halkın dedikodularından sakınarak hidayet yolunda yürürler, ki melekût âlemine vasıl olanlar yine sûfilerdir.

Sûfiler, nefsin şehvetlerinden ve lezzetlerinden geçerler, Hak teâlânın kelâmını ve Resûl-ü müctebânın Hadisini işittikleri zaman; ruhları, kalpleri ve nefisleri ile dinlerler ve mütekellim-i hakikî olan Allâh’ın cemaline iştiyaklı olurlar ve onun kelâmıı ile yakınlık kurarlar.

İster uzak ister yakın; hayalinle yaşarım,

Sana canım feda olsun; her dem seni görürüm,

Her zerremde gizlenmiştir sanki aşkın, şaşarım;

Dilimden hiç ayrılmayan zikrin ile yürürüm.

Sûfilerin halleri, bu beyitlerde zikredilmiştir.

Kardeş:

Sana dediğim bu hal, gerçekten sûfilerin halleridir. Yoksa, şehvetine düşkün cahillerle, dünya hırs ve hevesine kapılmış âlimler sûfi olamazlar.

Bilmiş ol ki, Hak teâlânın muhabbeti, gönülde yetişen bir ağaca benzer. Onun kökü inayettir (isteme). Suyu, şeriate riayettir. Şeriat suyu verilmeyince o ağaç kurur. Bu ağacın budakları kifayettir ve yaprakları velayettir. Gölgesi, Hak teâlâ ile yakınlık kurmaktır. Yemişi, Allahu teâlâya vasıl olmaktır.

Şimdi, sûfilerin halleri daima budur.

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh buyurur ki.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, mahlukatı Hakka davet etse, tasavvuf ehli ve yakin ehli, bu davetten dost kokusunu alırlar. İnsanı daima meşgul eden ilgi ve ilişkileri ve bütün engelleyici güçlükleri mahvederek, nefs hevâlarını terk ederler. Mücahede zahmetlerini cana minnet bilerek, bunları yok eder ve Hak teâlâ ile muamelede sadık olurlar, zahirlerinde de bâtınlarında da edeplerini güzelleştirirler, bütün âlemlerden kesilerek, kalplerini, ruhlarını ve sırlarını mâsivallah (Allâh’ın haricindeki her şey) muhabbeti bulanıklığından temizlerler. Hak teâlâ da onların kalplerini kendi tecelliyatı ile ilel ebed ihyâ buyurur.

Ger dirgiresin beni sen ey perver sıfat,

Sanma ki bu tenim ruhuyla bula hayat,

Aşk ile diri bil "beni, ruh ile değil;

Zira ki ruhlarını göreli, şahım oldu murat.

Sûfiler, öyle vakitler olur ki, Hak teâlânın kelâmını ve Resûl-ü müctebânın Hadis-i şeriflerini okur veya can kulağı ile dinlerlerken, bizzat sahibinden dinler gibi olurlar.

Nitekim, Cafer-i Sadık radıyallahu anh, bir gün namaz kılarken bir sayha vurdu ve kendinden geçti ve düştü. İyi olup, tekrar kendisine gelince sordular:

—Ne sebeple düştünüz?

Şöyle cevap verdi:

— Kur'an okurken, birdenbire Kur'anı mütekellimden (bizzat sahibinden) işittim ve tahammül edemeyerek düştüm ve kendimden geçtim.

Bazıları, bu hal başlangıçta ve hamlığındaydı demişlerdir.

Ey aziz kardeş:

Hak teâlânın kelâmını ve Resûl-ü müctebânın Hadis-i şerifini işitip onunla amel etmek, dirilere nasiptir. Ölüler, bir şey duymaz ve işitmezler. Nitekim, Hak teâlâ Kur'anı azim-ül burhanda buyurur:

“Sen ölülere (Kalpleri ölmüş olanlara) sözünü işittiremezsin.”

Yani: (Ey Habibim! Sen bizim kelâmımızı ve emirlerimizi, dünya muhabbeti ile gönülleri ölmüşlere işittiremezsin.) Buyurulmak istenmiştir. Burada, işitmekten murat tutmak ve uymak manasınadır.

Bu makamlar, riyazetlere, mücahedelerle ve dünyayı tamamıyla terk etmedikçe, bir kişiye hâsıl olmaz. Bir gönül ki, dünya muhabbetiyle kirlenmiştir, o gönül melekût âleminden mahcuptur. Böyle bir gönül, nasıl olur da sûfi olabilir ve birçok sırlara erişebilir? Şu hâlde, sadık müritlere Haktan gayrı her şeyin muhabbetlerini gönülden çıkartmaları ve bütün vakitlerini hak hizmetine sarf etmeleri gerekir. Bu yol üzerinde, yolunu kesebilecek her şeyden, kavimden, kabileden, oğuldan, kızdan, kadından cariyeden, maldan, mülkten vazgeçmek, bunların hepsini hak yoluna terk etmek, hatta kendi vücudundan dahi geçmek lâzımdır.

Bunu da bilmiş ol ki, sûfiler yolunda yürümek isteyen kimseler, Nasuh tevbesi (şartlarına uygun olarak içten, kalben yapılan tevbe) ile tevbe etmelidirler. Zira, o şeytan-ı lâ’in ki; Hak teâlâ, Fâtır sûre-i celilesinin 6. âyet-i kerimesinde: (Zira, Şeytan sizin eski bir düşmanınızdır. Siz de inançlarınız da ve bütün işlerinizde onu düşman bilin. Her halinizde ondan sakının.) buyurulmuştur.

Evet, kişi tövbe edince şeytan ona düşmanlığını artırır.

Tövbe eden kişiyi, tekrar günahlarına döndürmeye çalışır. Tövbesini bozdurmak ister. Şeytan yaman düşmandır, tövbe edeni görür, tövbe eden onu göremez. Onun için Allah teâlâ, şöyle buyurmuştur:

“Zira, o da onun ordusu da sizi kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden görürler. Biz, mümin olmayanlara şeytanları dost kıldık.” Araf sûresi: 27

Şeytan kuvvetli ve tövbe eden ise zayıftır. Onun için, tövbe edenler tövbe ettikten sonra kendilerini sağlam bir kaleye girerek emniyet altına almalı ve böylelikle o büyük düşmanının şerrinden ve hilelerinden emin olmalıdır. O sağlam kale LÂ ÎLAHE İLLALLAH kalesidir ki, Hadis-i Kudsi ile sabittir:

“La ilahe illallah benim kalemdir. Her kim, o hisarıma girerse, azabımdan emin olur.”

Demek ki, tövbe eden kimseye öncelikle zikir kalesine girerek kendisini emniyet altına alması lâzımdır. Ondan sonra, daima zikir ile meşgul olmalı ve böylelikle şeytanın şerrinden emin bulunmalıdır. Nitekim, acem erenleri demişlerdir ki:

Ey dost! Senin adın yakinin de her hastaya sığınacak bir yer vardır. Senin kalene, nice şahlar ve müflisler sığınmışlardır.

Bu kaleye girenler, iki mertebe üzerine dir:

1) Hiçbir zaman kaleden çıkmayanlardır.

2) Bazan giren, bazan çıkanlardır.

Hiçbir zaman çıkmayanlar, gece-gündüz zikir ile meşgul olanlardır, ki Hak teâlâ Kur'an-ı kerimin de onları över, mert ve kâmil erlerdir buyurur.

“Nice adamlar vardır ki ne ticaret ne alım-satım onları Allâhu teâlâyı zikretmekten alıkoyamaz.” Nûr sûresi

Bazan giren ve bazan da çıkanlar da arada zikir ile meşgul olup, diğer zamanlarında kendi iş ve güçleriyle uğraşanlar dır. İşte, bunlar için korku vardır. Çünkü, düşmanları olan şeytan pusuda hazır beklemektedir. Onları tuzağına düşürebilir.

Şu hâlde, o kaleden asla çıkmamaya azm etmelidir. O kaleden hiç ayrılmamalı ve şeytanın düzenlerinden emin bulunmalıdır. (Vallahu âlem).

Tövbenin vâciplerini böylece sıraladıktan sonra, şimdi de şartlarını bildireyim. Zira, şartsız tövbenin hiçbir zaman faydası yoktur.

Keşşaf 'ta rivâyet olunmuştur ki; bir arab mescid-i Nebeviye girdi ESTAĞFİRULLAH. ESTAĞFİRULLAH demeye başladı. Hz. Ali kerremallahû vechehu ve radıyallahu anh efendimiz de o sırada mescitte bulunuyorlardı. İstiğfar eden araba buyurdular ki:

— Ey a'rabi! Bu istiğfarı, yalnız dil ile söylemek, yalancıların tövbesidir.

A'rabi sordu:

— Yâ Ali! Lûtfeyle gerçeklerin tövbesi nasıl olur, onu söyle?

Hz. Ali efendimiz buyurdu:

— Gerçekler tövbesinin altı şartı vardır. Bu şartlar yerine getirilirse, o tövbeyi Allâhu teâlâ kabul eder ve günahları af eyler. İşte o altı şart şunlardır:

1) Geçmiş günahları hatırlayarak pişmanlık duymaktır.

2) Şimdiye kadar işlediğin bütün günahları terk etmektir.

3) Artık, bir daha günah işlememeye niyet etmektir.

4) Üzerinde kul hakkı varsa ödeşmek ve helâllaşmaktır.

5) Vücuduna günah lezzetini tattırdığı gibi, ibadet zahmetini de tattırmaktır.

6) Haram şeylerden besleyip meydana getirdiği eti, kanı, iliği ve kuvveti, mücahede ile Hak yolunda eritmektir.

Şu hâlde, her tâlip bu altı şey üzerinde gayet sıkı durarak tövbe eder, ibadet ve tâ’atle meşgul olursa, kısa zamanda maksuduna ulaşır.

Bu şartları sana biraz daha açayım ve açıklayayım ki, faydalı şeyleri tekrarlamakta çok büyük faydalar vardır:

Bunlardan birincisi, geçmiş günahları hatırlayarak pişmanlık duymaktır, demiştik. Bu pişmanlık öyle olmalıdır ki, günahlarla geçen o ömür için hayıflanmalı, acı duyup, utanmalı ve gönlü artık ölünceye kadar günah işlememeye alıştırmalıdır. Diliyle yalan ve kötü sözler söylememeli, gözleriyle harama bakmamak, elleriyle haram tutmamalı, ayakları ile harama yürümemek, karnına haram lokma koymamalı, zinadan ve her türlü kötülüklerden vazgeçmeli, bu gibi günahları ömrü oldukça bir daha işlememeye kasd etmelidir. Aynı zamanda, mâsiyyet işlemekte devam eden şer ehli kimselerle düşüp kalkmamalı, onlardan uzaklaşmalıdır. Zira, şer ehli kişiler, şeytan gibi olurlar. Şeytanı ve avenesini düşman edinmek ise, Hakkın emridir, ömürlerini gülüp eğlenmek, söyleyip söyletmekle geçirenleri Hak teâlâ sevmez ve Kur'an-ı kerimin de buyurur:

“Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.” Kasas sûresi: 76

Mizah ve gıybet ehli fesat ehlidir. Fakat, bunlar da tövbe ederler ve o kötü huylarını bırakırlarsa, kabul buyrulup affedilirler. Firavun, yıllarca Tanrılık dâvasında bulundu:

(Ene Rabbiküm-ül-âlâ- Ben, sizin yüce Rabbinizim!) dedi.

Eğer bu herzeyi terk ederek, bir kere;

(Sübhane Rabbiyle âlâ)

Demiş olsaydı, bütün günahları affedilir, cehenneme girmezdi, azap görmezdi.

Gör şimdi, ne keremi çok ve lütuf sahibi padişahtır! Yazık, yazık o kişilere ki, tövbe etmekte küsur ederler, bugün yarın diyerek tövbeyi ihmal ederler.

  • HİKÂYE

Süleyman peygamber aleyhisselâmın, Asaf namında bir veziri vardı. Bir gün, bir günah işledi, tövbe etti. Fakat, tövbesinde sebat gösteremedi, yine günah işledi. Böylece, yetmiş kere tövbe etti. Sonunda, gitti boynuna bir demir vurdurdu. Süleyman aleyhisselâmın huzuruna da boynunda bu demir olduğu halde girer çıkardı.

Bir gün, Cebrail aleyhisselâm geldi. Hak teâlâ hazretlerinden Süleyman aleyhisselâma selâm getirdi ve dedi ki:

— Hak teâlâ, sana selâm eder, buyurur ki (Asaf kuluma boynundan o demiri çıkarmasını söylesin. Zira, benim tövbe eden kullarıma karşı rahmetim çoktur. Yine tövbe etsin, günahlarını affedeyim.)

Gördün mü, tövbenin faziletini!

Bir gün, Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh efendimizin huzurlarına birisi geldi ve:

— Yâ Ali! Ben, bir günah işledim. Ne yapayım? diye sordu. Hz. Ali:

— Tövbe et, buyurdu.

— Tövbe ettim, ama tövbemi bozdum.

— Yine tövbe et

— Ne zamana kadar tövbe edeyim?

Hz. Ali efendimiz buyurdular ki:

Şeytan, yenilinceye kadar.

Demek ki, günahların çokluğundan ve tövbe bozulduğundan dolayı, tövbeden vazgeçmek olmaz.

Tövbenin bir şartı da üzerinde kul hakkı varsa ödeşmek ve helâllaşmaktır, demiştik. Bir kimse, bir diğer kimseyi dövmüş, sövmüş veya incinmiş ise, hatırını kırmışsa helâllik dilemeli, birisinin bir şeyini almışsa gizli veya aşikâr ödemelidir.

Hatta, adam öldürmüşse bile, haklaşmalıdır.

Bir diğer şartı da Hak teâlâya karşı borçları varsa onları da ödemektir. Üzerinde namaz borcu varsa kaza etmeli, oruç borcu varsa oruç tutmalı, hac, zekât, fitre, kurban ve saire gibi borçlarını da mutlaka yerine getirmelidir. Hatta, 10- 15- 20- 30 yıllık borçlan dahi bulunsa tövbe edinceye kadar yerine getirmediği hakları, hesap edip yerine getirmelidir.

Tövbenin tarikat ehli indindeki bir şartı da tövbe edinceye kadar beslediği ve geliştirdiği eti, kanı, iliği ve kuvveti, açlık ve susuzlukla eritmektir. Lokmasını haramlardan ve şüpheli şeylerden ve hatta helâlin dahi fazlasından sakınmaktır.

Her kim, bu şartlarla tövbe ederse, Hak teâlâ onun tövbesini kabul buyurur ve bütün günahlarını sevaba çevirir. Nitekim, Hak teâlâ Furkan sûre-i celilesinin 70. âyet-i kerimesinde: “Allâhu teâlâ, onların günahlarını sevaba değiştirir ve tövbeleri ile masiyetlerini mahveder.” Buyurmuştur. (Vallahu âlem.)

Tövbenin kabul edilip edilmemesinde bir sebep daha vardır:

Tâlip, Âdem peygamber aleyhisselâm mezhebini tutar ve onun gibi tövbe ederse, tövbesi kabul edilir.

Şeytanın mezhebini tutar ve şeytan tövbesi gibi tövbe ederse, tövbesi kabul edilmez.

Âdem peygamber aleyhisselâmın tövbesi odur ki, günahı kendi nefsine havale eder ve (Yâ Rab! Biz, nefsimize zulmettik.) diyerek istiğfar eylerse, tövbesi kabul buyurulur.

Şeytan mezhebi ve tövbesi de odur ki, isyanı takdir-i ilâhiyye havale eder ve elbette tövbesi kabul edilmez. Hakka talip olanların işi, Allahu teâlânın emirlerine ve nehiylerine tamamı tamamına uymaktır, her şeyi takdir-i ilâhiyye havale etmek değildir.

Bir gün, Âdem peygamber aleyhisselâm yolda giderken, şeytanla karşılaştı ve sordu.

— Ey şeytan Gerek benimle ve gerekse çocuklarımla düşmanlığının sebebi nedir?

— Seninle ve çocuklarınla düşmanlığım ebedidir ve ebede kadar bitmeyecektir.

— Neden?

— Bir günah sen işledin, bir günah da ben işledim. Sen de tövbe ettin, ben de tövbe ettin. Senin tövben kabul buyuruldu da benim tövbem neden kabul edilmedi?

— Ey melun! Sen bir günah işledin ve o günahını takdire havale ettin. Bu yüzden ebediyete kadar lanetlendin. Ben, bir günah işledim ama yine nefsimi kınadım, o günahımı nefsime havale ettim. Bunun için tövbem kabul buyrulup af edildim.

Gerçi; hasene de günahta Bari Teâlâ’dandır ama rızayı Hak vardır, rızayı nefs yoktur. Oysa, günahta rızayı nefs vardır, rızayı hak yoktur. Delili, Nisa sûre-i celilesinin 79. âyet-i kerimesi olan:”

Sana eren her nimet ve iyilik, Allahu teâlânın fazlı keremindendir. Ne gibi belâ ve musibet erişirse, o da kendinden yani amelinden ve işlediğin günah yüzündendir, hükmüdür.

Eğer: (Madem ki, Hak teâlânın kötü amelde rızası yokmuş, o zaman niçin kudret verdi?) diye sorulacak olursa, biz de cevap verir ve deriz ki:

— Evet, kula kudret veren, kudreti ve hareketi halk eden Hak teâlâ hazretleridir ama cüzi iradenin sahib, olarak fâil-i muhtar (istediğini yapma) biziz. Elimizde irademiz ve kudretimiz bulunduğu halde, neden o irade ve kudreti iyiliklere sarf etmeyiz ve Hak teâlânın rızasına ve rahmetine müstehak olmayız da fısk-ü fesada harcarız? Elbette, böyle yaptığımız yani iyilik yerine kötülüğe saptığımız için de Hak teâlâ bizi rahmetinden mahrum bırakır ve hışmına uğratır. Kudreti ve hareketi halk eden Allahu Teâlâ’dır amma, amel de bizimdir. Nitekim, Saffât sûresi 96. âyeti kerimesinde: “Halbuki, sizi de elinizle yaptıklarınızı da Allâhu teâlâ halk etmiştir.” Buyurulmaktadır. Bu sebeple, Ahkaf sûresi 14. âyet-i kerimesinde:

“İşlediklerine mükâfat olarak, orada ebediyen kalacaklardır.” buyurulmuştur.

Bu konuda da söz çoktur. Cebriyenin, Kaderiye'nin ve ehl-i sünnetin bu konudaki tartışmalarını yazacak olursak, söz uzar ve kitap uzun olur. Amma, biz şunu demek isteriz ki, tövbe eden taliplerin, kendi kudret ve iradelerini inkâr edip yok saymamaları lazımdır. Eğer, inkâr ederlerse Cebri olurlar. Cebriye ise, şeytan mezhebidir. Talip, ehli sünnet vel-cemaat mezhebi üzerinde bulunmalıdır ki, o Âdem peygamber aleyhisselâm mezhebidir.

İmam Nesefi rahmetullahi aleyh, Râd sûresi 39. âyeti kerimesinde

“Allâhu teâlâ; şeriat, ahkâm, emir ve nehyedilen şeylerden dilediğini yok edip siler veya tebdil eder ve dilediğini sabit bırakır.”

Hükmünün tefsirinde buyurmuşlardır ki:

Emir-el-müminin Hz. Ömerül-Faruk ve Abdullah bin Mesut radıyallahu teâlâ anhüma efendilerimiz daima şu duaya devam ederlerdi:

«İlâhi! Eğer, beni şakiler defterine yazdıysan, onu yok et ve saidler defterinde sabit kıl. Zira, Kur'an-ı Kerimin de dilediğini yok edip ve dilediğini sâbit kılacağını buyurmuşsun. Senin sözün haktır ve gerçektir.»

Evet, bahsimize devam edelim:

Hak teâlâ Kur'an-ı aziminde buyurmuştur ki:

“O, işlemiş olduğu işten mesul değildir.” Enbiyâ sûresi: 23

Bu açık hükümden de anlaşılıyor ki, Allahu teâlânın işinden ve hikmetinden sual olunmaz. İnsan; hemen ibadet ve tâat üzerinde olmalı, kaim ve daim durmalı, gece gündüz çalışmalı, yalvarıp yakarmak, bir an dahi boş geçirmemelidir.

Erenler, onun için (Bir nefesten bir nefese nasıl boş geçiririz ki, Allahu teâlâ zikirsiz ömrünüzün yarısını zayi eder,) buyurmuşlardır.

Böyle olunca, boşuna vakit geçirerek ömür tüketmek akılsızlıktır.

İsa aleyhisselâm, bir gezisinde sahradan geçerken, o sıcak güneşin altında birisinin ibadet etmekte olduğunu gördü. Oysa, yanı başında gölgesini etrafa sermiş büyük bir ağaç bulunuyordu, İsa aleyhisselâm; bu zata yaklaştı ve sordu:

— Ey Allâh’ın âbid kulu! Burada, şu sıcağın altında ibadet edeceğine, şu ağacın gölgesi altına girsen de ibadetini orada serinlikte yapsan olmaz mı?

O âbid zat cevap verdi:

— Yâ Nebiyallah! Şu yedi sekiz yüz yıllık ömür içinde, güneşten gölgeye geçmek için zâyi edecek nefesim mi var? Yazık değil mi ki, bunca ibadetlerimi kaybedeyim?

İsa aleyhisselâm, onu takdir etti ve yürüdü, gitti.

Şimdi ey aziz:

O zamanlar, 700- 800 ve belki de 1000 yıl yaşarlarmış. Bir anlarını bile boş geçirmemek isterlermiş. Oysa, sen çok yaşasan yüz yılı bulamazsın. Bütün Ömrünü neden nefs hevâsına verir de boşuna tüketirsin? Hiç kaygılanmaz mısın? Yoksa, şeytan mezhebinden misin, deli misin? Bilmem ki, halin neye varır? Tövbe eder, tövben de sebat etmezsin. Ahd edersin, ahdında durmazsın, acaba sonundan da korkmaz mısın? Bütün hayırların başı, korkuda dır. Bütün şerlerin başı da korkusuz olmaktır. Kimde korku varsa, o emniyettedir.

Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“Şirk ve mâsiyyetten sakınanlar ise, muhakkak âhirette âfet ve intikalden emin bir makamdadırlar.” Duhân sûresi: 51

Mesrûk rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki:

“Allahu Teâlâ’dan korkmak, kişide ilim hâsıl eder. İlimle ucuba düşmek ise, kişide cehil hâsıl eder.”

Öyle ise, Allahu Teâlâ’dan korkanlar tövbe ederler ve o tövbeleri üzerinde sabit olurlar, ölmeye razı olurlar, tövbelerini bozmağa razı olmazlar. Bir kişi, tövbe etse ve sâlihler sohbetine devam etse, nefsi şeytana karşı çıkıp, onunla cenk etmiş gibi olur. O, Hak yolunda gazâ eden gazilere benzer.

Bunun için, nefisle mücahedeye GAZAYI EKBER demişlerdir.

Nitekim, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuşlardır:

“Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz.”

Büyük cihad buyurdukları, nefisle yapılan cihat tır. Nefse, karşı gelmek, onun arzularını kırmaktır. Bunun için, Ankebût sûresi 6. âyet-i kerimesinde:

“Kim mücahede ederse, ancak kendi nefsi için mücahede eder.” Buyurulmuştur.

Bu sebeple', tövbesini bozmak ve sâlihler sohbetinden uzaklaşmak, harp meydanından kaçmak gibidir. Eğer, sâlihleri inkâr ederek tövbesini bozarsa, kâfir saflarına kaçmış gibi olur. Nefsini yenemeyerek tövbesini bozarsa, müslümana kaçmış gibi olur. Ikisi de iyi değildir.

Eğer, tövbesini bozmaz ve sâlihler meclisinde itikat üzere bulunursa hem gazi hem hacı ve hem de şehittir. Birçokları, bu yolda can vermiş tövbelerini bozmamışlardır. Onlardan birisinin hikâyesini sana anlatayım da gör bak nasıl şehit olmuştur:

  • HİKÂYE

Mansur-u Ammâr der ki:

Beni-İsrail zamanında fevkalâde güzel, fakat çok azgın bir kadın vardı. Güzelliği ile halkı aldatır, ortaya fitne salardı. Evinin kapısını daima açık bırakırdı. Kapının tam karşısında bir sedir üzerinde açık saçık otururdu, geleni geçeni fitneye sokardı. Bu kadını, kim görse derhal âşık olurdu. Onun tuzağına düşer ve bir daha görebilmek için, her defasında bir altın verirlerdi.

O şehirde, gayet âbid bir zat yaşıyordu. Bir gün, nasılsa yolu bu kadının evi önüne düştü. Geçip giderken, ansızın gözü o güzel kadına ilişti, bir müddet gözlerini ondan ayıramadı ve birçokları gibi o da bu kadının fitnesi tuzağına düştü. Hemen evine gitti, nefsi ile mücahedeye başladı. Fakat, baktı ki mücahede ile nefsini yenemiyor. Bu defa Allahu teâlâya yalvarıp yakarmaya başladı. Fakat, ne çare ki gönlünü kadından bir türlü ayıramıyordu. Nesi var, nesi yoksa hepsini sattı ve eline geçen altınları alarak, doğruca o kadının kapısına gitti ve:

— Ey dilber, dedi. Şu altınların hepsini al ve beni bir gece o güzel bağında mutlu et.

Fettan kadın, altınları aldı ve biçare âşıka bir zaman tayin etti ve o saatte gelmesini söyledi. Sözleştikleri saate kadar, aşk ateşi ile yanıp tutuşan biçare, nihayet sevdiği kadının evine gitti ve içeri alındı. Kadın, kendisini sedirin üzerine oturttu. Eli ayağı titreyen bedbaht âşık, kadına el atar atmaz, içine Allah korkusu düştü ve gönlüne: (Sen âbid ve zahit bir kişi olasın, meşâyih önünde tövbe etmiş bir insansın, bunca yıldır ibadet ve tâ’atten ayrılmadın da sonunda gelip kötü bir kadının kapısına düştün. Allahtan korkmaz ve peygamberden utanmaz mısın? Allahu teâlâ, senin şu çirkin ve kötü halini görmüyor mu? ilhamı geldi. Korkusundan, bütün vücudu ürperdi ve titremeye başladı. Rengi değişti, sararıp soldu. Kadın, onun bu halini görerek sordu:

— Ey sofi! Sana ne oldu ki böyle titriyorsun?

Biçare sofi, güçlükle cevap verdi:

— Ey hatun, içime Allah korkusu düştü. İzin ver, varıp gideyim. Sana verdiğim altınlar da sana helâl olsun, dedi ve yürüdü.

Kadın arkasından seslendi:

—Dur hele, adın ne? Evin nerede?

Adamcağız, arkasına bakmadan adını ve evinin yerini söyleyerek, hızlı hızlı oradan uzaklaştı, kadın arkasından baka kaldı.

Âbid, ağlayarak evine geldi ve kendi haliyle uğraşmaya başladı. Bu zatın tövbesi ve korkusu, o günahkâr kadına da tesir etti ve içine korku düştü, o da ağlayarak:

— Vah bana ki, o sûfinin bu ilk günahı idi. Oysa, benim ömrüm hep günahlarla geçti. Onun korktuğu Rabbi, benim de Rabbim değil midir? Benim sonum nerelere varır? diye inleyerek evinin kapısını kapattı, bütün açık saçık elbiselerini sattı, sırtına eski elbiseler giyerek ibadet ve tâ’ate başladı.

Aradan hayli zaman geçti. Kadın, kendi kendisine:

— Gidip şu benim tövbe etmeme sebep olan zatı göreyim, dedi ve kalktı, gitti. Yol boyunca da kendisini helâllığa kabul edip etmeyeceğini düşünüyor ve içinden bunu temenni ediyordu. O zatın kapısına geldi, bir hizmetçi kendisine kapıyı açtı ve efendisinin evde olduğunu haber verdi. Kadın:

— Bir hayırlı niyet ile geldim. Lütfetsin kapıya kadar teşrif buyursun, dedi. O zat, kapıya çıkıp ta kendisini yoldan çıkaran kadını karşısında görünce bir haykırdı ve oracığa düşüp can verdi.

Kadın, bu hali görünce büsbütün perişan oldu. Kendisini kınadı:

— O bir kere tövbesini bozduğu için, korkusundan can verdi. Sen ise, bunca defadır tövbeni bozdun, hiç aldırış etmiyorsun, diye söylenerek evine gitti. Neticede, o zatın gayet sâlih bir kardeşi vardı. Kadın onunla evlendi ve on çocukları oldu. Kadın, bütün malını ve mülkünü Allah için kocasına bağışladı. Çocuklarının hepsi de âlim ve sâlih birer insan oldular.

Kardeş:

Tövbe üzerinde, gayet sıkı durmak lâzımdır. Can vermeli, fakat tövbeyi bozmamalıdır, öylesine tövbe etmelidir ki, o tövbe bereketiyle birçokları da tövbeye gelsinler.

Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh buyururlar ki:

“Tövbeyi öyle etmelidir ki kendisi bağışlandıktan başka, başkaları da bağışlanmalı ve kurtulmalıdır.”

Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radiyallahu anh efendimiz de buyurmuşlardır ki:

— Tövbe midir o ki, yalnız sahibini kurtarır. Tövbe ona derler ki, onun tövbesi bereketiyle birçokları da kurtulabilsinler.

Ey kardeş:

Sen ki, bunca tövbeler edersin, bir huyunu bile değiştiremezsin. Bütün kötü ve çirkin huylar, hep üzerinde durur. Bu nedendir bilir misin?

Çünkü, tövbe edersin amma şartlarını yerine getirmezsin. Kötü arkadaşlarla düşüp kalkmaktan vaz geçemez, onlardan ayrılamazsın. Sâlihler sohbetine gidip, güzel sözler dinlemezsin. İşinden gücünden bir an ayrılıp onların yüzlerine bakmayı ganimet bilmezsin. Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, iki cihanın saadeti, salihlerin sohbetinde hâsıl olur. Nitekim, demişlerdir ki:

Kime eylersen gel sohbeti dervişlerin,

Saltanat mâyesidir bil himmeti dervişlerin.

Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh, bazı yakınlarına:

— Dün gece sabaha kadar, bir kere LÂ İLÂHE İLLALLAH diyemedim, buyurdu. Sebebini sordular:

— Çocukluğumda kötü bir söz söylemiştim. Dün gece onu hatırladım, o kadar utandım ki, sabaha kadar bir kere LÂ İLAHE İLLALLAH diyemedim, buyurdu.

O sultan, bütün ömründe bir kere kötü söz söylemiş ve ondan sonra on binlerce defa tövbe etmiş olduğu halde, her hatırladıkça böylesine utanırdı. Sen ise, her gün kötü sözler söyler, hiç utanmazsın. Bir de kalkar, sâlihleri beğenmezsin. Onlara kötü gözle bakar, aleyhlerinde konuşursun. Oysa, salihlerin sohbeti tesir edicidir. Onların sohbetlerinde bulun ki, sana da bir nur erişsin ve o nur ile yücelerden yücelere yükselmeye çalışmalısın. Fâsıka yoldaş olanlar, cehennem derekelerindedirler (cehennemin en aşağıları). Salihlere yoldaş olanlar ise, cennet derecelerine yükselirler. Hak teâlâ onun için buyurmuştur ki:

“İyilik etmek ve fenalıklardan korunmak hususunda, birbirinize yardım edin. Mâsiyyet ve zulme yardım etmeyin.” Mâide sûresi: 2

Sâlih Sûfileri, gafil görmek olmaz. Bunların içinde daima Allah rızasına ulaşmak kastı vardır. Bunlardan, her zaman yardım ve imdat istemek, eteklerine yapışmak, onlarla dost olmak gerektir.

Ey aziz kardeşler; demişlerdir ki:

Söker yer isen, şehrini Misr ile tamam et;

Lâ'le hevesin varsa, bedehşân eteğin tut;

Ger ins-ü peri deyu melek sana kul olsun,

Sen, senliği terkeyle, Süleyman eteğin tut.

Ey canım:

Sen de tövbe şarabından içerek mest olmak istersen, mutlaka fakirler sohbetine git. Onlar, tövbe şarabını dolu dolu içerler, onun için günahkârlar, onların önünde diz çökerler. Meşâyih, kendilerine devam eden taliplere, o şaraptan dolu dolu içirirler, mest ve hayran ederek onları iki cihandan geçirirler, insan, mest olup yiğitleşmedikçe, pervane gibi kendisini aşk ateşine atamaz.

Ey aziz kardeşler:

Meşâyihin, her biri zamanında birer Süleyman'dır, öyle Süleyman ki, nefs-i emmâre devlerini zincire vurmuşlardır.

Tâlip olanlar, korku kamçısını ele alarak nefsini meşâyihten yana sürmelidirler. Asla, emniyet içinde bulunmamalı, nefsin meydanını daima darlaştırmalıdır. Nefse meydan verilir ve o meydan geniş tutulursa, nefs fitneye ve yoruma düşer. Geri kalan talipleri de fitneye götürür. Nefsin meydanı geniş oldukça, ruha kasavet basar. Nefsin meydanı dar olunca, ruha Allâh korkusu düşer. O, Allahu Teâlâ’dan korktukça, diğer mahlûkat da ondan korkarlar. Hâsılı, nefsin meydanı geniş oldukça, gönül kararır ve Allâh korkusu gider. Haktan korku kalmayınca, bu defa ona her şeyden korku olur.

Hak teâlâ buyurur:

“Siz, onlardan korkmayın. Eğer, imân edenlerden iseniz benden korkun.” Âli İmran sûresi: 175

Unutmamalıdır ki, korku bir ilâçtır. Korkusuzluk ise, bir zehirdir. Bu korkusuzluk ve emniyet zehirinden çok sakınmalıdır ki, sonunda imâna zeval getirir. Korkuyu da arttırmak gerektir ki, Hak teâlâ korkanlardan razı olur. Nitekim, Kur’anda buyurur:

“Allâhu teâlâ, onlardan razı oldu. Onlar da Allâhu Teâlâ’dan razı oldular. İşte, bu mükâfat ve hoşnutluk, Rabbi celle şâneden korkan, emirlerine itaat ve nehîylerinden içtinap eden kimseler içindir.” Beyyine sûresi: 8

Böyle bir korku, mü'minler için gerekli olduğundan, Hak teâlâ Kur'anında buyurmuştur:

“Eğer, iymân edenlerden iseniz, benden korkun.” Âli-îmran sûresi: 175

Hak teâlâ, Davud peygamber aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki:

— Yâ Davud! Şu yırtıcı hayvanların ellerinde bulunanlar gibi benden kork ki, hışmım dan emin olasın.

Demek ki; kişi tövbe edince, tövbesi üzerinde sabit olabilmesi için korku gerektir. Hak teâlâ hazretleri, aleyhissalâtü vesselam efendimize:

“Ta ki, Allahu teâlâ geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret buyursun.” Fetih sûresi: 2

Buyurmuş olduğu halde, ol sultanı din-i mübin günde yetmiş kere tövbe ve istiğfar ederdi. Nitekim, Sahih-i Buhârî'de buyurulur ki:

Habib-i Kibriya efendimiz buyurmuşlardır ki: (Kalbime bir perde gelir ve ben günde yetmiş kere, bazan daha ziyade tövbe ve istiğfar ederim.)

Burada, akla şöyle bir soru gelebilir:

— Hak teâlâ, Habib-i edibinin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığına ve yarlıgadığına göre, bu kadar çok tövbe ve istiğfara neden lüzum görmüşlerdir?

Şunu bilmelidir ki, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin günde yetmiş kere veya daha ziyade tövbe ve istiğfar etmeleri, mübarek kalplerine varidattan feyz-i ilâhi yetişmesindendir. Öyle ki, o günkü, bir sonraki gün gelecek olana hicap olurdu. Bunu, nazar edip gördükleri zaman, tövbe ve istiğfar ederlerdi.

Kaldı ki, Resûl aleyhisselâmın günde yetmiş kere ve daha ziyade tövbe ve istiğfar etmeleri, ümmetine talim içindi.

Bu tövbe ve istiğfarlar, kendi günahları için değil, günahkâr ümmetinin bağışlanması içindi.

Gel şimdi ey aziz kardeş:

Tövbenin şartlarını bilip, öğrendikten sonra, şimdi de teslimin şartlarını da sana anlatayım. Zira, müritliğin bir şartı da TESLİM olmaktır demiştik.

Teslim olmak, müridin şeyh edindiği kimseye kendisini ısmarlayarak aradan çıkmasıdır. Yalnız şu var ki, talip kendisini şeyhe ısmarlasın, sonra gitsin bildiği gibi işiyle gücüyle uğraşsın, dilediği gibi yaşasın demek değildir. Böyle olursa, iradet tamam olmaz. İradet tamam olmayınca da tamam mürit olmuş sayılmaz. Böyle bir noksan iradetle, hiç kimse hiçbir şeyhten nasip alamaz. Mürit olunca, gerçek müritler gibi olmak lâzımdır ki, nasibi ne ise alabilsin. Mürit ise, gerçek müritler gibi, muhip ise, gerçek muhipler gibi olmalıdır. Gerçek muhiplerin halleri de başkadır, inşa’allahu teâlâ sırası gelince onu da anlatacağız.

Ne mürit ne de muhip (habibe sevgili) olmayınca, münkir (inkâr eden)) olur. Münkire ise şeyhten hiç medet yoktur. Sen ise, müridim dersin, muhibbim dersin; lâkin sözünde gerçek değilsin. Gerçi, mürit kendisini şeyhe teslim etmelidir amma, nasıl teslim etmelidir? Bir kişi, öldüğü zaman kendisini yıkayan zata nasıl teslim olursa, müridin de şeyhine öyle teslim olması gerektir. Yani mürit kendisini ölü ve şeyhini de ölü yıkayıcı bilmelidir. Hiç ölü yıkanırken gördün mü? Teneşirde yatarken, yıkayana: (Su sıcak veya soğuk) dediğini duydun mu? Yahut (Aman çok hırpaladın, sert tuttun) dediğini işittin mi? Yıkayan, âdet ne ise onu yapar, ölü ona asla karşı koymaz, hatta kıpratmadıkça yerinden bile kıpırdamaz değil mi? İşte, mürit de şeyhinin elinde böyle olmak gerektir. Şeyh huzurunda (Beni aç bıraktın, susuz bıraktın, uykusuz bıraktın, geç bıraktın, erken bıraktın, gücümün yetmediği işler verdin...) demek olmaz.

Nitekim, Sultan İbrahim Edhem padişahlığı terk ederek şeyhinin kapısına varınca, şeyhi kendisine bir balta ile ip verdi ve sırtında odun getirmesini emretti. O koca sultan, yıllarca sırtında şeyh kapısına odun taşıdı. Arkası, yaralardan delik deşik oldu.

İşte, mârifetullah isteyen kimseler, kendilerini ölü yıkayıcıya teslim eder gibi teslim ederler. Onun için, demişlerdir ki:

“Mürit ölü gibi, şeyh ölü yıkayıcı gibi olmalıdır.”

Azizim:

Bu dervişlik dedikleri, paklık ve arılıktır. Bu ecnebilik dedikleri de cünüplük (yabancılık), murdarlıktır. Şeyhlik dedikleri ise, bu cünüpleri ve murdarları yıkayıp pâk etmektir. Mürit, kendisini şeyhe teslim ettiği zaman, şeyh velayetinin suyu ile müridi yıkar ve ecnebilik cenabetinden kurtarır. Ondan sonra müride artık «Nasıl? Niçin?» olmaz.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh de menâkıbında buna işaret eder:

— Müride, bunu neden böyle ettin? demek hemen merdutluktur (rahmetten uzaklık), dedikten sonra şu beyitleri söyler:

İradende maceralar katiyen gizlenemez,

Bir makam ki, mürit için makam-ı-tahkik olur;

Bir makam ki, «Niçin, nasıl, neden böyle?» denemez,

Her müridin kârı anda teslim-ü tasdik olur.

Müride, nasıl ve niçin kaziyyesi olursa, iradetinden düşer.

Nasıl ki, Musa aleyhisselâm gitti ve Hızır aleyhisselâma iradet getirdiği zaman dedi ki:

— Yâ Musa! Eğer, bana uydunsa, ben bir şey yaptığım zaman, sakın neden bunu böyle yaptın? diye sorma!

Bu sözüne delil olarak da Kur'an-ı kerimden hüccet verdi:

“O halde, şayet bana tâbi olacaksan, sana onun hakikatini bildirinceye kadar, bana hiçbir şey sormayacaksın.” Kehf sûresi: 70

Bu âyet-i kerime den de açıkça anlaşılıyor ki, kişinin uyduğu kişiye (Şunu niçin böyle ettin?) veya (Bunu neden böyle söyledin?) demesi caiz değildir.

Meşâyihten birisine sordular:

— İradet nedir?

— Kendi dileklerini terk edip, şeyhin dileklerini gözetmektir, dedi.

Evet, teslim olmanın da yedi şartı vardır. Onu da söyleyeyim de gerçek müritler şeyhlerine nasıl mürit olmuşlar, nasıl teslim olmuşlar, şeyhten neler teslim almışlardır, sana birkaçını deyi vereyim ki, sen de onlar gibi şeyhine teslim ol, şeyhin de senin hakkını zayi etmeyip, irşat ederek, seni maksuduna ulaştırsın.

Şimdi ey kardeş:

Bir şeyhe iradet getirip, mürit olunca o şeyhten nasip almak istersen, kendini o şeyhe İsmail aleyhisselâmın babasına teslim olması gibi teslim et. İbrahim aleyhisselâm, oğlu İsmail aleyhisselâma dedi ki:

— Ey oğul! Ben dün gece bir rüya gördüm ve seni boğazlamakla emrolundum.

İsmail aleyhisselâm babasına şöyle cevap verdi:

— Babacığım, ferman senindir, işte, hazırım beni boğazla!

Nitekim, bu kaziyye Kur'anda hikâye olunmuştur.

"Vakta ki, oğul beraberinde çalışabilecek çağa erdi. İbrahim (Yavrum, dedi. Rüyamda, seni boğazlıyor gördüm. Bir bak, düşün, ne dersin, bu hususta re'yin ne?) Oğlu: (Babacığım! emrolunduğun şeyi yap, beni, inşâ’allahu teâlâ sabredenlerden bulacaksın) dedi.” Saffât sûresi: 102

Sabah olunca oğlunu kurban edeceği yere götürüp iki ayağını bağladı. Kıbleye karşı yatırdı ve gözlerini de bağladı. Gözlerini bağlamasını, İsmail aleyhisselâmın teklifi üzerine yaptı. Zira:

— Babacığım! demişti. Gözlerimi bağla, can acısı ile yüzüne sert bakarsam günahkâr olurum. Sen de beni boğazlarken kıyamazsın, Allâhu teâlâ katında suçlu olursun.

Ellerini ve ayaklarını bağlamasını da yine İsmail aleyhisselâm istemiş ve:

— El ve ayaklarımı da bağla ki, can acısıyla kımıldanarak sana zahmet vermeyeyim. Kanımı sıçratıp günahkâr olmayayım, demişti. Yoksa, onun babasına muti olmamasından ve ona karşı gelmesinden ileri gelmemişti.

Her ne hal ise, İbrahim aleyhisselâm, oğlunun ellerini, ayaklarını ve gözlerini bağladı, kıbleye karşı yatırdı, tıpkı koyun keser gibi boynunu geriye doğru kanırdı ve tekbir getirerek, bıçağı İsmail aleyhisselâmın boynuna vurdu. Babasına teslim olması bereketiyle bıçak boynunu kesmedi. İbrahim aleyhisselâm, bıçağa kızdı ve söylenerek yanı başlarındaki taşa çaldı. Körpe eti kesmeyen bıçak, o sert taşı peynir gibi ikiye böldü. İbrahim aleyhisselâm, bıçağa sordu:

— Ey bıçak, şu körpe eti kesmedin de bu katı taşı nasıl kestin?

Hak teâlâ, keremiyle bıçağa dil verdi:

— Yâ İbrahim! Bana kızma ve söylenme. Sen bana kes diyorsun amma, Hak teâlâ kesme buyuruyor. Sakın kesme, olmaya ki İsmail'in bir kılma hata getirirsin, buyuruyor. Mademki o, bizim yolumuza canını feda etti ve kendisini babasının boğazlamasına razı oldu, buyruğumuzu tuttu, babası da gayret gösterip emrimiz yerine gelsin diye bıçağı oğlunun boynuna vurdu, biz onların kurbanlarını kabul eyledik, sen sakın kesme!

Bunlar tam bu sözde iken, Cebrail aleyhisselâm bir koç getirdi ve:

— Yâ İbrahim! dedi. Hak teâlâ, sana ve oğluna selâm etti. Buyurdu ki, o benim yoluma oğluna kıydı ve oğlu da benim yoluma kendisini babasına teslim eyledi, ben de onların kurbanlarını kabul ettim. İsmail'i bıraksın ve koçu onun yerine kurban etsin.

İsmail aleyhisselâmın iplerini çözüp serbest bıraktı ve koçu kurban etti.

Şimdi ey aziz:

Şeyhin huzuruna vararak, kendini şeyhe teslim ettikten sonra, nasıl dilerse öyle muamele etmesine razı ol ve hiç incinme. Ne kadar mümkünse, o kadar sabırlı ol. Eğer, sabredemez ve karşı gelirsen, şeyhten nasip alamazsın

Nitekim, Musa aleyhisselâm sabredemeyerek müridi olduğu Hızır aleyhisselâma: (Bunu neden böyle yaptın?) dedi, sabır bendi ile dilini bağlayamadı ve ilm-i ledün faydalarından mahrum kaldı. Bilindiği gibi, o soruyu, şu meşhur duvar kaziyyesinde sormuştu.

Şu hâlde, müritler dillerini sabır bağı ile bağlamalıdırlar. Şeyhin her emrine itaat etmeli ve asla karşı gelmemelidirler.

Bu hâyat-ı câvidaniyye erişmek, marifet kadehinden içmek isteyenler, bu öğütlerimizi mutlaka tutmalıdırlar. Karşı gelenler, o sudan mahrum olurlar. Tam manasıyla teslim olarak her işinde muti olanlar ise, nasiplerini alırlar.

Şeyh Süleyman-ı Dârâni'nin bir sadık müridi vardı, aynı zamanda ekmekçisi idi. Her ne iş görse, şeyhe danışmadan işlemezdi. Bir gün şeyhe gelip:

— Hamur yoğurayım mı? diye sordu. Hazret-i şeyh:

— Yuğur, buyurdu.

Biraz sonra, tekrar geldi:

— Fırın yakayım mı? diye sordu. Hazret-i şeyh:

— Yak, buyurdu.

Gitti, hamuru yoğurdu, fırını yaktı ve tekrar geldi:

— Şeyhim, dedi. Hamur yoğuruldu, fırın yandı, şimdi ne yapayım?

Şeyh kendisine kızdı ve:

— Git, içine gir., buyurdu.

Derviş gitti, yanan fırının içine girdi ve bağdaş kurup oturdu. Zikrullah ile meşgul olmağa başladı.

Bir müddet sonra, şeyhin aklına geldi. Fırının bulunduğu yere gidip baktı ki, derviş kızgın fırının içinde zikrediyor. Mübarek elini uzattı:

— Ey derviş, gel dışarı çık. Sıdkın seninle beraberdir. Ateş bile sana gülistan olmuş, buyurarak onu dışarı çıkardı, arkasını sıvadı ve himmet etti derviş muradına erdi ve o teslimiyeti yüzünden büyük bir şeyh oldu.

Teslim olmak ona derler ki, şeyh ne buyurursa hiç incinmeden onu derhal yerine getirmeli ve gerçek müritlerden olmalıdır.

İradeti gayet sağlam olanlardan bir müridin halini daha anlatayım da sen de şeyhe kendini öyle teslim et, maksut ve muradına eriş.

Sultan-ül-ârifiyn Şeyh Bayezid-i Bestami rahmetullahi aleyh hazretlerinin de bir müridi vardı. Şeyh ne derse, onu yapar ve asla sözünden çıkmazdı. Tam mânasiyle teslim olmuşlardan idi.

Bir gün, Hazret-i şeyh mescitten çıktı, o derviş de beraberinde evinin kapısına kadar geldiler. Şeyhin kapısına varınca, derviş onun ayaklarına kapanarak yalvardı:

— Sultanım! Ben kuluna bir himmet buyur, nazar eyle bu fakiri şu mahcupluktan kurtar, dedi. Hazret-i şeyh de ona:

— Sen biraz kapının önünde bekle, çıkıp sana himmet edeyim, buyurdu ve evine girdi.

Derviş, kapının eşiğine oturdu ve beklemeye başladı. Meğer, şeyhin evinin bir başka kapısı daha vardı, oradan çıktı ve tekrar mescide gitti. Derviş, beriki kapıda bekleye dursun, Hazret-i şeyh diğer kapıdan çıkar, mescide veya şehre gider ve yine aynı kapıdan evine dönerdi.

Böylece, derviş tam yedi sene o kapının önünde bekledi.

Yedi yıl sonra, şeyh dervişin beklediği kapıdan çıktı ve sordu:

— Sen hâlâ burada mısın?

— Evet sultanım, sen burada dur çıkıp sana himmet edeyim buyurdunuz, o günden beri bekliyorum. Benim, sizin emrinizi gözetmekten gayrı ne işim var? Eğer, yüz yıl ömrüm olsa, yine bekle dediğiniz yerde bekler, hiçbir tarafa ayrılmam, bu kapıyı beklerim. Zira, bana bu kapıda himmet buyuracağınızı vaadettiniz.

Hazret-i şeyh, dervişinin iradetini ve teslimiyetini beğendi, ona himmet etti ve maksuduna ulaştırdı.

İşte, tâlip şeyhine mürid olunca, böyle olmalıdır ki, kıyamete kadar ismi gerçekler arasında söylensin ve asla unutulmasın.

“İşbu yolda günde bin kez ger seni öldüreler,

Teslim ol, yüzün çevirme, ver iradet ta ebed.”

Musa peygamber aleyhisselâm: (Bunu niçin böyle edersin?) diye sorduğu için, Hızır aleyhisselâm onu yoldaş etmedi, (teslimiyetin bozuldu!) dedi.

Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde haber verir:

Hızır aleyhisselâm: “İşte, artık bu birbirimizden ayrılma vaktidir,” dedi. Kehf sûresi: 78

Musa ile Hızır aleyhimüsselâmın kıssaları, Kehf sûre-i celilesinde anlatılmaktadır. Burada sözü uzatmayalım ve talibe faydalı olan yerleri söyleyip geçelim:

Musa aleyhisselâm, Hak Teâlâ’dan ilm-i ledünnü talep edince, onu Hızır aleyhisselâma gönderdi. Buluştular, Hızır'a teslim olup mürit olmak istedi. Hızır aleyhisselâm ona:

— Yâ Musa! dedi. Bana uyduktan sonra, benim işlediğim bir işin sebebini sakın bana sorma! (Bunu neden böyle ettin?) dersen, ayrılırız.

Musa aleyhisselâm da ona:

— inşa’allahu teâlâ, beni sabredenlerden bulacaksın, cevabını verdi.

Böylece sözleşip, anlaştılar. Musa aleyhisselâm, kendisini Hızır aleyhisselâma teslim etti. Birlikte bir deniz kenarına gittiler ve birtakım insanların, bir gemiye binerek karşı tarafa geçmeye hazırlandığım gördüler. Onlar da aynı gemiye bindiler ve kıyıdan açıldılar. Denizin tam orta yerinde Hızır cebinden bir burgu çıkardı, gemiyi deldi ve sular geminin içine doldu. Gemidekiler bağırıp çağırmaya başladılar. Fakat, gemiyi kimin deldiğini anlayamadılar. Can havliyle dolan suyu boşalttılar, deliğe bezler tıkarak kapattılar, hayli zahmet çektikten sonra varacakları yere vardılar ve kurtuldular.

Musa ve Hızır aleyhimüsselâm, yollarına devam ettiler. Bir yere geldiler ve küçük çocukların oynadıklarını gördüler. Hızır aleyhisselâm, bir müddet çocukların oyunlarını seyrettikten sonra, bir çocuğu çekti ve öldürdü.

Yine yola koyuldular, bir tarlanın içinde yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselâm, birlikte bu duvarı yıkmayı teklif etti, bir hayli uğraştıktan sonra o duvarı yıktılar. Bu defa, tekrar yapmayı teklif etti ve Musa aleyhisselâma taş ve çamur taşıtarak duvarı yeniden ördüler. Birkaç gün böylece yıkmak ve yeniden yapmak suretiyle zahmet çektiler Musa aleyhisselâmın nefsine ağır geldi ve dayanamayarak sordu:

— Bu duvar, işe yarayacak bir yerde değildi ki, bir hayli zaman yıkmasına, sonra günlerce yeniden yapmasına çalıştık. Bundan ne fayda hâsıl oldu? Neden yıktırdın ve sonra neden yeniden yaptırdın?

Hızır aleyhisselâm cevap verdi:

— Yâ Musa! Sen gerçekten sabırsız bir insan imişsin.

Seninle anlaşmamız neydi?

“O halde, şayet bana tâbi olacaksan, sana onun hakikatini bildirinceye kadar, bana hiçbir şey sormayacaksın.” Kehf sûresi: 70

Musa aleyhisselâm da kendisini savundu:

— Evet, böyle sözleştik ama öyle ters işler yapıyorsun ki, senin bu yaptıklarına kimse tahammül edemez. Hem de bu işlerini Hak teâlâ dahi reva görmez. Gemiyi deldin, birçok insanı can korkularına düşürdün, soğuk terler döktürdün ve günlerce su boşaltmakla yordun. Hiçbir suçu ve günahı olmayan masum bir çocuğu öldürdün, kan ettin. Şimdi de bu duvarı boş yere yıktırdın ve yeniden yaptırdın.

Hızır aleyhisselâm ona şöyle cevap verdi:

— Ayrılmamıza, senin sabırsızlığın sebep oldu. Nitekim, Kur'an-ı kerimde Hak teâlâ buyurur:

Hızır aleyhisselâm: “İşte, artık bu birbirimizden ayrılma vaktidir,” dedi. Kehf sûresi: 78

Musa aleyhisselâm, büyük bir merakla sordu.

— Yâ Hızır! O halde bana şu gemiyi niçin deldiğini, o çocuğu niçin öldürdüğünü, duvarı yıktırıp neden yeniden yaptırdığım anlat, ben de sebebini bileyim ve gideyim, dedi.

Hızır aleyhisselâm, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:

— Gemiyi delmemin sebebi ve hikmeti şu idi: O gemi, birkaç fakir insana aitti. Eğer, sağlam vaziyette karşı yakaya varmış olsaydı, oranın sultanı, şimdiye kadar zapt ettiği birçok gemi gibi, bu fakirlerin de ellerinden gemilerini alacaktı. Oysa, ben gemiyi deldiğim ve halk içinden sızlanarak çıktığı için, eski olduğu zannıyla almadılar ve o fakirler de böylece zarardan kurtuldular. Şimdi, delik küçük olduğu için kolayca onarırlar ve o gemi ile geçimlerini sağlamaya devam edebilirler. Gemiyi delmemin sebebi, zalimlerden kurtarmak içindi.

O çocuğu öldürmemin sebep ve hikmetine gelince; o çocuk büyüdükçe azgınlaşacak ve belki kâfir olacaktı. Halbuki, anası ve babası mü'min insanlardı ve o zalimin yüzünden çok cefa çekecekler ve incineceklerdi. Çocuğu öldürmekle, anasını ve babasını, bu zahmet ve meşakkatlerden kurtardım.

Duvarın yıkılması ve yeniden yapılmasındaki sebep ve hikmete gelince; o duvarın altında yetimlerin definesi vardı. Duvarı, haliyle bıraksam yıkılacak ve altında gizlenmiş bulunan define meydana çıkacaktı. O zaman herhangi bir kimse o defineyi alacak ve o yetimler de bu haklarından mahrum kalacaklardı. Bunun için, o duvarı yıktım ve yeniden yaptım ve bu suretle altında bulunan defineyi gizledim. Yetimler, büyüyüp akılları başlarına gelince, gidip oradan definelerini alabileceklerdir.

Şunu da bilmiş ol ki, ben ne yaptıysam hepsini Hak teâlânın emriyle yaptım. O yetimlerin anaları ve babaları sâlih insanlardı. Onların yüzü suyu hürmetine, Hak teâlâ o malları gizlettirdi. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir insandı. Bu sebeple, Rabbin celle şâne ikisinin ergenlik çağına erip, defineyi çıkarmalarını istedi.” Kehf sûresi: 82

Hızır ve Musa aleyhisselâmın kıssaları, Kehf Sûresinde etraflıca anlatılmıştır. Merak edenler, tefsir kitaplarından okuyup, öğrenebilirler. Biz, burada tâlibe fayda verecek kadarını beyan eyledik.

Bunu, uzun uzun hikâye etmemizden maksut budur ki, bir kimse bir şeyhe gidip iradet getirdikten sonra, İsmail peygamber aleyhisselâmın kendisini babasına teslim etmesi gibi teslim olmalı, âb-ı hayat-ı câvidaniden mahrum kalmamak için, Musa aleyhisselâmın yaptığı gibi şeyhlerine karşı gelip, soru sormamalıdır.

Müritler, şeyhlerinin her coşku dolu hareketini Haktan bilmeli ve onlardan ne sâdır olursa, onu Hak işaret telâkki etmelidirler, ki şeyhlerinden nasip alabilsinler. (Vallahu â'lem).

Müritliğin beşinci şartı, tecerrüt etmektir demiştik. Şimdi de sana Allah’a yönelerek ibadet ve tâatın nasıl olacağını anlatayım:

Tecerrüt ona derler ki, bir mürşide teslim olan mürit, nesi varsa götürüp şeyhinin önüne koymalı ve kendisi aradan çıkmalıdır. Şeyh, bunları nasıl isterse öyle yapar.

Bazı ârifler demişlerdir ki, müritlik:

Evet, tecerrüt ona derler ki, mürit nesi varsa akçe, altın, at, katır, koyun, sığır, deve, köle, halayık, bağ, bahçe, tahıl, zahire ve hatta sırtında giydiğini bile götürüp teslim etmesidir. Şeyh, bunları nasıl dilerse öyle yapar. Dilerse alır, dilerse almaz. Şu kadar ki, mürit şeyhinin malın mülkünü aldığına üzülmemeli almadığı için sevinmemelidir. Yahut almadığına üzülmemeli, aldığına da sevinmemeli dir. Şeyhlerin huzurunda (Ah ne olaydı, şu şöyle olsaydı) demek hicaptır, mürit şeyhinin tasarrufunu beğenmemiş olur. Şeyhin tasarrufu ise, Hak tasarrufudur.

Malı, mülkü terk eden; bütün tehlikelere göğüs gerendir.

Bunların üçü de haktır ve üçünü de inkâr etmek olmaz. Yani, her üçünün de yaptıkları, hakkın buyurduğu üzeredir.

Mürit ne aldıklarına ne almadıklarına ne verdiklerine ve ne de vermediklerine bakmamak, iradetini sağlam tutup nasibini almak peşinde olmalıdır. Zira, müritlerin nasipleri, Hak teâlâ tarafından şeyhler katına emanet bırakılmıştır. (Falan oğlu filâna, beş şartı kabul ederse, şu nasibini ver,) buyurulur. Şeyh ile mürit arasındaki beş şart tamam olmadan, şeyh o nasibi verirse, Hak tarafından geri alınır. Îradet tamam olduktan ve şartlar yerine geldikten sonra müridine nasibini teslim etmeyen şeyhler de hain olurlar. Ancak, her müridin ne kadar zaman içinde iradetini tamamlayacağı ve bütün şartları yerine getireceği; yılı, ayı, günü ve hatta saati ile şeyhe bildirilmiştir. Bu emanet, günü ve saati gelince sahibine tevdi ve teslim olunur.

Müride düşen, şeyhinin bütün emirlerini ve isteklerini yerine getirmektir. Şeyhin hizmeti dahi, müride Hak tarafından ısmarlanmıştır.

  • HİKÂYE

İmam Cafer-i Sadık radıyallahu anh hazretlerine, bir gün bir müridi geldi ve:

— Sultanım! Bana himmet eyle, dedi.

Meğer, bu zat bostancı imiş. Hazret-i şeyh kendisine dedi ki:

— Karın dul olmayınca, çocukların yetim kalmayınca, evin harap olmayınca ve yatağın it yatağı gibi kuru yere serilmeyince, maksuda eremezsin.

Mürit, sadık ve gerçek müritlerdenmiş. Gitmiş, şeyhin dediklerini aynen ve harfiyen yapmış ve sonunda nasibini almış. Nasibini aldıktan sonra, evi olmuş, evlenmiş, çoluk- çocuk, mal-mülk sahibi olmuş ve eskisinden çok daha iyi duruma gelmiş. Kadınına ve çocuklarına da hiçbir zarar erişmemiş.

Musa aleyhisselâm da 17 yıl Şuayb peygamber aleyhisselâma iradet getirdi ve doğrulukla onun koyunlarını güttü.

Sonunda, Şuayib aleyhisselâmın kapısında peygamberliğe erişti. Şuayib aleyhisselâm, ona kızını da verdi ve Mısır'a gönderdi. Musa aleyhisselâm, Mısır'da Firavun ile bunca savaşlar yaptı.

Hizmet edene, hizmet edilir.

Kim ki, kulluk etti, ululuğa erişti. Hak yoluna giren gerçek müritlere, şeyhleri dünyalarını terk ettirirler ve onu dünya gailelerinden tecrit ederler. Dünyalıklarını bıraktırmalarının birçok sebepleri vardır.

Birincisi, sırtlarındaki ağır yükü alıp, onları bu sarp yola tamamen yüksüz çekip götürmek içindir. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Yükü hafif olanlar kurtuldu, ağır olanlar helâk oldu.”

Hak yoluna girenlerin de yükleri hafif olursa, menzillerine rahatlıkla ulaşırlar. Yükleri hafif olduğundan, dünya ve âhiret belâlarından kurtulurlar. Oysa, yükleri ağır olanlar, dünyanın ve âhiretin belâlarına uğrarlar, helâk olurlar. Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“Mallarınız ve çocuklarınız, bir fitneden başka bir şey değildir.” Enfâl sûresi: 28

Diğer bir âyet-i kerimede de:

“Karılarınız ve çocuklarınız içinde, size düşman olanlar vardır. Sizi, tâ’atten alıkoyarlar. O halde, onlardan sakının.”

Soru: yukarıda anlatılanlardan, Hakka tâlip olup meşâyihe tâbi olanların evlenmeleri uygun değildir manasını çıkarabilir miyiz?

Cevap — Ergin olana evlenmek, evli olana da bekar olmak uygun düşmez. Bazı meşâyih (Rahimehullah) evli olanlar da çocukları yoksa hanımını serbest bırakması daha uygundur demişlerdir.

Usame bin Zeyd radiyallahu anh, aleyhissalâtü vesselam efendimizden rivayet ederek buyurmuşlardır ki:

“Benden sonra erkeklere çok zarar verici şey olarak kadınların fitnelerinden gayrisini bırakmadım.”

Şeyh Süleyman-ı Dârâni rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki:

— Hangi mürit ki; maaş istese, evlense veya Hadis-i şerif yazsa, o mürit dünyaya meylettiğini bilsin.

Ebû-Süleyman rahmetullahi aleyh de buyurur ki:

— Ashabımızdan bir kimse görmedik ki, evlendikten sonra, evvelki mertebesi üzerinde sabit olsun.

Şeyh Şehabeddin Sühreverdi rahmetullahi aleyh de buyurur ki;

— Allahu teâlâ birdir, birleri sever.

— Talibin hâline ve vaktine en uygun olan eş ve evlattan soyutlanmaktır. Zira bu durum gönlü ve maksadı birleştirmeye sebep olur. Talibin bakmakla yükümlü olduğu kimse olmayınca geçimini kolaylaştırır. Belki, müride başlangıç halinde lâyık olan budur ki, dünya ilgi ve ilişkilerinden ve kendisini hak yolundan alıkoyan şeylerden kurtulmalı, bunun için mürid sefere çıkmalı, gönlünü karıştıracak düşüncelerden soyutlanıp eş dost ve tanıdıkları bırakıp kendisine hicap olan şeyleri terk etmelidir.

Şimdi bilmiş ol ki, evlenmek azimettendir, tasalara ve mihnetlere düşmektir, hevâya yönelmektir. Tabiat ve âdet gereğince, çoluk- çocuk sahibi olmak dilerse, Resûl-ü zişânın şu Hadis-i şerifini unutmamalıdır:

— Benim vefatımın iki yüzüncü yılından sonra, sizin hayırlınız, evlât ve iyali olmayanlardır.

Bazı fakirlere sordular:

— Neden evlenmiyorsunuz?

— Benim, evlenmeye değil nefsimden boşamaya ihtiyacım var cevabını verdiler.

Beşir bin-ü Hâris'e dediler ki:

— Senin için fena söylüyorlar.

— Ne diyorlar? diye sordu.

— Resûl-ü zişânın sünnetini terk ediyor diyorlar, cevabını alınca:

— Siz böyle söyleyenlere deyiniz ki, biz henüz farz ile meşgulüz. Sünnet nerede kaldı? Beni, birisiyle evlendirseler onun nafakasını temin etmek için korkarım ki, bir köprü üzerine çıkıp yol keserim, dedi.

Demek ki sadık müride ve âşık taliplere soyutlanmış olmaları gerekirmiş.

Şeyhler önünde, müritlerin tecrit olup neleri varsa getirip teslim etmeleri, ashabı kirâmın huzur-u Resûlullahta biat ettikleri zaman tecrit olmalarına işarettir. Zira, ashab-ı kiram huzur-u Resûlullah’a geldiler, imanlarını arz ederek biat ettiler, neleri varsa tövbelerine şükran olarak aleyhissalâtü vesselâm efendimizin huzuruna bırakarak tecrit oldular. Resul aleyhisselâm, onları gerekli yerlere sarf buyurdular.

Bunlardan birisi, Hz. Ebû-Bekir-îs-Sıddık radıyallahu anh efendimizdi. Huzur-u Resûlullah’a seksen bin dinar altın takdim etti ve hatta evinde nesi var, nesi yoksa hepsini verdi. Kendisi, eski bir kilime büründü ki deliklerinden mübarek vücudu görünürdü. Nitekim, bunun hikâyesini yukarıda anlatmıştık.

Dünya terki denilince, Ebû-Derdâ radıyallahu anh’ın, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz huzurunda terk ve tecridi meşhurdur.

Azizler demişlerdir ki:

Müridin, şeyhin huzurunda tecridi o mertebede gerektir ki, eğer şeyhin duvarlarının bir kerpici altından ve bir kerpici gümüşten, kapısı da altın ve gümüş kaplama olsa, müridin de yalnız bir akçesi bulunsa, o tek akçeyi de şeyhinin altın ve gümüş duvarlarının üstüne koymalıdır. Şeyhin, müridi üzerinde o kadar hakkı vardır ki, mürit şeyhin huzurunda söylediğimiz gibi tecrit olmalıdır. (Şeyhin nimeti çoktur. Ben fakir bir insanım. Bunu şeyhe verip ben ne yapayım?) demek asla olmaz, illâ, şeyhe vermek gerekir. Bu konuda söz çoktur. Bunun, böyle olmasının da hikmeti vardır. Onu, ancak ehline söylerler ve ehli olanlar bilirler. Fakat, sözümüz odur ki, mürit neye malik ise, hepsini şeyhin önüne götürüp bırakmalı ve kendisi aradan çıkmalıdır.

Zira, azizler demişlerdir ki:

Bir de şu vardır: Eğer, müridin verdiklerini şeyh almazsa ne yapmalıdır? Onu fakirlere ve o müridin yakın akrabalarına vermeli ve asla kendisinde bırakmamalıdır. Elbette, tecrit olmak gerekir ki:

Dünyayı terk etmek, bütün ibadetlerin başıdır.

Hakka talip olan kişilerin yolları, dünyadan ve âhiretten içeri bir yoldur. Onun için, bu yola girenler, iki cihanı terk ederler. Zira, âhiret ehline (âhiret talibi) derler. Dünya ehline de (dünya talibi) derler. Hakka tâlip olanlara ise (Ehlullah) derler. Allahu teâlâyı isteyene her ikisini de terk etmek lâzımdır. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de böyle buyurmuşlardır:

“Dünya, âhiret ehline haramdır. Âhiret, dünya ehline haramdır. Allahu teâlâyı isteyene, her ikisi de haramdır.”

Tâlip, bu Hadis-i şerif gereğince dünyayı terk etmek zorundadır.

Ey aziz:

Bir kişi, bu dünyayı terk ederse, elbette o kişiye velâyet mertebesinden bir nasip verirler.

Hz. İsa aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti:

— İlâhi! Seni göreyim ve sana vasıl olayım.

Hitab-ı ilâhi geldi ki:

Beni görmek istersen aç ol! Bana vasıl olmak dilersen, tecerrüd edip benden başka her şeyden alakanı kes!

Eğer, bu yolda tecerrüt olmasaydı, Allahu teâlâ peygamberine (Tecerrüt et!) buyurmazdı.

Fakat, zahiri tecrit olduktan sonra, bâtını' tefrit de gerekir. Bâtını tefrit müride, gönlü iki cihanın hayırlarından ve şerlerinden kesildiği, zikrullaha aralıksız devam ettiği, şartları, edepleri, telkini, tövbesi ve teveccühü ile Hak yoluna yöneldiği zaman hâsıl olur. İki cihanın saadet ve şekavetinden gönlünü ayırmayınca, müritte bu bâtıni tefrit hâsıl olmaz.

Nitekim, Acem erenleri demişlerdir ki.

“İlgileri, engelleri terk etmezsen ey zâhid! İyi bil ki, Hakka lâyık bir secde yapamazsın.”

Bir diğeri de şöyle demiştir:

“Sen gönlünü iki cihandan arındırmağa çalış; Ruh-ül-Kudüs cemâlini müşahedeye koşar.”

Tâlip, gönlünü iki cihanın devletinden arıtmayınca, müşahede-i cemal hâsıl olmaz. Kitabın başında da anlatmıştık.

Meşâyihten birisine sordular:

— Allah’a yol bulmak nicedir, yakın mı, uzak mı?

— îki adımdır, buyurdu.

— Nasıl iki adım? diye tekrar sordular:

— Bir adım atar, dünyayı ve dünya isteklerini bırakırsın. Bir adım daha atarsın, âhireti ve âhiret isteklerini bırakırsın. Böylece, iki adımda Hak teâlâ hazretlerine vasıl olursun, buyurdular.

Dünyayı ve dünya isteklerini bırakmak, tecrid-i zahiridir.

Âhireti ve âhiret isteklerini bırakmak tecrid-i bâtınidir.

Ey aziz.

Tecridin ve tefridin ne demek olduğunu da öğrendin. Şeyh huzurunda tecrit olduktan ve neyin var, neyin yoksa şeyhine sunduktan sonra, sakın minnet eyleme!.. Eğer, İbrahim Edhem gibi hazinelerini boşaltsan, ülkeni ve sultanlığını terk etsen, bu yolda terk ettiklerin sakın aklına gelmesin. Şunu düşün ki, Hak yolunda verdiğin şeyler, senin değildir. Allah verdi, yine Allah yoluna terk ettin. Eğer, terk etmeseydin mirasçılarına bırakıp giderdin. Mirasçıların bölüşürler, sen de hesabını ve azabını görürdün. Sağlığında iken verdinse, yarın karşılığını alacaksın. Sonra, neye tâlip olduğunu da iyi düşün. Verdiğin nedir, istediğin nedir? Fâniyi verdin, bakiyi aldın.

Ey kardeş:

Yukarıda sana gerçeklerin hikâyesini anlatmıştım. Şimdi de Hak yoluna gelen, sonra nefs oyununa düşüp dönenlerden birisinin de hikâyesini anlatayım ki, sen de işini ona göre tutuver. Verdiğini, minnet edip aklına bile getirme! Zira, minnetle veriş bâtıldır.

Nitekim, Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyhi buyurmuştur ki:

Minnet beklenen ekmeğin olur mu hiç değeri?

Taş üstüne tohum eken eli böğründe kalır;

Minnet lokmaları ateş gibi yakar ciğeri,

Hak rızası için veren, ecrini Haktan alır.

  • HUZURDAN KOVULAN DERVİŞİN HİKÂYESİ

Bir gün, Cafer-i Sadık radıyallahu anh hazretlerine birisi mürit olup, îradet getirdi ve nesi varsa, şeyhin önüne koydu.

Şeyh, o yana bu yana baktı ve yine sahibine geri vererek:

— Ey derviş! Git, bunu elinle sat, parasını bize getir, buyurdu.

O kişi, bu mücevheri pazarda yüz bin akçeye sattı ve parayı götürüp şeyhe teslim etti. Kendisine bir hizmet gösterildi, derviş bu hizmetiyle meşgul olmağa başladı.

Aradan bir iki yıl zaman geçti. Fakat, derviş bulunduğu makamın hürmetini bilmediğinden ve şeyhin kadrini anlayamadığından, Hak teâlâ onun gönlünden müritlik nurunu aldı.

Bundan sonra, o dervişin gönlüne yine dünya kaygıdan düşmeğe başladı. Diğer dervişlerle konuşurken:

— Bizim halimiz neye varacak? diye dert yandı,

Ne var? diye sordular.

Ne olsun? diye içini döktü. Şurada ırgat gibi çalışıyoruz, yediğimiz arpa ekmeği, arpa bulamacı, giydiğimiz eski bir aba. Buraya geldiğim zaman, şeyhe yüz bin akçe teslim ettim. Bir lokmasını bize yedirmedi. Sırtımıza bir yeni aba bile almadı. Eskilerimize bitler üşüştü, bağrımızı delik deşik etti. Ben, buna tahammül edemeyeceğim. Bu kanaat ve bu yavanlık daha ne kadar sürecek? Şeyhe anlatsanız da bana birkaç akçe verse, sermaye edinsem ve nefsimi birkaç gün dinlendirsem. Yoksa, bu yavanlığa dayanamaz, sonunda helâk olur, giderim.

Dervişler kendisine:

— Behey miskin, seni şeytan aldatmış. Aklını karıştırmış, seni dışarı çekip kendi cemaatine katmak istiyor. Sakın, bu söylediklerini Şeyh duymasın. Git, gusül et, yeniden tövbeye gel, olur ki şeytan senden bu kuruntuları keser. Sana bu gibi sözler söylemek ayıptır. Bizler, bu yolun mahcup ve garip miskinleriyiz. Bir sultanın eşiğine kendimizi bıraktık. O bize yarayanı bizden iyi bilir ve gereği ne ise yapar. Böyle sözleri sakın bir daha söyleme, müridlikten düşersin. Mürit olan kişi, teslim olmak ve susup bir kenarda oturmalıdır. Şeyhe, şöyle böyle demek olmaz, dedilerse de berikinin kulağına girmedi.

Bir müddet sonra, şeyh kendisini çağırdı ve sordu:

— Getirdiğin parayı istiyormuşsun, doğru mu?

— Aman sultanım, birkaç akçe lütfeyle, nefsim mücahedeye doyamadı.

— Al sana bir akçe, git bana şu kâğıda yazdığım eczaları al gel, dedi ve eline bir kâğıtla bir akçe verdi.

Derviş pazara gitti ve şeyhin istediği eczaları alıp geldi.

Şeyh:

— Şimdi bana bir havan getir ve bu eczaları içine dök, buyurdu.

Derviş, emredileni yaptı. Eczaları havana koydu, dövdü ye şeyhe sundu. Şeyh, bunları avucuna aldı, dört yuvarlak haline getirdi. Her yuvarlak, o dervişin getirdiği mücevher büyüklüğünde idi. Sonra bunları, mübarek ağzına koydu, sağa sola çevirdikten sonra çevirdi ve çıkarıp dervişe verdi. Dört yuvarlak da birer mücevher olmuştu. Şeyh:

— Git bu mücevherlerden birisini pazarda sat, diğerleri dursun! emrini verdi. Derviş, mücevherlerden birisini pazara götürdü ve yüz bin akçeye sattı ve parayı şeyhe takdim etti.

Şeyh, parayı almadı ve:

— İşte, verdiğin parayı aldın. Kalan bu üç taşı, yine havana koy ve döv. Bundan sonra seni Allaha ısmarladım, buyurdu. Derviş, taşları havana koydu, dövdü ve şeyhe sundu.

Şeyh de bunları bir üfürüşte yok etti, toz halinde havaya karıştı.

Olup bitenleri hayret ve dehşetle seyreden dervişe, şeyh şöyle buyurdu:

— İşte gözünle gördün ki, dervişler bir akçeden dört yüz bin akçe kâr ederlermiş. Şeyhlerin, Hak yolunda yürümek isteyen müritlerin ve muhiplerin verdiklerine muhtaç olmadıklarını öğrenebildin mi? Onların, bu yolda yüklerini hafifletmek için aldıklarını fark edebildin mi? Ey derviş, işte paracıklarını aldın, artık karşımda durma! Senin, bütün çalışmaların, Hak katında bâtıldır. Zira, verdiğin sadakayı bize eziyet ve minnet ederek kendin iptal eyledin. Oysa, Allahu teâlâ sadakalarınızı minnet ve eziyet ederek iptal etmeyiniz buyurmuştur. Bunun için, artık sana şeyh eşiğinde durmak olmaz.

Derviş, her ne kadar ağladı ve sızladı ise de kabul olunmadı ve yüz bin akçesini alarak çekildi, gitti. Avama karışıp, yine avamdan birisi oldu ve yalancılığı o zamandan bu zamana kitaplarda yazılır ve dillerde söylenir oldu. Yalancılar, yalancılarla ve gerçekler de gerçeklerle haşrolunacaklardır. Hak teâlâ buyurmuştur ki:

“Yazıklar olsun, o günü yalanlayanlara.” Mürselât süresi: 15

Şu hâlde, bir kişi cehdetmeli ve gerçeklerden olmalıdır. Gerçekler, iki cihana da yararlanacaklardır. Yarın, iki yol olacaktır. Yalancılarla, gerçekler seçilecek, yalancılar cehenneme ve gerçekler cennete gidecekler dir. Nitekim, Hak teâlâ buyurur:

“Onlardan bir kısmı (Muvahhid ve muti olanlar) cennette ve bir kısmı (Kâfirler) cehennemdedirler.” Şurâ sûresi: 7

Şimdi ey kardeş:

O yolun eseri, burada da aşikâr görünür. Dünya ehli ile, âhiret ehli şevklerinden seçilir. Nitekim, azizler demişlerdir ki:

Bil âşıkı sözünden, gitmez nemi gözünden;

Gözü yaşı yüzünden, seylân olur hemişe.

Aşk erinin nişanı, bilmek dilersen anı;

Ona bu mülk-ü fâni, zindan olur hemişe.

Ey kardeş.

İradet dedikleri, tâlibin şeyhten nasip almak için cezbesidir. Görmez misin ki, her kimin iradeti tamamsa, şeyhinden nasibini cezbedip almıştır. Gördün ya, kızgın fırına giren dervişi, ateş yakmadı ve şeyhten nasibini aldı. Yedi yıl, şeyhinin himmetini onun evinin kapısında bekleyerek alan dervişin halinden de ibret almadın mı? Bu gerçekler, şeyhten nasiplerini, iradet kuvvetiyle alırlar, ki hikâyelerini ve hallerini yukarıda sana anlattım. Şeyhine iradet getiren tâlip, artık şeyhine muhalefet etmez. Dünyasını verir, asla minnet etmez. Şeyhinin vaadine inanır, hiç kuşkuya düşmez. Zira, ikrar olan gönülde, asla kuşku olmaz.

Nuh peygamber aleyhisselâm, Hak emriyle gemisini yaparken bir kısım kâfirler sorarlar:

— Bu nedir?

— Gemidir.

— Ne olacak bu

— Yarın burası bir derya olacak ve bu gemi o deryada yüzecek.

Kâfirler, Nuh aleyhisselâmın bu sözlerine gülüşürler ve onunla alay ederek eğlenirlerdi.

Oysa, müminler gelir ve sorarlardı:

— Bu nedir?

— Gemidir.

— Ne olacak bu gemi?

— Yarın burası derya olacak ve bu gemi o deryada yüzecek. Bana inanıp bu gemiye binenler, kurtulacaklar. İnanmayarak, binmeyenler ise hep helâk olacaklar.

Mü'minler, Nuh aleyhisselâmın bu sözlerine inanır ve onunla bu gemiye binmek için ahdederlerdi.

Günlerden bir gün, bir kadın geldi ve sordu:

— Yâ Nuh! Bu dağ başında bu gemiyi ne yapacaksın?

Bu, hiç burada yürüyebilir mi?

— Ey hatun, yakında tufan olacak, buraları hep su dolacak. Bana uyanlar bu gemiye binip kurtulacak, dışarıda kalanların hepsi helâk olacak.

— Yâ Nuh! Kerem eyle beni de sana inananlarla birlikte gemiye al, sakın unutma!

— Sen git, işinle gücünle meşgul ol. Tufan olmadan ben sana haber veririm.

Gerçekten tufan oldu, etrafı sular bastı, insan ve hayvan gemiye doluştular. Bu kalabalık arasında, Nuh aleyhisselâm o kadını unuttu. Tufan öyle oldu ki, yeryüzü tamamen su doldu. Yüce dağlar başında bile, kırk arşın su vardı. Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimse kalmadı, hepsi öldüler. Yalnız, o gemiye binenler kurtuldular.

Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Yâ Rabbi, Kâfirlerden, hiç kimseyi yer yüzünde gezer bırakma,” Nuh sûresi: 26

Hak teâlâ, zamanla suyu azalttı. Gemi bir yerde durdu. Bunun hikâyesi uzundur ama biz maksudu söyleyelim. Âlem, yine eskisi gibi oldu. Gemidekiler, karaya çıkarak herkes bir yere çekildi. Nuh aleyhisselâm da bir yerde barındı. Bir gün baktılar ki, Nuh aleyhisselâma kendisini unutmamasını niyaz eden kadıncağız, asasına dayanarak çıkageldi. Nuh aleyhisselâmın önünde durdu," herkes hayretler içinde kaldı ve sordular:

— Yâ Nuh! Tufan olmadı mı?

Nuh aleyhisselâm da kadına sordu:

— Ey hatun, tufan oldu ve geçti. Sen nerelerdeydin?

Kadın şöyle cevap verdi:

— Ben tufanı görmedim. Evimde oturmuş, senden bir haber gelmesini bekliyordum. Baktım, bir haber çıkmadı, kalktım kendim geldim, dedi.

Nuh aleyhisselâm, bu kadıncağıza haber vermeyi unutmuştu amma, âlemlerin Rabbi unutmamıştı. Hazır, nazır ve hafız olan Hak teâlâ, o kadını muhafaza buyurmuş ve ona tufanı bile göstermemişti.

Ey can:

Hak teâlânın dostlarının gayreti, yine kendilerine ve kendi üzerlerinedir. Nebilerin ve velilerin gayreti üzerinedir. Onların vekili bizzat Hazreti Allah’tır. Onların vaatlerine inanmak gerekir. Hatta, o vaatleri lâtife şeklinde olsa bile, inanmalıdır.

Beş şartla ki, temiz niyet, gerçeklik, tövbe, teslim ve tecridi yerine getirerek bir şeyhe iradet getiren müridin vazifesi, şeyhin huzurunu bilmek ve her ne hizmet verirse yerine getirmektir. Müride, edep gerektir. Zira, edepsizlik iradeti bozar, iradetsizlik müritliği bozar. Şeyhten nasip almak isteyen mürit, edebe son derece riayet etmek mecburiyetindedir.

Nitekim, Mevlânâ Celâlüddin-i Rûmi rahmetullahi aleyh, Mesnevisinde buyurmuştur ki:

“Hakkın bize edep ihsan etmesini isteyelim. Zira, terbiyesi ve edebi noksan olan onun lûtuflarına lâyık değildir.”

Demişlerdir ki; iradet, edep ve müritlik bir merdivendir. Kim, edepsizlik ederse, merdivenden düşer. İradet merdiveninden düşen- Ne'ûzü billahi teâlâ- cehenneme kadar gider.

Bilmiş ol ki, meşâyih huzurunda durup hizmet etmenin birçok adabı vardır. Gerekli olanlardan birkaçını sayayım:

Bu adabın birincisi, şeyhlerin karşısında çok oturmamak ve çok söylememektir. Haddinden fazla hürmet etmelidir ki, şeyhlerin izzeti, Hak izzeti gibidir. Onun için, onların huzurunda çok oturmak ve çok söylemek câiz değildir. Ansızın bir küstahlıkta bulunur ve gönlünü incitirse, merdut olur.

İsteriz Hak ede tevfik-i edeb,

Bi-edep olmaya sezây-ı lûtf-u Rab.

  • HİKÂYE

Şeyhlerden biri hacca gitmeye karar verir. Kendisi gibi bir şeyhe haber göndererek:

— Bize teberrüken (bereket vesilesi olarak) bir derviş versinler de bizimle birlikte

Mekke-i mükerreme ye gelsin, dediler. Arzusu üzerine kendisine bir derviş gönderildi. Yolda giderken, şeyh dervişe sordu:

— Adın nedir?

— Efendim bana falan oğlu filân derler, dedi.

Aralarındaki bütün konuşma bundan ibaret kaldı ve Mekke-i mükerremeye gidip dönene kadar başka bir şey konuşmadılar. Dönüşlerinden sonra derviş kendi şeyhinin yanına gitti. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, o dervişin şeyhi, hacca gidip gelen şeyhe bir derviş daha göndererek, hoş geldiniz dedirtti ve hizmetine verilen dervişten memnun olup olmadığını sordurdu. Şeyh, şöyle cevap verdi:

— Lütfedip bana yoldaş ettikleri derviş iyi derviştir. Fakat, çok konuşkandır. Onun bu konuşkanlığını kessinler.

Dervişin, nasıl bir gevezelik yaptığını sordukları zaman da şöyle buyurdu:

— Mekke'ye giderken: (Adın nedir?) diye sordum. (Bana, falan oğlu filân derler) dedi. Oysa,) ben yalnız kendi adını sormuştum, o bana babasının da adını söyledi.

Bu kadarcık bir söz söylediği için KONUŞKAN denildiğine göre, şeyhlerin huzurunda çok oturmak ve çok konuşmak olmaz, hemen gösterilen hizmette bulunmak lâzımdır.

Bu kitabın müellifi der ki.

— Ben, şeyhimin huzurunda tamam on bir yıl hizmet ettim ve imamlık eyledim. Bu zaman içinde, şeyhime yalnız bir söz söyledim. Şeyhim bana: (Çok konuşma, küstah ve edepsiz olursun!) buyurdu. Şeyhler huzurunda çok konuşmanın ayıp olduğunu bildirdi, artık bir daha kendilerine hiçbir şey söylemedim. Yalnız, vakialarımı (hallerimi) söylerdim ki, onu da edeple ve korku ile anlatırdım.

Demek ki, şeyhlerin huzurunda bulunan ve onlara hizmet edenlerin; duruşlarında, oturuşlarında, yatışlarında, 'kalkışlarında, konuşmalarında edebe riayet etmeleri lâzımdır.

Şeyhlerinin edepleri ile edeplenmeyen kişiler, ne Kur'an-ı kerim ne de Hadis-i şerifle edeplenemezler.

Kardeş:

Şunu da bilmiş ol ki, şeyhlerinden merdut olanlar, Hak katında da merdut olurlar. Şeyhlere makbul olanlar, Hak katında da makbul olurlar.

Şeyh Abdullah-i Hafif rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki:

— Edebini un eyle, amelini tuz eyle, ondan sonra bu arifler yoluna gir!

Arifler derler ki:

— Tasavvufun tamamı edeptir.

Şeyhin. Mertebesinden ziyade mertebe ve menzil istememelidir. Müridin iradetinin kâmil olmasının alâmeti, şeyhin mertebesinin yüceliğini istemektir. Her vaktin, her halin ve her makamın edebi vardır. Edebe riayet edenler, erenler makamına erişirler. Edepten mahrum olanlar, Hak teâlânın dergâhından ırak kalırlar.

Bu sözlerimiz sana acayip gelmesin. Edepsizliğin ameli bâtıl ettiği hakkında âyet-i kerime dahi vardır. Edep, gayet gerekli olduğundan, Hak teâlâ ashab-ı kiramı te'dip ederek (edeplendirerek) buyurmuştur ki:

“Ey iymân edenler! Seslerinizi, peygamberin sesinden fazla çıkarmayın ve ona söz söylerken, birbirinizle konuştuğunuz gibi yüksek sesle konuşmayın. Farkında olmaksızın amelleriniz heder olur.” Hucurât sûresi: 2

Demek ki, huzur-u Resûlullahta yüksek sesle konuşmak men edilmiştir. Hatta, bazı âlimler ve şeyhler, aksine hareket edenlerin bütün amellerinin bâtıl olacağına hükmetmişlerdir. Oysa, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinde, küfürden başka hiçbir şey ameli mahvetmez, bâtıl eylemez. Şu hâlde huzur-u Resûlullahta yüksek sesle konuşmanın amelleri iptal etmesine sebep nedir?

Kaadı Beyzâvi tefsirinde der ki:

Huzur-u Resûlullahta konuşurken, yüksek sesle konuşmak, Cenab-ı fahr-i risâlet efendimizi istihfaf (küçümsemek, aşağı görmek) etmek olur ki, bu hal küfre yol açar. Bu sebeple, ameller bâtıl olur denilmiştir.

Sabit bin Kays sağırdı. Herkesle olduğu gibi, Resûl aleyhisselâmla da konuşurken yüksek sesle söyler ve Efendimiz bundan incinirlerdi. Hak teâlâ gerek onu ve gerekse diğer bütün müminleri te'dip (edeplendirmek) etmek için bu âyet-i kerimeyi inzâl buyurdu.

Bu âyet-i kerime nâzil olduktan sonra, Sabit bin Kays ağlamaya başladı. Asım bin Adiy, onun ağlamasını görerek sordu:

— Yâ Sabit! Neden ağlıyorsun?

Sabit, içini çekti:

— Bu âyet-i kerime beni ağlattı, dedi. Bütün amellerimin mahvolacağından ve cehenneme atılacağımdan korkuyorum.

Asım, meseleyi cenâb-ı fahr-i risâlet efendimize arz etmek üzere kendisinden ayrıldıktan sonra, Sabit de doğruca evine gitti ve karısına:

— Beni ahıra kapat ve kapısını da üzerime çak, dedi ve ahıra girerek, kapıyı çaktırdı. Kendi kendisine: Burada ya ölürüm veya Allâhu teâlâ Resûlünü benden razı eder, diye söyleniyor, ağlıyor, tövbe ve istiğfar ediyordu.

Bu sırada, Asım da huzur-u Resûlullah’a gitmiş ve Sabit'in durumunu arz etmişti. Efendimiz, Sabit'in huzurlarına getirilmesini ferman buyurdular ve Asım bu müjde haberini vermek üzere onun evine koştu. Sabit'i, kendisini hapsettirdiği ahırdan çıkararak huzura götürdü. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz kendisinden sordu:

— Yâ Sabit! Niçin ağlıyorsun?

— Yâ Resûlallah! Sağır olduğum için yüksek sesle konuşurum. Bunun için bu âyet-i kerimenin benim hakkımda nâzil olmasından korkuyorum.

— Yâ Sabit! Dünyada, said olarak dirilmeye, şehit olarak ölmeye ve cennete girmeye razı değil misin?

— Yâ Resûlallah! Nasıl razı olmam. Artık, "

Hak teâlâ, bunun üzerine şu âyet-i kerimeyi buyurdu:

“Resûlullah yanında nehye muhalefetten sakınarak ve edebe riayet ederek seslerini yavaşlatanlar yok mu, onlar o kimselerdir ki, Allâhu teâlâ kalplerini tekvâ için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve pek büyük bir ecir vardır.” Hucurât süresi: 3

Enes bin Malik radiyallahu anh buyururlar ki: Resûl-ü ekrem. Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin, Sabit'e (Şehit olarak ölmeye ve cennete girmeye razı değil misin?) buyurmalarından sonra, aradan uzun zaman geçti. Resûl-ü zişânın, âlem-i cemale intikal buyurmalarından sonra, Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk (R.A.) hilâfeti devrinde Halid bin Velid radıyallahu anh'ı, Müseyleme't-ül-Kez-zâb'ı tedip ve tenkil etmeğe memur buyurdular. Müslümanlar, kâfirlerle harp ederken, nedense eskiden olduğu gibi hamle edemiyorlar ve âdeta çekingen davranıyorlardı. Bu hali gören Sabit bin Kays, aynı safta vuruştukları arkadaşı Sabit bin Huzeyfe'ye:

— Biz, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz zamanında böyle savaşmazdık. Müslümanlara ne oldu ki, bu kâfirler önünde böyle yavaş alıyorlar, dedi.

Sabit bin Huzeyfe, kendisine cevap verdi:

— Gel, biz öne atılalım. Müslüman kardeşlerimizi teşvik ve teşci edecek şekilde dövüşelim.

Dedikleri gibi de yaptılar ve o savaşta Sabitlerin ikisi de şehitlik mertebesini ihraz buyurdular ve böylece Sabit bin Kays hakkındaki tebşirat-ı Muhammed’i gerçekleşmiş oldu.

Sabit bin Kays ın, savaşlarda giydiği bir zırhı vardı. Müslümanlardan birisi, şehidi defnederken o zırhı aldı. Ashab-ı kirâmdan birisi, o gece Sabit bin Kays'ı rüyasında gördü ve

Sabit ona:

— Müslümanlardan falanca zat, benim zırhımı aldı, Halid bin Velid'e söyle, zırhımı alsın ve emir-el-müminin Ebû-Bekir hazretlerine götürsün. Halife, o zırhı satsın, filân kişiye şu kadar borcum vardır, onu ödesin, kölemi de azad etsin, dedi.

Rüya gören zat, meseleyi kumandan Halid bin Velid'e arz etti. O da zırhı aldı ve halifeye takdim etti. Hz. Ebû-Bekir radiyallahu anh, şehidin bu vasiyetini câiz gördü ve aynen gereğini yerine getirdi.

Olayı bu şekilde hikâye eden Enes bin Malik radiyallahu anh.

— Bir kimsenin ölümünden sonra vasiyeti, o zamana kadar işitilmemişti. Bu hadise ile böyle bir vasiyetin de câiz olduğu anlaşıldı, buyurmaktadır.

Evet, konuya dönelim:

Resûl-ü zişânın huzurunda yüksek sesle konuşulmasını men'eden âyet-i kerimenin nüzulünden sonra, Efendimizin huzurunda kimse yüksek sesle konuşmaz ve sorulmayınca bir şey söylemezdi. Hatta, Ebû Bekir-es-Sıddıyk radiyallahu anh, huzur-u Resûlullahta konuşurken fısıltı gibi konuşacağına and içmişti.

Şu hâlde, meşâyih de Resûl-ü ekrem efendimizin nâipleri bulunduğuna göre, müritlere şeyh huzurunda yüksek sesle konuşmak, gülmek ve yüzüne dik dik bakmak câiz değildir.

Şeyh Ebû Mansur Magzi'ye sordular:

— Şeyh Ebû Osman ile ne kadar sohbet ettiniz?

Hazret-i Şeyh cevap verdi:

— Ben ona hizmet ettim, sohbet etmedim.

Zira, sohbet ihvan ile olur. Meşâyih ile sohbet olmaz. Şeyhlere, ancak hürmet ve hizmet edilir. Mürit, şeyhinin (Ha!) dediğine (Yok!) derse, o artık ebediyen olmaz.

Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:

"Ben sizi terk ettiğim zaman, siz de beni terk ediniz. Artık bana hiçbir şey sormayınız. Ben, size sorduğum veya söylediğim zaman, o sözü benden alınız ve kabul ediniz. Zira, sizden önce gelenler, çok çok sordukları ve peygamberleri hakkında ihtilâfları olduğu için helak oldular."

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh buyururlar ki:

Ebû-Hafız Nişâburî'nin makamında oturuyordum. Huzurunda, bir kişi vardı dilsiz gibi oturuyordu. Kim olduğunu sordum:

— Bu zat, Ebû Haf 'z rahmetullahi aleyh hazretlerine senelerce musahiplik etti. Şimdi de bize hizmet ediyor. Bu öyle bir zattır ki, Ebû Haf'z'e yüz bin dirhem gümüş verdi. Sonra, ödünç alacak yüz bin dirhem gümüş daha verdi. Ebû-Haf 'z ise, kendisine bir defa söz söylemesi için izin vermedi.

Mürit, şeyhinin sözünü öğüt yönünden dinlemelidir. Zira, şeyhlerin sözleri abes değildir. Buna, FEYZ-Î BÂTINI derler ki, taraf -ı İlâhiden gelir.

Nitekim, Şeyh Ebû-s-Su'ud rahmetullahi aleyh, Hak teâlânın kalbine ilka ettiği sözleri ashabına söylerken, buyururdu ki:

— Bu sözü söylerken, ben de sizler gibi bir dinleyici olurum.

Hazır bulunanlar dan bazıları, işin inceliğini anlamayarak sordular:

— Söz söyleyen, söylediğini bildiğine göre, nasıl olur da dinleyici gibi olur?

Hazret-i Şeyh cevap vermedi ve ayrıldılar. O gece, bu soruyu soran kimse, rüyasında bir köpek gördü. Köpek, kendisine:

— İnci avcısı bir denizci, denizin dibine dalar ve oradan içinde inciler bulunan sedefleri (istiridye) toplar ve torbasına doldurur ama o denizci, denizin çok karanlık olan o derinliğinde, torbasına doldurduğu inci tanelerini göremez. Oysa, torbasında yüzlerce inci vardır. Ne zaman ki, suyun yüzüne ve sahile çıkınca, torbasını boşaltır ve kendisi de arkadaşları da o inci tanelerini görürler, dedi.

Soru soran, dehşetle uyandı ve şeyhin sözünü, rumuzunu ve işaretini anladı ve ona mecburen hak verdi:

Mürit edebinin en güzeli ve en makbulü, şeyh huzurunda cansız gibi oturmaktır. Bir şey söylemek gerekirse, şeyhi ona söyler, kendiliğinden küstahlık ederek söylemek doğru değildir.

Sual — Birçok kimseleri görürüz ki, bir şeyhe iradet getirir ve mürit olur. Perhiz, riyazet ve mücahedeler çeker. Tâc ve hırka da giyer amma, yine münkir ve mahrum yerine döner, yabancı şekline girer ve yabancılardan olur. Bu ne hikmettir? Şeyhten midir, müritten midir?

Cevap — Mürittendir. Zira, mürit edebini bilmez, küstahlaşır. Şeyhlerin izzetini, hürmetini ve kudretini takdir edemez, şeyhin huzuru kendisine ağır gelmeye başlar, sonunda red olunur. Hak teâlâ, kıyamet gününde, bu gibi reddolunmuş müritlere soracaktır:

— Neden benimle mârifet hâsıl etmediniz. Oysa, ben sizleri marifet hâsıl etmeniz için dünya âlemine göndermiştim, buyuracaktır.

Red olunmuş müritler, kendilerini savunmak isteyecekler ve:

— Yâ Rab! Mârifet hâsıl edenler, dünyada biri mürşide yetiştiler. Bizi mürşide yetiştirmedin ki, bizler de mârifet hâsıl edelim, diyeceklerdir.

Hak teâlâ, o zaman buyuracaktır ki:

— Ben onlara mürşit verdim ve nefislerini ıslâh ettirdim. Sizlere de mürşit verdim amma, siz kendi nefsinizden geçip, o mürşide kendinizi teslim edemediniz. Onların kadrini, izzetini ve hürmetini bilemediniz. Edepsizlik ettiniz, küstahlıkta bulundunuz, nefislerinizi o mürşide islâh ettirmediniz. Onun için de huzuru izzetime kör olarak geldiniz. Zira, dünyada basiret gözü açılmayana, burada mârifet nuru hâsıl olmaz, onlar burada da kör olarak kalırlar:

“Kim bu dünyada kör olursa, o âhirette de kördür.” İsrâ sûresi: 72

Bu âyet-i kerimenin tefsirinde, yukarıda beyan olunan hususlar etrafı ile tafsil ve izah olunmuştur, işte, meşâyih eşiğine eriştikten sonra münkir olup dönmek budur.

Bazı şeyhlere sordular:

— Bu yolda, hangi şeyleri terk ve hangi şeyleri berk (sıkı, sağlam) ettiniz?

Şu cevabı verdiler:

— Her şeyi terk ettik, yalnız edebi berk (Sıkı, sağlam) tuttuk.

Şu hâlde, tâlibe meşâyih edebini bilmek, edepsizliğin mahrum kalmaya sebep olacağını bellemek, şeyhten korkmak, şeyhten utanmak ve şeyhin zahirinde ve bâtınında bir olmak gerektir. Bunlar da nasip alabilmeye sebep olurlar. Şeyhin zahirinde nasıl davranılıyorsa, bâtınında öyle olmak lâzımdır. Zira, onlar için dünya ve âhirette gizli hiçbir şey yoktur.

Ne var ki, onlar bilmez gibi görünürler. Bunun için, hak velilerine kerametlerini gizlemek farzdır. Nitekim, Nebilere de mucizelerini açıklamak farzdır. Erenlerin, kerametlerini açıklamalarına ise, hayız görme yani kadınların aybaşı hali gibi olma denir. Kadınlar, aybaşı halinde nasıl ibadet ve tâ’atten uzak kalırlarsa, veliler de kerametlerini herhangi bir hikmete binaen açıklamak zorunda kaldıkları haller dışında, kerametlerini açıklarlarsa Haktan uzaklaşmış ve keramete aldanmış olurlar. Kaldı ki, Hak velilerinden er olan keramet göstermez.

Onlar, ne işlerlerse Hak tarafından işlerler. Kendilerinin bu arada ihtiyarları yoktur.

Mürit ile şeyh arasındaki edepler den birisi de şeyhlerin ayıp gibi görünen hallerine bakmamaktır. Hatta, bu hareket müridin yanında bile olsa, görmemezlikten gelmek gerekir. Zira, müridi imtihan için olabilir. Mürit, şeyhinde göreceği ayıbı kendisine yormalı ve (Benim ayıplarım olmasaydı, şeyhimde böyle bir ayıp görmezdim.) deyip geçmelidir.

Bir diğer edep de şeyhin diğer dervişlerine kıdemlerine ve derecelerine göre hizmet ve hürmet etmektir. Hatta, kendisinden bir gün önce gelmiş olana dahi aynı izzet ve hürmeti göstermelidir.

Şeyhlerden birisi buyurmuştur ki:

— Bağdat şehri mezarlığında geziyordum. Mezar taşlarının üzerinde tarihlerini okurken, dikkatimi çekti. Kimi üç yaşında iken, kimi beş yaşında iken, kimisi de on yaşında iken ölmüşlerdi. Buna bir mâna veremedim ve kendi kendime bu sırrı çözemedim. Derken, bir Abdal peyda oldu ve bana:

— Neden şaştın? dedi. Yaş mıdır o yaş ki, yabanda ve nefs hevâsı içinde geçmiştir. Ömür müdür, o ömür ki bu âlemde nefs-i emmâre yollarında gezip yürümüştür, öyle geçmiş yaşlar ye ömürler, hayvan yaşı ve ömrü gibidir, biz onu yaştan ve ömürden saymayız. Biz, yaş ve ömür ona deriz ki, meşâyih huzurunda geçmiş olsun. Onun için, mezar taşlarını okuduğun kimselerden kimisinin üç veya beş kimisinin en çok on yıl yaşamış olduklarına bakma! Bu taşların üzerinde okuduğun yaşları, bir şeyh eşiğine gidip teslim olduktan ve tövbe ettikten sonra yaşadıkları ömürleri dir. Onların yaşları buna göre hesaplanmış ve taşlarına da bu yaşları yazılmıştır.

Demek ki, bu yola kim önce geldiyse, o daha çok hürmete lâyıktır. Yoksa:

— O cahildir, ben âlimim! veya:

— O gençtir, ben ihtiyarım! veya:

— O, asil değildir, ben ise asil soydanım! gibi düşünceler, boş ve manasız kuruntulardır. Bu yola, kim önce girmişse o uludur. Ona, hürmet ve hizmet etmek gerektir. Tarikin edebi budur.

Cahil ona derler ki, onda Tanrı derdi yoktur.

Âlim ona derler ki, onda Tanrı derdi çoktur.

Âlim midir ol, ilmine lâyık ameli yok;

Cahil midir ol, aşka satar iki cihanı.

Bu yolun bir edebi de şeyh ile söyleşilin sözleri kimseye söylememek hatta ana ve babaya dahi açıklamamak tır. Şeyhin sırlarını saklamaktır. Eğer, konuşulanlar ve sırlar açıklanacak olursa, o mürit şeyhe hain olur ve gönülden çıkar.

Mürit, daima kendi vazifesine ve hizmetine mukayyet olmalı ve başka bir şeye karışmamalıdır.

Bir diğer edep de şeyhe himmeti için yalvarmaktır, böyle bir teklifle himmet beklemek edepsizliktir. Şeyhi, bu konuda da kendi haline bırakmak lâzımdır. Ne zaman, Haktan işaret olursa şeyh müridinden himmetini esirgemez. Bunu kendisine söylemek ve teklif etmek câiz değildir.

Bundan başka, şeyhin huzurunda susmalı ve verilen vazifeler ne ise onları yapmalıdır.

  • HİKÂYE- İBRAHİM BİN ETHEM'İN KOVULUŞU VE KARARLILIĞI

İbrahim Edhem, sultanlığı bırakarak mürit olduğu zaman, kendisine bir balta ile bir ip verildiğini ve ormandan sırtı ile odun taşıması emredildiğini, yukarıda anlatmıştık. Hazret, yıllarca şeyhinin kapısında böyle hizmet etti. Bir gün, nasılsa şeyhinden habersiz bir derviş ile gizli bir yere çekildi ve sırtında odun taşımaktan açılan yaralara keten tohumu lapası koydurdu ve bu hali şeyhi duymaması için de o derviş arkadaşının ayaklarını öperek yalvardı. Şeyhi duyar da şikâyet ettiği zannına kapılır diye korkuyordu.

Aradan tam on yıl geçti. Dayanamayarak şeyhinin huzuruna gidip ayaklarına kapandı, yalvarıp yakararak:

— Sultanım! dedi. Bu fakire bir himmet nazarı eyle.

Şeyhi kendisine.

— Haydi işine git, biz sana himmet edecek zamanı biliriz. Bostancı, bostanını sulayacağı zamanı bilir. Zamanı gelince, sular. Zamanı gelince, çapalar ama sen buna dayanamıyorsan; iple baltayı bırak ve nereye istersen çık git, diye çıkıştı.

İbrahim Edhem, yaptığı edepsizliği anladı, mahcup oldu ve baltası ile ipini alarak, ormanın yolunu tuttu.

Şeyhi, o çıkar çıkmaz mahremi ve müezzini olan bir başka dervişi çağırdı:

— İbrahim Ethem'in peşi sıra git, demirli ayakkabınla arkadan kendisine vur. Eğer, dönüp yüzüne bakarsa, yüzüne tükür. Bakmazsa, bir daha vur. Üç kere vurduğun halde dönüp bakmazsa, dön gel ve bana haber getir, emrini ve talimatını verdi.

Müezzin, İbrahim Edhem'in peşinden seğirtti. Pabucunun ucuyla kendisine vurdu. Baldırları çıplak olduğu halde, hiç aldırış etmedi ve yoluna devam etti. Bir daha vurdu, yine bakmadı. Bir üçüncü defa daha vurunca, baldırından kan fışkırdı ve müezzinin yüzüne kadar bulaştı. İbrahim Edhem, dönüp geri bakınca da yüzüne tükürdü. İbrahim Edhem:

— Ey kardeş! dedi. Senin istediğini, biz Belh şehrinde bıraktık geldik.

Müezzin, derhal geri döndü ve olup bitenleri aynen şeyhine anlattı. Şeyh:

— Ya öyle mi söyledi? dedi. Demek, hâlâ Belh şehrini ve sultanlık zevkini unutamamış. Anlaşılıyor ki, daha benliğini kıramamış. Hemen git, balta ile ipi kendisinden al, varsın yine Belh şehrine gitsin. Burası yalancıların yeri değildir.

İbrahim Edhem, balta ile ipi şeyhin emri üzerine müezzine teslim etti ve ağlaya ağlaya Belh şehrinin yolunu tuttu.

Belh'e varır varmaz, evvelce sultanlığı zamanında kendisinin yaptırdığı bir imarete misafir oldu. Akşam olunca, imarete bakan memurlar orada misafir bulunanları başka yere gönderdiler. İbrahim Edhem, hiç aldırış etmedi. Kendisine sordular:

— Derviş! Sen niye diğer misafirlerle gitmedin?

— Beni burada bırakın, ne olur başkalarının arasına karıştırmayın. Şuracıkta tek başıma yatayım, dediyse de dinlemediler. Yaka paça sürükleyerek dışarı attılar. Ayaklarından sürüklerlerken, yedi yerde başcağızı merdiven taşlarına vurdu, oluk gibi kan boşandı. Öyle olduğu halde, kimliğini gizledi ve bunlara sabretti. Oysa, bir kere:

— Durun, ne yapıyorsunuz. Ben sizin sultanınız İbrahim Ethem’im, demiş olsaydı, bütün köleler ve hizmetkârlar; dövmek, kovmak, sürüklemek ve incitmek şöyle dursun, elini ayağını öper, eskisi gibi kendisine kul köle olurlardı ama o bu eza ve cefaya katlandı ve kim olduğunu onlara bildirmedi ve bizzat kendisinin yaptırdığı imaretten hakaretle, başı ve gözü yarılarak sokaklara atılmayı kabul etti.

Ey aziz kardeş:

Onlar, hor olmak için aziz olmadılar. Viran olmak için, mâmur da olmadılar. Böyle, meşakkatlere katlandılar, yine de yollarından dönmediler.

Her ne ise, hikâyemize devam edelim:

İbrahim Edhem, sabaha kadar sürüklenip bırakıldığı yerde yarı baygın yattı. Sabah olunca, çeşmeye giderek başındaki kanı yıkadı ve durmadan şeyhinin bulunduğu şehre doğru yola çıktı.

Aradan birkaç gün geçti. Şeyhine, onun geri gelmekte bulunduğu malûm oldu. Dervişlerini çağırarak, şu talimatı verdi:

— Kıyafetlerinizi değiştirin. Dörder kişilik kafileler halinde, şehrin bütün giriş yerlerini kesin. Ellerinizde kalınca birer değnek bulunsun, o yalancı İbrahim Edhem hangi kapıdan şehre girmek isterse, bırakmayın. O sizlere: (Ben, şeyhime gidiyorum.) diyecektir. Siz de ona: (Biz de ona gidenleri bırakmıyoruz. Dön geriye, işin mi yok? Dünyada şeyhten çok ne var? Böyle şeyhe, buzağı bile gönderilmez. Gidersen, adam akıllı bir şeyhle git ki, seni yoluna götürsün-.) dersiniz. Eğer, bu ihtarınıza rağmen dönmezse, onu biraz döversiniz. Şehrin hangi giriş yerine gelirse, böyle muamele edersiniz, şehre yaklaştırmaz, döver, söversiniz. Amma; dövüldüğüne, sövüldüğüne hatta öldürüldüğüne aldırış etmez şehre girmekte ısrar ederse, bırakınız gelsin.

Dervişler, kıyafetlerini değiştirdiler ve dörder dörder şehrin giriş yerlerini keserek beklemeye başladılar.

Ey talibim diyen kişi.

Şu imtihanları ve şu sınamaları göz önüne getirebiliyor musun? Dervişlik yolu, lâf-ü güzâf değildir. Lâyık olmak gerektir ki, şeyhlerden himmet ve nasip alınabilsin. Senin de aklın varsa, kendini anla ki, onlar nasıl birer tâlip idiler, sen nasıl bir talipsin!..

Neyse, sözü uzatmayalım: Dervişler, şehrin kapısında beklemeye başladılar. Bir gün, İbrahim Edhem'in karşıdan gelmekte olduğunu gördüler ve aldıkları vazifeyi yerine getirebilmek için hazırlandılar. Yanlarına gelince sordular:

— Derviş, nereden gelip nereye gidiyorsun?

İbrahim Edhem, boynunu bükerek cevap verdi:

— Şeyhimin küstah, kovulmuş ve merdut bir köpeğiyim. Yine onun kapısına yaltaklanmaya gidiyorum.

' — Ey miskin, fakire hiçbir yerde itibar yoktur. Hele seni kovan birisinden- ne hayır umarsın, var git işine.

— Ben şeyhimi görmeden bir yere gitmem.

— Yahu, şeyh şeyh deyip tutturmuşsun. Bu âlemde öyle şeyhler vardır ki, talipleri birkaç günde maksutlarına ulaştırırlar. Dön, böyle bir şeyhe git. Buna gidersen, nasıl olsa bir gün seni yine kovar.

Ne dediler ne ettilerse İbrahim Edhem'i döndüremediler, (Şeyhim.) diyordu da başka bir şey demiyordu. Bekleyenler, onu bir güzel dövdüler. Şehrin diğer kapılarına gitti, oralarda da aynı muamele ile karşılaştı. Hasılı, nereye gittiyse dayak yedi ve fakat fikrinden caymadı, şeyhini görmek arzusundan vaz geçmedi. Nihayet, bir giriş yerinde yalvardı.

— Ey aziz kişiler, dedi. Allah hakkı için bırakın beni şehre gireyim. Beni döve döve öldüreceksiniz, öldüğüme yanmam, siz beni öldürdüğünüz için günahkâr olacaksınız, ben ise şeyhimden mahrum kalacağım. Allah için bırakın beni şeyhime gideyim. Bunca dövmeleriniz ve sövmeleriniz için de sizlere hakkımı helâl ediyorum. Yeter ki, bırakınız beni şeyhimin huzuruna varayım.

Bir yandan ağlıyor ve bir yandan da yalvarıp yakararak, ayaklarına kapanarak kendisinin şehre girmesine engel olmamalarını niyaz ediyordu.

Dervişler, işi daha fazla uzatmadılar ve onu serbest bıraktılar. Kendileri de acele şeyhlerine giderek olanı biteni anlattılar.

Derken, İbrahim Edhem de şeyhinin huzuruna vardı, ellerine ve ayaklarına kapanarak özür diledi. Şeyhi de ona iltifat ve himmet eyledi, maksuduna eriştirdi.

Gör şimdi, gerçek tâlibe kimse engel olabilir mi, onu yoldan döndürebilir mi? İbrahim Edhem, bir kere boş bulunup (Bana himmet et!) dediği için bunca meşakkatlere ve imtihanlara katlandı. Sen ise, daha dün geldin, bugün şeyhinden himmet istiyorsun, iradet ehli olmak nerede kaldı, daha iradet nedir, iradet-i tarik nedir bilmiyorsun. Bu yolda, can ve baş verirler de nasip alamazlar. Sen ise, bu yolu vakit geçirmek için eğlence sanıyorsun!..

Sad hezâran kârüban bu yolda can verdi henüz,

Birisi menzile ermez, bu yolu sanman güzâf.

Evet; sen bu yola girdiğini iddia ediyorsun amma, daha bu yolda nefsinin bir muradından bile geçemedin. Nasıl olur da nefsini ve canını bu yolda feda edebilirsin? Nasıl olur da bunca meşakkatlere ve imtihanlara katlanabilirsin? Gerçek bahadır, bu yolda can verenlerdir. Meşâyih, müritlerini bazen kahır yolu ile de imtihan ederler. Bu sınamadan yüz aklığı ile çıkarsan, himmetleri hazır olur. Bazen de lütuf yolu ile imtihan ederler ama yine himmet ederler. Dünya ve âhiret yönünden himmet edecekleri zaman, ya azarlar veya iltifat ederler. Onların azarlamaları da iltifatları da himmet ve berekettir. Zira, her yaptıkları Hak teâlânın işareti ile olur.

Gerçi, kuluna muradını veren Hazret-i Allah tır ama meşâyih arada vasıta olur.

  • HİKÂYE- ABDÜLKADİR GEYLÂNİ VE MUHABBET KUŞUNUN GAGASINDAKİ İP

Mısır'da dul bir kadıncağızın bir kızı ve altı öksüz torunu vardı. Bu zavallı kadıncağız, evinde iplik eğirir ve her hafta sonu 600 dirhem ipliği pazara götürüp satarak, bir kısmıyla bir dahaki hafta için keten satın alır ve kalanı ile de kendileri ve torunları geçinirlerdi. Gayet sâliha bir kadın olan bu fakir, her gece Allaha niyaz eder:

— Yâ Rab! Şu öksüzlere merhamet buyur, onlara hayırlı bir rızık ihsan eyle de beni şu iplik bükmek meşakkatin den kurtar, artık ihtiyarladım, elim tutmaz ve gözüm görmez oldu. Beni bu azaptan kurtar, diye dua ederdi.

Günlerden bir gün, bu kadıncağız yine pazara iplik satmaya gidiyordu. Yolda, bizim bereketimiz Sultan Şeyh Abdülkadir-i Geylânî kaddesallahu sırrahu hazretlerinin evi önünden geçerken, sabah namazından çıkmış ve müritleriyle birlikte evine dönmekte bulunan Hazret-i Şeyh e rastladı. Şeyh kendisine iltifat buyurdu ve sordu:

— Bacım, nereden gelip nereye gidersin?

— Sultanım, pazara iplik satmaya gidiyorum.

— Ver bakayım ipliklerine.

Kadın, elindeki 600 dirhem ipliği Hazret-i şeyh e sundu.

O sultan:

— Hatun, bizden de bükülmüş iplik istiyorlar. Bırak da bu hafta ipliklerini ben satayım, buyurdu ve kadının:

— Kerem edersiniz, demesi üzerine gülümseyerek kadının elinden aldığı ipliği, mescidin damına attı ve atması ile birlikte nereden geldiği anlaşılamayan bir kuş yetişti ve iplikleri kaptığı gibi havaya doğru süzüldü, gitti. Kadıncağız ve dervişler arkasından bakakaldılar:

— Bu nasıl lâtife ola! diye içlerinden geçirdiler. Kadıncağız, hayret içinde bakarken, dervişler ona susmasını işaret ettiler. Zira, şeyhlerinin her hareketinde bir hikmet olduğunu biliyorlardı. Nitekim, Hazret-i Şeyh kadına şöyle buyurdu:

— Sakın üzülme bacım, ipliğini satılmağa gönderdim.

Satılsın, parası gelsin, benden gel al.

Kadın, sessizce evine döndü ve ertesi gün tekrar şeyhin huzuruna giderek:

— Sultanım, iplik satıldı mı? diye sordu.

Hazret-i Şeyh kendisine:

— Satıldı amma, parası henüz gelmedi. Hele birkaç gün sabret! buyurdu.

Böylece aradan bir hafta kadar geçti ve bu müddet zarfında fakir kadın birkaç defa şeyhin huzuruna gitti geldi. Sonuncusunda, sitem etmeye başladı:

— Bu nasıl lâtife? İpliğimi dama attı, kuş gelip onu aldı ve yuvasına götürdü. Bir daha o iplikler ele geçer mi?

Kadın söylenip dururken, dervişler kendisine:

— Hatun, kızma ve sertleşme! Birkaç gün daha sabret, elbette bunda da bir hikmet vardır, dediler.

Kadın, henüz ayrılmıştı ki bazı tüccarlar şeyhin huzuruna geldiler. Elini ve ayağını öptükten sonra, önüne bin altın çıkarıp bıraktılar.

Dervişlerden birisi, bu tüccarlardan birisine sordu:

— Şeyhimize getirdiğiniz bu altınlar ne parasıdır?

O tüccar durumu anlattı:

— Bizler, bir gemi ile Mısır'a geliyorduk. Denizin orta yerinde şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Rüzgâr, yelkenimizi parça parça etti, yırttı. Bir çare ararken kaptan: (Elimizde beş altı yüz dirhem iplik bulunsaydı yelkeni onarır, yolumuza devam ederdik.) dedi. Bizler de çığırarak: (Ey sultan Abdülkadir! Bize beş altı yüz dirhem iplik gönder. Malımızdan sana bin altın nezrim iz olsun.) diye yalvardık. O ânda, bir kuş geminin üstünde belirdi ve gagasında tuttuğu iplikleri geminin güvertesi üzerine bıraktı, süzüldü geçti ve gitti. Tarttık, tam 600 dirhem iplikti. Bu iplikle yırtılan yelkeni diktik ve onardık ve bu sayede sağ ve salim buraya vardık. Adağımız olan bin altını aramızda toplayarak Hazret-i şeyh e takdim ettik, dediler.

Tüccarlar gider gitmez, iplik sahibi kadın tekrar geldi ve Hazret-i şeyh, tüccarların getirdiği bin altını çıkarıp kendisine verdi. Bu suretle kadının duaları kabul buyurulmuş ve fakirlikten kurtulmuş oldu, şeyhe dualar ve senâlar ederek ölünceye kadar refah içinde yaşadılar.

Ey kardeş:

Meşâyihin, türlü türlü oyunları vardır. Kimisi kahır suretinde görünür, kimisi lütuf suretinde görünür. Onun için, mürit olan ve şeyhlere hizmet eden tâlib-i hak kimselere, tıpkı bir ölü gibi mürşitlerine teslim olmaları ve şeyhleri ne yaparsa gereğinin böyle olması icap ettiğini bilmeleri lâzımdır.

Müritlere düşen; kendisine buyurulan hizmeti görmek, şeyhin her emrine itaat etmek, diğer dervişlerle iyi geçinmek, alçak gönüllülükle ve en güzel ahlâkla ahlâklanmaktır. Zira, iyi ahlâk sahibi ve alçak gönüllü olanları Hak teâlâ sever, Bunun içindir ki, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Kıyamet günü, her şeyden önce mizana iyi ahlâk konulacaktır. Bütün amellerden, iyi ahlâk ağır gelecektir. Güzel amelleri ve iyi ahlâkı olanlar da mutlaka cennete gireceklerdir.”

İyi ahlâk sahibi bir kimseyi, kabrine götürdükleri zaman, daha münker-Nekir gelmeden doğrulur ve görür ki, karşısında güzel yüzlü birtakım mahlûklar, kendisine gülümsemekte dir. Bunlardan, o kadar güzel kokular yayılır ki, kabrin içi misk gibi koku dolar. O zat sorar.

— Sizler kimlersiniz? Nasıl oldu da benden önce geldiniz ve kabrime girdiniz?

Onlar da kendisine cevap verirler:

— Bizler, senin güzel ahlâklarınız. Dünyada iken, sen bizimle ahlâklanmış ve kendine mal etmiştin. Bizler de kabrinde sana yoldaş olmaya geldik. Seni, burada yalnız bırakmayacak, kıyamete kadar yanından hiç ayrılmayacağız. Kıyamet günü de seninle birlikte cennete gideceğiz, derler.

Güzel ahlâk ve alçak gönüllülük demek, rastladığı herkese yaltaklanıp önüne gelenin eteğini öpmek değildir. Böylesi, belki münafıklık olur. Yüze gülücülük ve mürâilik olur. Ben sana güzel ahlâkı ve alçak gönüllülüğü de tarif edeyim de sen de işini ona göre tut ve bu fakiri de duadan unutma Kİ Bu fakire Fatihalar gönder.

  • Güzel ahlâkın birincisi; dünyada hiçbir yaratılmışın incindiğini istememek ve kendisi de hiçbir yaratılmışı incitmemektir.

Bir gün, Sultan Bayezid-i Bestami rahmetullahi aleyh hazretlerine sordular:

— Hak teâlâ katında en sevgili ve en gerçek mü'min kimdir?

Hazret-i Şeyh buyurdu ki:

— Hak teâlâ hazretleri katında en sevgili ve gerçek mümin, hiç kimsenin incinmesini istemeyen ve hiç kimseyi incitmeyendir, mazlum olandır. Bilmez misiniz ki, mazlumların duaları dahi, Allâhu teâlâ indinde makbul ve müstecap olur.

Demek oluyor ki, güzel ahlâkın birincisi mazlumluk tur.

  • İkincisi de kimsenin sırrına bakmamak, bakıp görse bile kimsenin sırrını açıklamamaktır. Yani, gördüğü ayıpları setr etmektir.
  • Güzel ahlâkın birisi de hayadır. Haktan ve halktan utanmaktır. Saçma sapan, boş manasız ve faydasız sözler söylememektir. Hatta, böyle sözleri dinlememektir.
  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de vaatlerinde sadık ve doğru olmaktır. Doğru söylemektir, doğru olmaktır. Sözlerini yanlış anlaşılabilecek, başka manalara çekilecek ve kuşku uyandıracak şekilde söylememektir. Şer'e uymayan sözler söylememek ve söylenirse bile ondan derhal rücû etmektir.
  • Güzel ahlâkın bir diğer belirtisi de söz söylediği zaman yumuşak ve tatlı sözler söylemektir. Sert, kaba ve karşısındakini incitecek sözler söylememektir. Her sözü, Allâhu teâlânın rızası için söylemek, Allah için dostluk etmek ve nefs muradı için söz söylememek ve dostluk etmemektir. Allahu teâlâ için olan dostlukları, kıyamete kadar muhafaza etmektir. Hak celle ve âlâ hazretlerine o dostlukla varmaktır.
  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de yemesini, içmesini, giyinmesini ve her işini haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır. Irz ve iffetini muhafaza etmektir. Kendi ırz ve iffetini koruyup kolladığı gibi, başkalarının da ırz ve iffetlerini koruyup kollamaktır. O kadar ki, bütün malını ve mülkünü elinden alsalar bile ne kendi ırz ve iffetinden ne de başkalarının ırz ve iffetlerinden fedakârlık etmemektir. Hiç kimse ile hiçbir suretle çekişmemektir. Şahsına ve menfaatlerine karşı çıkanları bile güzel sözlerle ve iyilikle def etmektir. Eğer, buna rağmen defedemezse, o kimseyi Allahu teâlâya ısmarlamak ve hiç kimseye düşmanlık beslememektir.
  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de dünyadan ötürü dini satmamaktır, yalan yere hatta gerçek bile olsa, and içmemektir. Yani: (Dinim hakkı için) veya: (imanım hakkı için) yahut: (Kur'anım hakkı için) dememektir. Kendinden büyüklere hürmet ve izzet ve küçüklere şefkat ve muhabbet etmektir. Akranı olan kişilerle, iyi geçinmek ve iyi şeyler konuşmaktır. Para karşılığı Kuran okuyarak (Sevabı senin olsun) dememektir. Zira, para ve dünya için Kur'an okumak ve Kur'anı dünyaya vesile edinmek, nefs-i emmârenin çirkin ve kötü sıfatlarındandır.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh hazretlerine sordular:

— Dünya için Kur'an okumaya ne buyurursunuz?

Hazret-i Şeyh buyurdular ki:

— Bir kimsenin, dünya ve para için Kur'an okumasından ise, eline herhangi bir çalgı alarak para toplaması daha iyidir.

Bir kimse, bir eve girse, karnı da gayet aç olsa, evin raflarından birisin de bir parça ekmek görse, fakat raf gayet yüksek olduğundan eli erişip alamasa; orada ayağı altına alacak ve ekmeğe yetişecek bir şey bulunmasa da, yalnız bir Kur'an-ı kerim ile bir çalgı bulunsa, o kimse ayağının altına Kur'anı mı koysun, yoksa çalgıyı mı?

Sual soran cevap verdi

— Elbette çalgıyı ayağının altına koyması daha evlâdır.

— Şu hâlde, para için Kur 'an okumaktansa, çalgı çalmak daha iyidir, buyurdu ve şu âyet-i celileyi okudu:

“Ve ayetlerimi az bir pahaya satmayın, ancak benden sakının” buyurur.”

Bunun mânası da şudur:

(Din satıcılığını sermaye edinen, açıkça ziyandadır. Faydalısı odur ki, kişi dünyayı verir ve dini satın alır.)

Kur'an-ı kerimi, dünyaya vesile edinmek de dinini dünyaya satmaktır. Bundan son derece sakınmak, güzel ahlâk icaplarındandır.

  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de kimsenin sürçtüğünü istememek, muhtaçlara yardım etmek, yetimlerin başlarını sıvamak ve karınlarını doyurmaktır. Kadınlara iyi niyetle selâm vermek ve hatırlarını sormaktır. Aç olanları doyurmaktır. Sofrasını kimseden kıskanmamaktır. Allahu teâlâya tevekkül etmek ve (Ben aç kalayım, tek bir başkası aç kalmasın.) demektir. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gücü yettiği kadar karşılamaktır.

Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki.

“Bir din kardeşinin, bir ihtiyacını giderenin; Allâhu teâlâ kıyamet gününde yetmiş ihtiyacını giderir.”

  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de komşuları ile iyi geçinmektir. Her birisine her karşılaştığı zaman hal ve hatırını sormak, fırsat düştükçe hizmetlerinde bulunmak, yardım etmek, kokan ve iştah çeken yemeklerinden komşularına da tattırmaktır. Eğer, tattırmazsa zâlimlerden olur.
  • Güzel ahlâkın bir belirtisi de evinde yalnız yemek yememek ve sofrasında mutlaka bir misafir bulundurmaktır.
  • Güzel ahlâkın belirtilerinden birisi de çağrılan yere muhakkak gitmektir. Ancak, şeriate muhalif bir yer olursa gitmemek gerekir. Misafir gittiği evde baş köşeyi gözetmemektir. Dervişlere düşen bir vazife de sevmediği bir yemek bile önüne konulsa, bunu belli etmemek, önüne gelen lokmayı yemektir, özellikle: (Davet ettiler de bana hürmet etmediler.) demekten sakınmaktır. Helâl olan lokmada böyle şeyler aranmaz. Yağlı veya yavan ne bulunursa yenilir. (Beni çağırdılar da baş köşeye oturtmadılar, lâyıkı veçhile ağırlamadılar, sevmediğim yemekleri önüme koydular,) demek büyük hatadır. Daima alçak gönüllü ve meskenet üzere bulunmak lâzımdır. Zira, Fahr-i kâinat aleyhi ekmel-üt-tahiyyât efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:

“Allahım! Beni miskin olarak yaşat, miskin olarak öldür ve miskinler zümresiyle haşret.”

Ey kardeş:

Mizana her şeyden önce konacağını söylediğim güzel ahlâklar bunlardır ve bunlara benzer iyi ahlâklardır. Bunların bazılarını da kitabın başlangıcında söylemiştik. Şu hâlde, Hakka tâlip olan sadık âşıklara ve Hakkın rızasını isteyenlere, bu ahlâklar ile ahlâklanmak elbette gerektir. Bu âlemde hayvan gibi gezip yürümek, insana lâyık değildir. Zira, insan olmak yalnız surette insan görünmek değildir. İnsan olmaktan murat, iyi ve güzel ahlâk ve edep sahibi olmaktır ve kemal-i mârifettir.

Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bür hanında şöyle buyurur:

“Ey iymân edenler! Allahu teâlânın emirlerine uymakta ve nehiylerinden kaçınmakta kendinizi nasihat ve te'dip ederek (edeplendirerek) ailenizi, o ateşten koruyun.” Tahrim sûresi: 6

Bu âyet-i kerimenin tefsirinde bazı âlimler:

Nefsinizi ve ailenizi edeplendiriniz. Demektir, buyurmuşlardır. Demek ki, mü'min olanlara edep gerektir, özellikle meşâyih huzurunda edep gerektir. Meşâyih edebi ile edeplenmedikçe, meşâyihten nasip alınmaz. İsterse yüzyıl meşâyih eşiğinde beklense, edep olmayınca nasip olmaz.

Bilmiş ol ki, meşâyih huzurunda riayet edilmesi gereken edepler de şunlardır:

Şeyh ile mürit, bir sofrada yemek yememelidir. Şeyhin huzurunda lüzumundan fazla oturmamalıdır. Şeyhin oturduğu yerde de oturulmamalıdır. Şeyh ile aynı bardaktan su içmemelidir. Şeyhi ölür veya karısını boşarsa, o kadını nikâhlamamalıdır. Adap-ı tarik böyledir. Şeyhin hırkasını, ruhsatsız giymemelidir. Şeyhi abdestsiz ziyaret etmemelidir. Zira, birkaç şeye abdestsiz dokunulamaz, edepsizlik olur:

1) Mushaf okunurken,

2) Peygamberlerin kabirleri ziyaret olunurken,

3) Hak velileri ziyaret edilirken (yani, abdestsiz ziyaretlerine gitmek ellerini ve ayaklarını öpmek olmaz.)

Hak velilerinin gönülleri de birer Kâbe’dir. Mekke-i mükerreme’ de bulunan zahir Kâbe’ye KÂBE-Î-HALÎLÎ derler.

Gönül Kâbesi'ne de KÂBEM-CEULÎ derler. Zahir kâbesini, İbrahim peygamber aleyhisselâm, taşla ve toprakla bina eylemiştir. Gönül kâbesini ise, Celil ve Cebbar olan Allahu azimüş-şân halk buyurmuştur. Zahir kâbesini ziyaret edenin vücudu ateşten halâs olur. Velilerin gönülleri olan bâtın kâbesini ziyaret edenlerin ise hem canları hem vücutları ateşten halâs olur. Kaldı ki, dost visali de bu Kâbe’dedir. Nitekim, Mevlânâ Celâlüddin-i Rumî buyurur:

“Siz ey Hacca giden kavim! Neredesiniz, nerede? Mâşukunuz buradadır; Geliniz hep geliniz.”

Şeyh Safi kuddise sırruh, bu beyte mâna verirken buyurur ki:

Beytullah, yani Kâbe yeryüzünde ikidir. Birisi, Mekke-i mükerremedeki Beytullahtır ki, halk onu farz oldukça ziyaret ve tavaf eder. Birisi de gönül kâbesidir ki, yukarıdaki beyitte geçen hitap o kâbenin tâliplerinedir. Yani, demek olur ki: (Gerçi, İslâm’ın erkânının edası o kâbe ile hâsıl olur. Amma, mârifetullah gönül kâbesinde hâsıl olur. Binaenaleyh, beytin mânası ey mârifetullah talep edenler ve hakkı isteyenler! Gönül kâbesine gelin ve onu bu kâbeden talep edin, demek olur.)

Zira, Hakkı talep etmek uzun mesafeler aşmakla olmaz. Hak teâlâ, Kur'an-ı aziminde buyurur:

“Yâ Muhammed! Kullarım beni sana sordukları zaman de ki, ben onlara yakınım.” Bakara sûresi: 186

“Biz, insana şah damarından daha yakınız.” Kaf sûresi: 16

Mertler, oturdukları yerde ve hiç sefer etmeksizin de Hak talebinde bulunurlar. Namertler ise, gezerler ve ararlar amma bulamazlar.

Mâ'şuk duvardan duvara gölge gibi akseder, sen yabanda sersem sersem mâ'şuk arar durursun. Çünkü, Hak teâlâ kuluna kendinden yakındır. Yabanda şaşkın ve başı dönmüş dolaşmakla visal hâsıl olmaz. Senin hicabın yine sensin. Kendi hicabını ortadan kaldır ki, visale erişesin.

Şeyh Fahreddin-i Irak’i rahmetullahi aleyh, buyurur ki:

Varlığımın değildir yatan olan her mevcut,

Can ve cânan, gönül ve din, her ne varsa hep odur.

Demek oluyor ki, Hak velilerini abdestsiz ziyaret etmek olmaz. Şeyh ile yola gidildiği zaman, şeyhin yanı sıra yürümek de edep değildir. Şeyhin arkasından yavaş yavaş gitmek daha iyi olur. Şeyh, önden yürümesini emir buyurursa, o zaman öne geçilebilir, ki bunda da bazı hikmetler vardır. Bunu ancak ehline söylerler.

Müritliğin bir edebi de şeyhin kendisine olduğu gibi oğluna, kızına, kölesine, cariyesine, hatta atına, kuşuna ve diğer hayvanlarına da hürmet etmek gerektir. Hürmetsizlik hem edepsizliktir hem de mahrum olmaya sebeptir. Zira, Hak teâlâ azametiyle sâlih kullarına hürmet eder. Onlara hürmet ettiğinden, onların hayvanlarına da hürmet eder. Ashab-ı Kehfin köpeğini, Salih peygamber aleyhisselâmın devesini, İbrahim peygamber aleyhisselâmın buzağısını, İsmail peygamber aleyhisselâmın koçunu, Musa peygamber aleyhisselâmın öküzünü, Yunus peygamber aleyhisselâmın balığını, Süleyman peygamber aleyhisselâmın karıncasını, Belkıs'ın hüdhüdünü (Çavuş kuşu) ve Hazreti Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin devesini hiç duymadın mı?

Mukatil rivâyetinde belirtilmiştir ki, bu hayvanlar bu salihlere hizmet ederek yoldaş oldukları için; Hak teâlâ bunları cennetine koyacak diye! Diğer hayvanlar da bunlara özenirler.

Sen ki, insan olacaksın elbette sâlihlerin hürmetini bilmelisin ve onların tevâbiine de izzet etmelisin, özellikle, müritlik dâvasında bulunanlar, buna son derece dikkat ve riayet etmelidirler. Ey utanmaz! Hiç gayretin yok mudur? Hiç himmetin yok mudur? Köpek, köpek iken sâlihlere hizmet ettiğinden ötürü cennete girsin de sen cehenneme giresin!.. Sâlihleri sevmediğin ve onlara hürmet, izzet ve itikat etmediğin için, bu âkibete uğrayacağından hiç korkmuyor musun? Amma, ne var ki, senin sâlihleri sevmemenin sebebi, nefs-i emmârenin kâfir sıfatı olmasındandır. Onun için, nefs-i emmâre sahipleri sâlihleri sevmezler. Sen de nefs-i emmâreye tâbi olur ve onun rızasını gözetirsen ne sâlih olabilirsin ne de sâlihlere yoldaş olabilirsin. Eğer, onlara hizmet etseydin, gönüllerine girseydin, senin gönlünde de bir yumuşama hâsıl olurdu. Şu hâlde, gerçek müritler ve şeyhten nasip isteyen ve himmet bekleyenler, mürşitlerine ve onların tevâbilerine ve hatta hayvanlarına hürmet etmelidirler.

Tarikin bir edebi daha vardır ki, müritlerin şeyhlerinden hürmet ummamaları dır. Şeyhler de müritlere hürmet etmemelidirler. Fakat, sırası gelince hatırını sormak ve teselli etmek doğru olur.

Meşâyih eşiğinde bulunanlar, şeyh yemeğinden başka yemek yememelidirler, ihtiyaç olmadan pazara gitmek ve aşçı dükkânlarında yemek yemek, ölüler için pişirilen yemeklerden yemek, vakıf ekmeği yemek, kadıların ekmeğini yemek, beylerin ve paşaların ekmeklerini yemek de dervişler için büyük edepsizliktir. Bu gibi şeyler, gönlü karartır. Böyle yapanlar, harmanlarına kendi elleriyle ateş vermiş gibi olurlar.

Müritlerin bir edebi de işledikleri her işi, şeyhlerine danışarak işlemeleridir. Sefere gitmek, bir şey satmak veya almak oğul veya kızını evlendirmek vesaire gibi şahsi hayatına ait her şeyi şeyhine danışmadan yapmamalıdırlar. Müritlerin, şeyhlerine danışmadan bir iş yapmaları, büyük küstahlıktır, edepsizliktir. Böylelerinin işleri de rast gitmez. Üstelik tarikate de muhaliftir. Hatta, eskiden müritler: (Bu gece evimize gidelim mi? Kadınlarımıza yakın olalım mı?) diye sorarlardı. Tarikatte her işi mürşide danışmak gerekir. Danışmakla da kalmayıp, her sözlerini tutmak da gerektir. Herhangi bir işte şaşırıp kaldığı zaman, gitmeli ve şeyhinden sormalıdır. Şeyh, nasıl buyurursa öyle yapmalıdır.

  • HİKÂYE- HARAMİLERE KARIŞAN DERVİŞ

Şeyh Zünnûn-i Mısri'nin (Rahmetullahi aleyh) gayet fakir bir müridi vardı. Çoluk çocuğu da fazla idi. Ne yapacağını şaşırdı. Hiçbir karara varamadı ve şeyhine giderek halini arz etti:

— Sultanım dedi. Benim halim ne olacak? Çoluk çocuğum açlıktan bunaldılar. Üstte yok, başta yok, ne yapacağımı şaşırdım. İşim gücüm de yok ki, beş on para kazanayım da çocuklarıma bakayım. Acaba ne irade buyurursunuz?

Hazret-i şeyh, bu müridine şöyle buyurdu:

— Bir ok ile yay al, git bir yol kenarında bekle, eşkıyalık yap.

Fakir mürit, şeyhinin bu emri üzerine evine gitti. Eline geçen birkaç parça eski eşyayı sattı, bir ok ile yay satın aldı ve bir dağ başına giderek bir geçit yerini tutup beklemeye başladı.

Ansızın bir bölük eşkıya taifesi daha geldiler ve dervişe burada ne aradığını sordular. Derviş, olup bitenleri hiç saklamadan bunlara anlattı. Haramiler de ona:

— Sen şu yana dur, biz de geçitin karşı yakasını tutalım, kısmetimize ne çıkarsa hem sana olsun hem bize, dediler.

Hepsi birer kenara çekilerek, pusuya girdiler. Bir müddet sonra bir tüccar kafilesi uzaktan göründü ve tam geçitte yaklaşınca, her taraftan ok yağdırarak etraflarını kuşattılar. Tüccarları yakalayıp ellerini bağladılar, hayvanların sırtındaki mallarını ve eşyalarını indirdiler. Her harami bunlardan birisini alıp üzerini aradıktan ve ne var ne yoksa aldıktan sonra öldürmek üzere birer yana götürdüler. Haramilerin reisi olan şaki ile derviş de bu tüccarlardan birisini aldılar. Eşkıya reisi:

— Ey derviş, dedi. Şunu da sen gözümün önünde öldür, göreyim.

Zavallının ellerini bağlayarak, derviş'in önünde diz çöktürdü, eline de bir kılıç verdi:

— Haydi kes şunun kafasını, dedi. Kendisi de o tüccara ait bir heybeyi alarak kenara çekildi ve heybenin içindeki para ve eşyayı çıkarmaya koyuldu, ömründe hiç adam öldürmemiş ve kimseye zulmetmemiş bulunan dervişin, eli ayağı titriyor ve bir türlü önünde diz çöktürülmüş tüccarın başını kesmeye kıyamıyordu. Çaresizlik içinde birden şeyhine teveccüh etti ve şeyhinin sırrından istimdat eyledi. Dervişe bir ses yetişti:

— Ne duruyorsun, o mazlumu bırak! Şu heybeyi karıştırmakla uğraşan haramilerin başını vur, elindeki kılıçla tepele o mel'unu!.. Emrini duydu. Hakka niyaz ederek, bu emre uydu ve eğilmiş heybeyi karıştırmakla meşgul bulunan haramilerin reisine öyle bir kılıç darbesi indirdi ki, mel'unun başı bir yana, gövdesi bir yana düştü. Hemen, o mazlum tüccarın ellerini de çözdü ve eline bir kılıç vererek her ikisi birer nâra attılar. Kendilerine verilen tüccarları öldürmek üzere birer tarafa çekilen haramiler, bu sesi duyup başlarını çevirince reislerinin öldürülmüş bulunduğunu anladılar ve dervişle tüccarın yalın kılıç üzerlerine doğru gelmelerinden korku ve telâşa kapıldılar, arkalarından daha da gelenler bulunduğu zannı ile her biri canının kaygısına düştü ve birer tarafa savuşup gittiler. Derviş ile tüccar, diğer tüccarların da ellerini çözdüler, bir araya geldiler ve olan bitenleri dinledikten sonra dervişe:

— Hızır mısın nesin? Ne yaman kişi imişsin ki, bizi bu haramilerin ellerinden kurtardın? diye sordular. Derviş de onlara olanca saflığı ile cevap verdi:

— Ne Hızır’ım ne İlyas! dedi. Bir fakir miskin dervişim. Çoluk çocuğum ve kalabalık bir ailem var. Geçimlerinden âciz kaldım. Şeyhime ne yapmam gerektiğini sordum, bana haramilik etmemi emretti. Elime bir okla yay aldım, buraya geldim ve bu haramilerle karşılaştım. Sonra, sizler göründünüz. Onlar sizi bağlayıp öldürmeye götürünce, eşkiyanın reisi bana sizin reisinizi öldürmemi bildirdi. Kıyamadım ve şeyhime teveccüh ettim. Şeyhin sırrından bir nida geldi ve mazlum tüccarı değil, zalim eşkiya reisini gafletinden faydalanarak öldürmem buyuruldu. Ben de öyle yaptım ve ikimiz bir olarak hepinizi Allahu teâlânın yardımı sayesinde kurtardık.

Dervişin bu saf ve samimî ifadesi üzerine, tüccarlar aralarında kısa bir görüşme yaptılar, mallarının ve canlarının kurtulmasına sebep elan dervişe aralarında mal, para ve altın toplayarak verdiler. Fakir derviş, ömrü boyunca kendisine ve çoluk çocuğuna yetecek kadar çok olan bu malları ve paraları alarak memnun ve mesrur yerine döndü, tüccarlar da dervişe ve şeyhine dualar ederek yollarına devam ettiler.

Şimdi ey kardeş:

İşte, müridin himmeti böyle olur. Bu fakir derviş, şeyhinin emrini yerine getirmekten kaçınmadı ve: (Şer'e muhaliftir, ben haramilik yapamam!) demedi. Şeyh de işte böyle olur. Ona haramilik etmesini buyurdu amma, kan dökmesine izin ve imkân vermedi. Şeyhlerin imdat elleri, daima müritlerinin üzerindedir. Yardım ve himmetlerini, kıyamete kadar, müritlerinden esirgemezler.

Sen de gerçekten mürit isen, her işini mutlaka şeyhine danışarak yap, o ne derse, onu yerine getir ki dünya ve âhiret saadeti sana karşı gelsin. Şeyhler, her işi yerli yerinde ve Hakla meşveret ederek yaparlar. Onlar, Haktan destur olmayınca hiçbir iş görmezler.

Ey kardeş.

Birçok şeyler vardır ki, tâlip onu hayır sanır ama o şerdir. Birçok şeyler de vardır ki, tâlip onu şer zanneder ama o hayırdır. Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur:

“Fakat, olur ki hoşlanmadığınız bir şey hakkınızda hayırlı olur. Sevdiğiniz şey de olur ki, şer olur. Hak teâlâ, size hayır olanı bilir, siz bilmezsiniz.” Bakara sûresi: 216

Onun için, kişinin her işini bir işaret ehli ile meşveret etmesi hayırlıdır.

Müritliğin bir edebi de şeyhinin sevdiklerini sevmek ve sevmediklerini sevmemektir. Şeyhin sevmediği kişi, müridin anası veya babası bile olsa, sevmemesi gerekir. Şeyhinin düşmanını, müridin dost tutması, şeyhe hoş gelmez. Şeyhin gözünden ve gönlünden düşer. (Vallahu â'lem)

İşte, müritlerin bilmeleri ve bellemeleri gereken edeplerin gereklileri bunlardır. Şartlarını da yukarıda anlatmıştık.

Şimdi ey aziz:

Bu şartlara uyarak ve bu edeplere riayet ederek şeyhe mürit olanlar eğer şeyhleri de gerçek şeyh ise, asla mahrum kalmazlar ve hakları kaybolmaz, insanı terbiye ederler, dünyalık ummazlar ve maksuduna eriştirirler.

Bu şartları ve edepleri yerine getiremeyenler, iradet getirip, tövbe ettikten sonra yine bildiğini işleyenler, arada sırada şeyhin huzuruna uğrayıp yine işinde gücünde olanlar yalancı müritlerdir ki, bunlar kendi muratları için mürit olmuşlardır, onun için yer ile gök arası mürşid-i kâmil dolsa böyle müridi bir adım ilerletemez. İradet, kâmil olmalıdır ki, mürid şeyhinden fayda görsün. Şimdi sana, kâmil iradetle noksan

İradetin farklarını bir misal ile anlatmaya çalışayım:

Evlenmek isteyen bir kimseye, henüz ergenlik çağına girmemiş bir kız alsalar, o kızdan çocuğu olabilir mi? Ergenlik çağına girinceye kadar olmaz, değil mi? Müridin de erginliği iradeti dir. Kâmil iradeti olmayınca, hiçbir fayda sağlamaz.

Ne zaman ki, kâmil iradet olursa, işte o zaman fayda olur ve maksuduna erişir.

Şimdi ey Aziz:

Buraya kadar açıkladığımız âyet-i kerime, Hadis-i şerif, haberler ve delillerle tarikat yollarını ve varidatını anladın ve tarikat edeplerini ve şartlarını da öğrendinse, âlim bir şeyhin hizmetinde hürmet ve tâzim ile bulunmaya cehd eyle ki, sen de maksuduna erişebilesin. Hızır aleyhisselâmın, Musa peygamber aleyhisselâma:

“Bana hiçbir şey sormayacaksın.” Kehf sûresi: 70

Demesi, bir bakıma: (Edebini muhafaza et, şeyhinin ve üstadının hatırını kırma! Nasipsiz, mahrum ve pişman olmaktan kaçın,) demektir.

Nitekim, Ebû Nasr-ıs-Safâ rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki:

Ana ve babaya itaatsizlik mahvolabilir. Üstada itaatsizliği ise, hiçbir şey mahvetmez.

Bilmiş ol ki; iradet Hâmil olunca, mürit şeyhinin terbiyesine kabiliyet kazanır. Şeyh de ona tövbe verir ve zikr telkin eder.

Zikrullah etmek iki kısımdır:

1) Zikr-i talimidir.

2) Zikr-i telkinidir.

Tâlibe fayda veren ve gönülden hicabı gideren zikri telkinidir. Zikr-i talimi ise, halkın ve ana-babanın dilinden öğrenilen zikirdir ki, bu zikir dilden öteye geçmez, kalbe ye ruha yetişmez. Bunun için de tâlibe hiçbir faydası, olmaz. Zira onun faydası yalnız dünyadadır. Meşâyih huzurunda böyle zikredenlere, yarın belki de azap ve ikap olunur. Nitekim, bunlar yukarıda zikir bahsinde söylenilmiş idi.

Zikr-i telkini, mürşid-i kâmilin dilinden tâlibin kalbine gelip yetiştiği zaman, o gönülde asla zulmetten eser kalmaz. O gönül, zikrin nuru ile münevver olur, bütün hayaller gönülden silinir, şeytan vesvesesi kesilir. Zikr-i telkini, nisan yağmuru gibidir. Diğer yağmurlar, sedefe erişir ama inci olmaz. Nisan yağmuru erişince hemen inci olur. Tâlibin gönlü de sedef gibidir. Zikr-i telkini nisan yağmuru gibidir. Mârifet de sedefin içindeki inci gibidir. Tâlibin sedefe benzeyen gönlüne, zikr-i telkini yetişince, o gönülde mârifetullah incisi bitse gerektir.

Zikrin şartları vardır demiştim, şimdi de onları anlatalım:

Zikrin birinci şartı; talip zikrullaha başlamadan önce abdest almalı, misvak kullanmalı, sonra şeyhin huzuruna varmalı ve şeyhi kendisine zikri telkin etmelidir. Telkin tamam olduktan sonra, bir halvet yerde ayrıca niyet etmeli, kıbleye karşı bağdaş kurup oturmalı ve:

E'ûzü billahi mineşşeytanirraciym

Bismillahirrahmanirrahiym

Fâ'lem ennehu lâ ilahe illallah

Diyerek, zikirle meşgul olmalıdır. Dikkat edilecek hususlar şunlardır:

LÂ İLÂHE dediği vakit, gözlerini sıkı sıkı yummalı, belinden yukarısını ve başını sağ tarafına döndürmeli; İLLALLAH dediği vakit, yine belinden yukarısını ve başını sol tarafına döndürmeli dir. LÂ İLÂHE dediği vakit LÂ İLÂHE'yi çenesiyle demeli ve İLLALLAH dediği vakit sertçe darp ile söylemelidir. Gözlerini yumduğu zaman, baktığı vakit yerde görünen karayı gözetmeli ve diliyle LÂ İLÂHE İLLALLAH deyince, bunu gönlü ile de söylemelidir ki:

“La mâ'bude, lâ maksude ve lâ murade”

Demeli, İLLALLAH dediği vakit, gönlü ile de İLLALLAH' tır demelidir. Yani, LÂ İLÂHE dediği vakit gönlü ile (Allah’tan başka, Mâ'budum yok, maksudum yok, muradım yok) demeli ve İLLALLAH dediği vakit de yine gönlü ile İLLALLAH' tır, (sadece Allah’tır) demelidir.

Hasılı, bütün düşünceleri tamamen nefyetmekle LÂ İLÂHE İLLALLAH demelidir. Allâhı isbat etmek için İLLALLAH derken, LÂ İLÂHE diyerek bütün düşünceleri sağ yanına nefyetmelidir. İLLALLAH derken de sol yanına Allâhı isbat etmelidir.

Bütün meşâyih ittifak etmişlerdir ki, bir kişi LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH zikri ile meşgul olduğu zaman, LÂ ÎLÂHE dediği vakit mâsivâallahın (Allâh’ın dışındaki her şey) muhabbetini gönlünden nefyeder ve İLLALLAH dediği vakit de Hak teâlânın muhabbetini kalbinde isbat ederse, kendisini Allah yönünden men edici şeyler geldiği zaman, ilâhi nurların heybeti onları meneder.

Şu hususlara da çok dikkat etmek gerekir.

Zikrullah ederken LÂ ÎLÂHE denildiği zaman LÂ YİLÂHE olarak telâffuz etmekten çok sakınmalıdır.

ÎLLALLAH denildiği vakit de ÎLLÂLLA demekten sakınmalıdır.

Harfleri ve heceleri tam ve yerinde söylemeli ve ağızdan yanlış ve hatalı bir kelime çıkmamasına son derece dikkat etmelidir.

LÂ ÎLÂHE denilince, ÎLLALLAH denilmeden nefes almamalıdır. Fakat, bazı meşâyih, LÂ ÎLÂHE dediği vakit nefes alırsa zarar yoktur. Zira, kastı İLLALLAH demektir, demişlerdir.

Bu fakir müellif de der ki:

Arada nefes almak zarar vermez, lâkin tâlibe zahmet verir ve fetih geç olur. Tâlibin fethi gecikince, nefsi mecâl bulur ve müptediyi yine yıkmasından korkulur.

ÎLLALLAH denildiği vakit, İLLALLAH' ın (H) sını sert vururken, sol tarafına ve sol böğrüne o yukarıda söylediğimiz karayı gözetmek suretiyle vurmalı, LÂ ÎLÂHE ÎLLLALLAH derken gözünü yumduğu vakit o ilk bakışta görünen karadan gözünü ayırmamalıdır. Dikkat etmelidir ki, o kara nurlanıyor mu, yoksa öyle kapkara duruyor mu? O karanın nurlanması, karanın içinde vakit olur ki, kıvılcım gibi görünür ve lâkin rengi ak ve berrak olur. Vakit olur ki, o ışık yıldızlar gibi görünür. Vakit olur, pırıltılar gibi görünür. Vakit olur, levhalar gibi görünür. Fakat, o nur ile mukayyet olmamalıdır. Yalnız, o karayı gözetmelidir. ÎLLALLAH' ın son harfi olan (H) ile yürekten çıkan nefesi durmadan o karaya vurmalıdır. O kadar ki, karanlık tamamen gitmeli, sarılık gelmeli ve bozluk, bulanıklık olmalıdır. Yani, ay aydınlığı gibi olmalıdır. Sonra, onlar da gitmeli berrak, sâfi berrak nur olmalıdır. İşte, bundan sonra basiret gözünü o nura doğrultmalı ve fakat dilinde LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH demeği de çabuklaştırmalıdır. Yukarıda söylenildiği gibi, bütün düşünceleri nefyettikten ve Allahu teâlânın birliğini isbat edip iki yanına çalkalanırken, dışarıdan gönlüne korku ve hayaller gelirse, şeyhinin suretini gözlerinin önüne getirmeli ve şeyhinin velâyetine sığınmalıdır.

Şeyhin suretini göz önüne getirip teveccüh etmenin faydaları da aşağıda söylenecektir. Demek ki, her mertebenin bir zikri, bir türlü teveccühü ve bir türlü şer'i vardır. Bunlar da inşa’allahu teâlâ sırası gelince söylenecektir.

Biz, yine konumuza devam edelim:

Sol tarafa İLLALLAH denildiği vakit, sol böğrüne öyle vurmalıdır ki bütün gövdesi sarsılmalı dır. Zira, kalp sol böğürdedir ki, ona KALB-Î SANAVBERÎ derler. Gönül de dört mertebededir:

1) Sadr

2) Kalb-i sanavberi

3) Fu'ad

4) Lüb

LÂ İLÂHE İLLALLAH kelime-i tevhidini, kalpte görünen berrak sâfi nûra göre öyle demelidir ki, o kelime-i tevhid o makam-ı tevhide erişsin. İşte, o eriştiği yer LÜB'dür ve LÜB de zikretmeye başlasın. Hak teâlâ, ona Kur'anda LÜB buyurmuştur. (Le-âyatin li-ulil-elbâb demiştir.) Kelime-i tevhid, LÜB'den koparak FUAD'e, KALB'e ve SADR’a ve oradan da yine lisana gelir ve yine döner, o koptuğu yere yetişir. İşte, böyle zikredenlere MUVAHHİD ve GERÇEK ZÂKİR derler.

Fakat, burada da ariflerin bir sözleri ve bir sırları vardır. Derler ki: (Tevhid (Allâhı birlemek) olmayınca, Marifet (Allah’a yakınlık) sahih olmaz. Marifet olmayınca, imân sahih olmaz, imân olmayınca, İslâm sahih olmaz.)

Şu hâlde her kimin bu mertebede tevhidi yoksa, onun marifeti de yoktur. Kimin marifeti yoksa, onun imânı da yoktur. Kimin imânı yoksa onun islâmı da yoktur.

Şunu da bilmiş ol ki, kelime-i tevhid de nefiy ve isbattan (Tevhid zikrinin “la ilahe” kısmı nefy, “illallah” kısmı ise isbâttır.) Çok yerde tâlibe korkulu tehlikeler vardır. Şeyh Sâfi kuddise sırruh şu beytinde buyurmuştur ki:

“Lâ'nın kapısı eşiğinden Şaht'n mülküne varıncaya kadar, yüz bin yedi yüz yetmiş yol ve her yolda bir yol kesici vardır.”

Yani, nefiyden isbata varıncaya kadar, yüz bin yedi yüz yetmiş yerde yoldan sapıtıp, nefiyden isbata iletmeyiciler vardır ve bunlar maksuda varıncaya kadar yol keserler demektir.

Demek oluyor ki, zikrin kalbe yetişmesi ve kalpte karar etmesi muazzam bir iştir ve bunun için muhakkak muvahhid olmak lâzımdır. Bunu asla gelişi güzel tutmaya gelmez. Hayli çalışmak ve cehd etmek gerekir. Aynı zamanda çok ihtiyatlı bulunmak da gerektir. Zikir, yalnız dilde olunca, onun hali ve mertebesi başka türlüdür. Zikir, sadra varınca onun hali de başka türlüdür. Zikir, kalb-i sanavberiye varınca, onun da hali ve mertebesi başka türlüdür. Zikir, fuade varınca onun da hali ve mertebesi başka türlüdür. Zikir, lübe varınca onun da hali ve mertebesi başka türlüdür.

Maksud olan, zikrin kalbe ermesinin ne zaman olduğunu bilmek, her fısıltıya, her vızıltıya ve hayallere kalp zikri dememek lâzımdır. Zikr-i kalbinin alâmeti vardır. Fakat, herkese söylemezler. Onun için, bu yolda yalan yere şeyhlik dâva edenler çok olur. Bunun gerçeğini bilmek isteyen kimseler, bir mürşid-i kâmil bulmalı ve bu yolları kolaylıkla aşmalı ve menzile ulaşmalıdırlar. Yoksa, zikir dilden lüb'e varıncaya kadar zâkirin birçok halleri ve mertebeleri vardır. Bunları bilenlerin, kelime-i tevhid gönüllerinde karar tutar, zâkirden ortaklıkla zikretmek giderilir. Bu hale gelen tâlipler, beş vakit namazın cemaatle ve imamla kılındığı bir yerde, şeyhinin desturu ile bir halvet yeri (Çilehane) edinmeli ve orada gece ve gündüz zikrullah ile meşgul olmalıdır. Bazen diliyle zikretmeli, bazen gönlü ile gönül zikrini dinlemeli ve buna dil zikirden kalıncaya ve nefs sıfatları mahv oluncaya kadar devam etmelidir. Tâ ki, zikir kalpten sırra yetişsin, ruha, zâhîre ve bâtına erişsin ve gönül zikrullahın nuruyla sâfileşsin ve Hakkın nuru o gönüle tecelli etsin ve gönül gözünün basiret nuruyla tâlipte müşahede-i mârifet-i Bâri hâsıl olsun ve bununla da kalmayarak ve her gün terakki ederek kalbin inşirahı artsın ve muayene husule gelsin. Bu konuda söz çoktur, biz tâlibe faydalı olanlarını söyleyelim. Zira, maksut zikrin kalbe, sırra veya ruha yetişmesi değildir. Belki, maksut büsbütün başkadır. Zira, bu irşât tarikinde öyle şeyler vardır ki; lisana gelmez, harflere ve seslere sığmaz, dilsiz, kulaksız, cansız ve gönülsüz tâlibe “Hak” tarafından söylenir.

Halvette oturmanın da aslı ve şartları vardır. Şimdi de sana onu anlatayım:

Halvet, asılsız ve şartsız olunca fayda vermez. Halvet edinilerek oturulacak hücrenin, gayet dar ve alçak tavanlı olması lâzımdır. Darlığı o kadar olmalıdır ki, içerisine kendisinden başka kimse sığmamalıdır. Alçaklığı da öyle olmalıdır ki, başından yukarısı bir karıştan eksik bulunmalıdır. Gayet karanlık olmalı ve hiç ışık görmemelidir, içine rüzgâr dahi girmemelidir, içinden nefes çıkacak yer de olmamalıdır. Bu çilehane, öyle halvet bir yerde bulunmalıdır ki, kalp dağılmasın. Kapısına bir perde asılmalı, şeyhten destur alarak bu hücreye girip oturmalıdır. Eğer, şeyhten izin almadan oturulursa, şeytanın halvete gireni yolundan azdırabileceğinden korkulur.

Halvete girmeden abdest almalı, hatta gusül etmelidir. Sonra, gelmeli ve bu hücreye girmeden kapı önünde iki rekât namaz kılmalı ve kendisini ve bütün Müslümanları emn-ü eman içinde bulundurması için Hak teâlâ hazretlerine dua etmelidir.

Ondan sonra:

E'ûzü billahi mineşşeytanirracim- Bismillahir Rahman-ir-Rahim

Diyerek içeri girip oturmalı ve şu âyet-i kerimeyi okumalıdır:

“Yâ Rab! Beni mübarek bir menzile indir. Sen, mübarek menzile indiricilerin hayırlısısın.” Mü'minûn suresi: 29

Sonra, kalkıp tekrar iki rekât namaz daha kılmalı ve kıbleye karşı oturarak, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri ile bütün meşâyih-i kirâm efendilerimizden istimdat (sığınıp yardım isteme) etmelidir.

Halvete girmeden, halk ile helâllaşmalı ve üstünde herhangi bir kimsenin hakkı varsa vermeli, bir kimseyi dövmüş ve incitmiş se helâllik dilemeli ve halvete ölünün mezara girmesi gibi girmelidir.

Bulunduğu çilehaneyi bir kabir ve kendisini de ölü bilmelidir. Dilini ve gönlünü sessiz ve sakin bulundurmalı ve hiçbir dünya kelâmı konuşmamalıdır. Gönlü ile de hiçbir yaratılmışı düşünmemelidir. Çoğu zaman dili susar da gönlü sâkin ve sessiz olamaz, şeytanın maskarası olur. Onun için, gönlünü iki cihanın isteklerinden temizlemeli ve yukarıda tarif olunduğu gibi LÂ ÎLÂHE İLLALLAH zikriyle meşgul olmağa başlamalıdır.

Halvet içinde, o tek ve tenha yerde de kendisini yalnız bilmemeli ve son derece edep ve huzur içinde bulunmalıdır. Gerçekten, Allahu teâlâ kendisiyle beraberdir.

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî rahmetullahi aleyh buyururlar ki:

— Allahu teâlâ, kendi adından ayrı değildir. Allahu teâlâ gözünün akı ile karasının yakınlığından daha o kimseye yakındır.

Hak teâlâ hazretleri de buyurmuşlardır ki: “Ben, beni zikredenlerle beraberim.”

Bu sebeple, tâlip halvetinde Allahu teâlâ ile beraber olduğunu bilmeli, edepsizlik etmekten, gafletten, ayak uzatmak ve yatmak gibi hallerden son derece çekinmelidir.

Halvette zikrullah ile meşgul olurken, diliyle gönlünü şeyhinin gönlü karşısında tutmalı ve gözlerini yumduğu zaman basiret gözü ile şeyhinin suretine doğru teveccüh etmelidir. Şeyhin suretini, hayalinden hiç ayırmamalıdır. Suret gözünü aslâ açmamalı ve hiçbir şeye bakmamalıdır.

Tâlibin, şeyhinin suretine teveccühün de birçok faydalar vardır. Bu faydalardan en önemlisi, şeyhin gönlüne feyz-i ilâhiden zâhir olan her şey ve sırlardan hâsıl olan şeyler, şeyhinin gönlünden müridin gönlüne faiz olur ve ona da sirayet eder.

Bu kitabın müellifi der ki:

— Müridliğim zamanında, gönlümü şeyhimin gönlü karşısında tuttuğum ve şeyhime teveccüh ettiğim vakit, şeyhimin gönlüne feyz-i ilâhiden zâhir olan feyizler, ondan bana da sirayet eder ve kalbime gelirdi. Sanki, bir ayna karşısında imiş gibi, bana da aynen görünürdü.

Dikkat edilecek çok önemli bir husus da şudur:

Vâki olan her şeyden, her halden, vâridattan, keşiflerden, nurlardan, pırıltılardan, levhalardan, tecelliler den ve nefsin sıfatlarından her ne zâhir olursa, hiç birisini gizlemeyerek aynen ve harfiyen şeyhe bildirmek gerekir. Fakat, bunları asla bir başkasına söylememelidir.

Böylece dilinde LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH, gönlünde iki cihanın muratlarından bizarlık ve teveccühünde şeyhinin cemali bulunmalıdır.

Yalnız, cuma ve bayram namazları için dışarı çıkmalı, fakat çok oturmamalı, acele namazı kılıp yine halvete dönmelidir. Dua ve tesbih ile oyalanmamalı, dışarı çıkarken hiçbir tarafa bakmamak için başını bir şeyle örtmelidir. Farz namazlardan fazla olarak sünnetleri kılmalı ve nafileleri kılmamalıdır. Eliyle tesbih de çevirmemelidir, hatta Kur'an dahi okumamalı, Kur'anın mânasını da gönlü ile mülâhaza etmemelidir. Dilini LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH demekten gayrı hiçbir şeyle kıpırdatmamak, yalnız namaz kılarken Kur'an okumalıdır. Namazda Kur'an okurken bile, gönlü ile Kuranın mânasını düşünmekten sakınmalı ve acele teveccühle zikre devam etmelidir. Zira, nafile namaz kılmaktan ise, zikrullah efdal dir.

Tâlip olan kişiler, LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH kazmasını, telkin eline almalı ve o derece çalışmalıdır ki, hikmet çeşmesi gönlünden aksın ve gelip dilinde zâhir olsun. Mârifetullah denilen âb-ı hayat, beden karanlıklarında gizlidir. Yani, cismanî karanlıklar ile örtülüdür. O karanlık yalnız LÂ ÎLÂHE ÎLLALLAH kazmasıyla açılır. Onun için, durmadan beden karanlığına vurmak gerektir ki, o mârifet hazinesi meydana çıksın.

Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh hazretlerine sordular:

— Zikrullah etmek, namazdan efdal dir buyuruyorsunuz. Halvette bulunan dervişlerinizi, nafile namaz kılmaktan men ediyorsunuz. Oysa, namaz İslam’ın en büyük erkânından değil midir? Böyle olduğu halde, neden zikrullahı çok ettiriyorsunuz da namazı az kıldırıyorsunuz?

Hazret-i Şeyh, cevap verip buyurdular ki:

— Zikrullah, namazdan, şu sebeple efdal dir. Namaz, insanları yalnız zahiri kötülüklerden ve zahiri münkerler den men eder. Bir kimse, namaza durduğu zaman kendisinden bu zâhiri kötülükler ve münkerler zuhur etmez. Halbuki, zâhir halkın nazargâhıdır. Onu yalnız insanlar öyle görürler. Fakat, namaz insanı bâtınî kötülüklerden ve münkerler den men etmez. Bir kimse, zâhiren namazda görünür amma, gönlü batini kötülükler ve münkerler ile meşgul olabilir. Çünkü, batini Hakkın nazargâhıdır, halk onu görmez ve bilmez. Allâhu teâlâyı zikretmek ise, batini de sâfi kılar ve bâtıni kötülük ve münkerlerden men eder. Yani, Hakkın nazargâhı olan bâtını kötülüklerden ve münkerlerden men eder ve temizler. Bizim de maksudumuz zaten gönül aynasını temizlemek değil midir ki, iki cihanın hakikatleri oradan görünsün. İşte, bunun için zikir, namazdan efdal dir. Şu âyet-i kerime de buna işarettir:

“Allahu teâlâyı zikretmek, tâatin en büyüğü ve en faziletlisidir.” Ankebut sûresi: 45

Demek ki, talibin yalnız farz ve sünnet olan namazları kılıp, zikrullah ile meşgul olması gerektir.

Sual — ALLAH demek, ism-i azam mıdır ki, talibi onunla meşgul ederler?

Cevap — Bundan başka ism-i azamdır denilebilecek bir isim var mıdır?

Halvette, abdestsiz ve teyemmümsüz oturmamak lâzımdır. Hiç uyumamalı, başını yere koymamalıdır. Uyku ile uyanıklık hali, hep otururken olmalı, teveccüh üzere uykuya varır gibi bulunmalı ve gözlerini bir an dinlendirmeli, fakat, basiret gözünü asla yummamalı ve onu daima açık ve uyanık bulundurmalıdır.

Halvette iken kaç günde bir yemek yemeli ve ne gibi şeyler yemeli diye sorulacak olursa, bu insanın mizacına ve tabiatına bağlıdır. Talibin mizacını ve tabiatını da mürşitleri herkesten iyi bilirler. Ona göre, mürit halvette iken ona münasip yiyecekler verirler, onları halvette iken terbiye ederler.

Onun içindir ki, yukarıda mürşide tam manasıyla teslim olmanın gerekli olduğuna değindik. Mürşide tam manasıyla teslim olanlara, her iş kolay olur.

Mürşitlerinden uzak bulunan ve mürşitlerine elleri erişmeyen talipler yukarıda anlattığımız gibi davranmalı, zikrullah ve halvete mutedil günlerde ve mutedil havalarda, mutedil yiyecekler yiyerek devam etmeli ve hiçbir şeyi murat edinmeyerek (Şu da şöyle olsun) dememelidirler. Yeryüzünde, mürşid-i kâmil asla eksik değildir. Talip, sıdk ile arayacak ve araştıracak olursa, Hak Teâlâ kendisini mutlaka bir mürşide götürür. Hatta, mürşidi ona gönderir.

Bu kitabın müellifi der ki.

Mısır'da, Şam'da, Arap'ta, Acemde ve Türkiye'de taliplerimiz vardır. Bunların hiç birisi, bizim zahiri suretimizi görmemişlerdir. Fakat, bize teveccüh etmekle birçok işler başarmışlardır. Vakıalarını yazarlar ve Şeyh Abdülkadir-i Geylâni'nin sırrı manası her nerede olurlarsa olsunlar gelir ve kendilerine yetişir. Kıyamete kadar da bu böyle devam edecektir.

Bahusus, bu kitap ile amel edenlere irşât şüphesiz erişecektir. Zira, mürşid-i kâmil ona derler ki, müritlerini asla hiç kimseye muhtaç etmezler. Hem, mürşid-i kâmiller ölmezler.

Onlara ölü demek bilmezliktendir. Gerçi, bu âlemden o âleme göç ederler amma, sizleri bu âlemde yıkar, paklar, arındırır ve her halinize tasarruf ederler. Bu sözlerim, sana sakın acayip gelmesin. Bunlar, ehli- zikir ve ehli- sefadır. Ehli- zikrin ölüm ancak bedenlerine yetişir ve bunlar gerçi ölürler. Fakat, ölümleri ile dirilik bulurlar. Ehli- zikirden demek, gönlü zikirle dirilmiş demektir. Gönülleri zikrullah ile hayat bulan kimseler de ebedî hayatı bulmuş olurlar.

Kime, hayattan bir râyiha erişirse, canının rengi cavidani ömrü bulur”

Bu beytin manası şudur: (O hayat, gönül hayatıdır, yani gönlün dirilmesidir.)

  • HİKÂYE- ZÂKİRİN ÖLDÜKTEN SONRA KONUŞMASI

Resulü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri zamanında, zikir ehlinden bir zat, ahirete intikal buyurdu. Ashabı kiramdan birçoğu, onu gasletmeğe talip oldular. Hazret-i Ömer radiyallahu anh:

— Ben yıkayayım! dedi.

Enes bin Malik radiyallahu anh:

— Ben yıkayayım! dedi.

Ebû Derdâ radiyallahu anh:

— Ben yıkayayım! dedi.

Daha birçokları da geldiler ve merhumu yıkamağa tâlip oldular. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, hiç birisine müsaade buyurmadılar ve:

— Bunun da ehli vardır, onlar yıkasınlar. Bana, Selman-ı Fârisi'yi çağırın, o şimdi zikirdedir, buyurdular.

Gidip Selman-ı Fârisi radiyallahu anh'ı çağırdılar. Efendimiz:

— Yâ Selman! buyurdu. Bu zâkiri sen yıkayacaksın. Zira, sen de zikir ehlindensin, o da zikir ve tecrit ehlinden idi.

Selman-ı Fârisi radiyallahu anh'ın, dünya malı olarak belinde yalnız bir futası vardı, o da tecrit ehlinden idi.

Hz. Selman, merhumu ortaya getirdi ve yıkamağa hazırlanırken, Efendimiz:

— Yâ Selman! Onu bir halvet yere götür ve yıkarken de bir perde koy ki, zikir ehline ölümlerinden sonra âdete muhalif bazı haller zahir olur, o halleri senden başka kimse öğrenmesin, buyurdular.

Selman-ı Fârisi, merhumun cesedini tenha bir yere götürdü, soydu. Edep yerini bir bezle örterek yıkamağa başladı. Sıra, edep yerini yıkamağa gelince, Selman hazretleri elini uzatır uzatmaz, ölen zat eliyle onun elini itti ve edep yerine dokundurmadı. Selman-ı Fârisi radiyallahu anh ağlamağa başladı ve başını merhumun göğsüne koyarak hıçkırırken, dehşetle fark etti ki türlü türlü sesler ve feryatlarla pazarlık eder gibi Hakla söyleşiyor. Hıçkırıkları arasında merhumun kulağına doğru eğildi ve ona:

— Bir kimse öldükten sonra nasıl dirilir ve hareket eder? diye sordu. Merhum, derhal gözlerini açtı ve Selman hazretlerine:

— Yâ Selman! dedi. Allah ile olan kimseler ölürler mi sanırsın? Gönülleri zikrullah ile dirilmiş olanların, ölüm ancak bedenlerine erişebilir. Ben, ölmedim ve ancak şimdi yeni bir hayat buldum. Sen şu işini bitir ve elini çabuk tut.

Selman-ı Fârisi radiyallahu anh, keyfiyeti Fahri âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine arz edince, şöyle buyurdular:

Müminler ölmezler. Fâni ve muvakkat olan dünya evinden bâki ve ebedî olan âhiret evine göç ederler.

Şimdi ey aziz:

Her kim, zikir ehli olmak dilerse, bütün nefsanî muratlarını ardına atmalı, halvete oturmalı ve zikrullah ile meşgul olmalıdır. Ne zaman ki nefis arzularından birisini terk ederse, gönle hayattan bir nasip verilir. Ne zaman da nefsin arzularına uyarak, nefs üzerine şehvet kapılarını açarsa, o kimse nefs hevâsında olur. Nefsine esir olanların ve şeytana uyanların vasıfları onun üzerine galip olur. Bu gibi kimseler, bidat ve dalâlet devlerinin kolları arasında şaşkın ve boynu bükük kalırlar ve Ne'ûzü billahi Teâlâ büyük zararlara uğrar, mahrum ve mahzun bu âlemden giderler.

Onun için, zikrederken bütün düşünceleri hatırdan çıkarmak ve gönlü yalnız Allahu telaya doğrultmak gerektir.

Şeyh Abdullah bin Sehl et-Tüsterî rahmetullahi aleyh buyurur ki:

“Gönül, gayet lâtiftir. Her şey, kolaylıkla ona tesir eder. Hatta, kötü ve çirkin düşünceler ve nefsin şehvetleri hatırdan bile geçse, gönle tesir eder. Gönül’e, pek az şeylerin tesir etmesi Haktır.”

Nitekim, Kur’ anı azimde buyurulmuştur ki:

“Kim, hevasına uyarak Rahmanın zikrinden gözlerini ayırırsa, ikabından korkmaz ve sevabını ummazsa, biz ona şeytanı musallat kılarız. O, artık onun ayrılmaz bir arkadaşı olur. (Yahut cehennemde ikisi bir zincire vurulur.)” Zuhruf süresi: 86

Şeyh Necmüddin rahmetullahi aleyh de TE'VILÂT'ında buyurur ki:

Hak Teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerimede işaret edip buyurmuşlardır ki, kim Rahman'dan yüz çevirir ve dünyaya, meylederse, Hak Teâlâ ona şeytanı musallat eder. Burada, yüz çevirmekten murat, gönlün yüz çevirmesidir. Yani, nefs hevâsına uymak ve Allahu azim-üş-şânı unutmaktır.

Şunu da bilmiş ol ki, gönül bir âmildir ki, asla yumuşak ve gevşek olmaz. Nefs ise, öylesine uyanıktır ki hiç uyumaz. Arzu ve heveslerini ve şehvetlerini tahsil için fırsat kollar.

Onun için, nefs denilen düşmandan son derece sakınmak lâzımdır. Gönlü hayallerden korumak ve kurtarmak lâzımdır.

Bilhassa, halvette ve zikrullah ile meşgul olurken bunlara son derece dikkat etmelidir.

Sual — Halvet etmek ve çilehanede oturup erba'ıyn çıkarmak ve şeyhlerin müritlerine zikir telkin etmek, Fahri kâinat efendimizden mi kalmıştır? Yoksa, daha önce gelip geçen peygamberân-ı izam da bunları yaparlar mıydı? Yahut meşâyih bunları talipler maslahatı için" kendileri mi icat ettiler?

Cevap — Sünnettir.

Resûl-ü zişân aleyhi ve âlini salâvatullah-il-Mennân efendimiz hazretleri, bu âlemi teşrif buyurmalarından evvel muhterem ataları İbrahim Peygamber aleyhisselâma; kâfirler Mekke-i mükerreme’ yi elinden alıp işgal ve istilâ ettikleri zaman, Cebrail aleyhisselâm geldi ve zikir telkin etti.

Zira, İbrahim aleyhisselâm, kâfirlere mağlûp olmuş ve ne yapacağını tayin etmekte âciz kalmıştı. Hak Teâlâ hazretlerine niyazda bulundu:

— İlâhi! Sen bilirsin, sen padişah sın. Bu kâfirler bana galip geldiler. Âciz kaldım, ancak senden medet dilerim, dedi.

Gerçekten, kâfirler Mekke-i mükerreme’ yi işgal etmişler, Beyt-i muazzamanın içine putlar doldurmuşlar ve o kutsal şehri put hane haline getirmişlerdi.

Hak Teâlâ hazretleri buyurdu:

— Yâ İbrahim! Sen aczini bildinse, biz de kendi kudretimizi senin aczinde zahir ederiz. O zaman, sen de bizim kudretimizi görürsün. Sana Cebrail'i göndereceğim, LÂ İLÂHE İLLALLAH kelimesini telkin edecek ve zikri öğretecektir. Nasıl bir yerde ve kaç gün müddetle oturup zikirle meşgul olman gerektiğini de talim eyleyecektir. Sen de kâfirlerden intikamını alır ve benim kudretimi görürsün.

Derhal, o peyk-i celil-i hazret, namus-u ekber Cibril-i emin geldi ve:

— Yâ Halilullah! dedi. Hak Teâlâ, sana LÂ ÎLÂHE İLLALLAH'ı telkin etmemi emir buyurdu.

Cebrail aleyhisselâm, LÂ ÎLÂHE İLLALLAH'ı İbrahim aleyhisselâma üç kere telkin etti. Cebrail LÂ ILÂHE İLLALLAH dedi, İbrahim dinledi. İbrahim, söyledi ve Cebrail dinledi ve böylece üç kere tekrar ettiler.

Bunun üzerine ferman-ı İlâhi şeref -sâdır oldu:

— Gayet karanlık bir halvette çilehaneye girsin. Orada kırk gün oturmağa niyet etsin ve kırk gün LÂ ÎLÂHE İLLALLAH demeye devam etsin. Tâ ki, Hakkın kudreti zahir olsun ve Mekke-i mükerreme’ yi kâfirlerin ellerinden alsın ve putları da çıkarsın.

İbrahim peygamber aleyhisselâm, gitti karanlık ve tenha bir yerde kırk gün oturmağa niyet ederek çilehaneye girdi. Kırk gün orada LÂ ÎLÂHE İLLALLAH demekle meşgul oldu. Kırk gün, dört kere on gün olur. Üç on gün, yani ilk otuz gün geçip son on gün kalınca, İbrahim aleyhisselâmın bütün uzuvlarına zikir sirayet etti. Yani, zikir ağzından, gözünden ve bütün uzuvlarından zahir olmağa başladı ve sancak çekerek Zâkir’in üstüne galip oldu. İbrahim aleyhisselâmın, ağzı kurumuş ve dili damağına yapışmıştı. Artık, söylemeğe mecali kalmamıştı. Fakat, içeriden gönlü de zikre başladı ve nurunu dışarıya verdi. Bunu görünce hayretler içinde kaldı ve kendi vücudundan birçok ellerin çıkmakta bulunduğunu da hayret ve dehşetle müşahede etti. Göğsünden de heybetli sesler geliyordu, ki insan buna takat getiremezdi. Kendisinden çıkan eller, Mekke-i mükerreme içinde bulunan bütün putları tutup tutup şehir dışına atıyorlardı. Kâfirler, o putları alıp yerlerine koyuyorlar ve fakat, o eller tekrar atıyorlardı.

Kâfirler âciz kaldılar, demir kazıklar ve kalın zincirlerle o putları yerinde tutmağa çalışıyor, muvaffak olamıyor ve yine atılıyordu. İbrahim aleyhisselâm, bunları halvetinde temaşa ediyordu. Bu esnada, bazı dostları bulunduğu çilehanenin kapısına gelmiş kendisine sesleniyorlardı.

— Yâ İbrahim! Ne duruyorsun? Dışarı çık da gör, birçok eller çıktı ve Mekke'yi işgal eden ne kadar kâfir varsa hepsini birer birer yakalayıp şehir dışına çıkardı. Kâfirlerin hepsini sürüp perişan etti, diye haber verdiler, İbrahim aleyhisselâm, dışarı çıktı, olup bitenleri görünce Allahu telaya hamd-ü senâ etti. Hak Teâlâ buyurdu:

— Yâ İbrahim! Gördün mü kudretimi? Bundan sonra daima LÂ ILÂHE İLLALLAH kelimesiyle meşgul ol ki, Hak teâlânın kudret eli çıksın, gönlünü ağyardan ve başka hayallerden arındırsın, arzu putlarını kırsın ve eritsin...

Cebrail aleyhisselâm, İbrahim aleyhisselâma zikir telkin ederek onu bir çilehanede halvete gönderdikten ve zikrullah ile meşgul olmasını da bildirdikten sonra, bütün eksikliklerini tamamladı. Bundan da anlaşılıyor ki, zikrullah ile meşgul olanların bütün eksikleri giderilir.

Şu hikâyemizden de açıkça belli olmaktadır ki, çilehanede halvet olmak ve erba'ıyn çıkarmak, bizzat Cebrail aleyhisselâmın telkini ile olmuştur.

Kaldı ki, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri de Hz. Ali kerremallahu veçhe ve radiyallahu anh efendimize zikir telkin buyurmuşlardır. Bir gün, Hz. Ali'ye:

Yâ Ali! Gözlerini yum. Sana söyleyeceklerimi üç kere dinle. Sonra, sen söyle üç kere de ben dinleyeyim, buyurduktan sonra Aleyhissalâtü vesselam efendimiz üç kere Lâ ilahe illallah dediler, Hz. Ali gözlerini yummuş olarak dinlediler ve üç defa da o söyledi ve Efendimiz dinlediler.

İşte, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ali kerremallahu veçhe ve radiyallahu anh efendimize böylece zikri telkin buyurdular.

Nitekim, yukarıda zikir telkini ve erba'ıyn bahislerinde de söylenildiği gibi, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Her kim, ihlaslı bir şekilde kırk sabaha erişirse, hikmetler kalbinden lisanına ulaşır.”

  • FAHR-İ KÂİNAT’IN ÇİLEHANEDE HALVET ETMESİ

Bu Hadis-i şerif, kırk gün bir yerde oturup halvet etmeğe işarettir. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri de Hirâ dağında çileye girmişlerdir. Bu çile ve halvetten bazılarını haber vereyim; ki talip olana karanlık bir yerde oturup halvet ve çile etmenin lüzumu daha iyi anlaşılsın:

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz, Hirâ dağında mağarada otururlar, yedi veya on dört günde bir şehre gelir, arpa ekmeğini dağarcığına doldurur ve yine mağaraya avdet buyururlardı. Bu hikâyeyi, evvelinden başlayarak anlatayım da Efendimizin nasıl mücahede ettiklerini de öğren ve anla:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin, peygamberliğini açıklaması zamanı yaklaşınca, halk arasından çekilmeyi ve halvet olmayı arzu etmeğe başladı. Daha peygamberlik gelmeden de halvete devam ederler, rüyalar ve vakı'alar görürlerdi. Zira, böyle olmasaydı melekten vahiy almağa, insan kudret ve takati yetişmezdi. Hak Teâlâ, habibini bak nasıl terbiye ediyordu. Bazen rüyasında ve bazen da aşikâr göstermek suretiyle ona birçok şeyler öğretti. Mekke-i mükerreme’ ye hayli mesafede Hirâ dağında bir mağara vardı, gayet ıssız ve tenha bir yerde idi. (Bugün, hacca gidenlerin de gördükleri gibi, Mekke-i mükerreme’ den Mine'ye gidilirken, sol tarafta ve gayet heybetli ve dehşetli bir mağaradır.) Bir veya iki hafta orada kalır ve ekmeği bitince şehre iner Hatice validemizden arpa ekmeği alır ve hemen mağaraya dönerdi.

Ey gafil:

Âlemlere rahmet olarak gönderilen o zat-ı akdes, arpa ekmeği ile vüsul buldu. Sen ise, buğday ekmeğini katıksız yemezsin. Ey fodul! Böyle olduğu halde, yine de ümmetlik dâva edersin. Senin bu boş sözünü ve kuru dâvanı kim kabul eder?

Her ne ise, hikâyemize devam edelim:

Evet, arpa ekmeğini dağarcığına doldurur ve yine Hirâ dağındaki mağaraya koşardı. O mağarada kendi hal inde olurdu. Ne yaptığını ne ettiğini ancak Mevlâsı ile kendisi bilir. Hatice validemiz de için için üzülür, onun kuvvetten düştüğüne, hastalanacağına yanar dururdu.

Rivayet olunur ki, Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

«Bana peygamberlik verilmeden, Hirâ dağındaki mağarada bir ay kadar oturdum, mücavir idim. Civarı tamam ettim. (Civarı tamam ettim buyurmasından anlaşılıyor ki, erba'ıyni tamamlamışlardır.) Kalktım, dere içine doğru indim. Yolda, kulağıma bir ses geldi. Etrafıma bakındım, kimseleri göremedim. Ses, bir daha geldi. Etrafta yine kimsecikler yoktu. Gayrı ihtiyari başımı yukarıya kaldırdım ve sesleneni yer ile gök arasında bir kürsü üzerinde oturur gördüm.»

Resûl-ü zişân efendimiz, bu müşahedeleri üzerine' titremeğe başlamışlar ve süratle saadethanelerine gelerek Hatice validemize, üzerlerini örtmesini söylemişler ve Hatice validemiz de bir kilimle kendilerini iyice sarıp bastırmışlar. İşte, o zaman Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz kırk yaşlarında bulunuyorlardı ve Rebiul evvel ayının da ikinci pazartesi günü idi. Örtü altında yatarken:

“Yâ Eyyühel Müdessirü kum fe'enzir” – (Ey esvabına bürünen! Kalk, kâfirleri Allahu teâlânın azabıyla korkut!) âyet-i kerimesi nazil oldu. Korkusu geçince, Hatice validemize olup bitenlerden haber verdi. Hatice validemiz, kendilerini teselli ettiler:

— Korkma! dediler. Allahu azim-üş-şân, seni ebediyen korkutmaz. Zira, sen hısım akrabanı ziyaret edersin, konuklarına ikramda bulunursun, sadaka verirsin. Allahu Teâlâ, seni ebediyen korkutmaz ve korkutmayacaktır.

Hatice validemizin bir amcası vardı. Halk içinde tanınmış bir kişi idi. Ona VARAKA bin NEVFEL derlerdi. Cahiliyette Nasrani idi. İncil'i okur ve ayrıca İbranice okur yazardı.

Nasrani olmasına rağmen, gayet âlim ve üstat idi. Hatice anamız, Resûl-ü zişânı aldı ve onun yanma götürdü. Olup bitenleri aynen anlattı. Varaka bin Nevfel, Resûl aleyhisselâma da sordu ve hakikatleri kendisinden öğrenince.

— Senin gördüğün, daha önce Musa bin İmran'a da görünen Namus-u ekber Cebrail aleyhisselâm dır. (Bir rivayette Hz. İsa'ya da gönderildi, demiştir,) dedikten sonra:

— Ah ne olaydı, senin nübüvvetin zamanına genç bir yiğit olarak yetişebilseydim, sana çok yardım ederdim. Sen peygamber olacaksın, sana beşaret olsun, müjdesini verdi.

Dedi kim, işbu beşarettir sana,

Kim Risâlet tacı giydin başına,

Gördüğün Namus-u ekber Cebrail,

Kim kamu peygambere oldur delil.

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, bu sözleri dinledikten ve bu müjdeyi aldıktan sonra, tekrar Hirâ dağındaki mağarada bulunan halvetine vardı ve orada günlerce meşgul oldu; Bir gün, yine o dere içine doğru inerken bir ses duydu. Etrafına bakındı, bir şey göremedi. Yukarıya baktı ve Cebrail aleyhisselâmı aynı kürsü üzerinde oturur gördü. Yine korkudan titreyerek evine geldi ve üzerini örttürerek yattı. Cebrail aleyhisselâm bu defa:

“Ey esvabına bürünen peygamber! Kalk, kâfirleri Allanın azabıyla korkut ve Rabbin celle şâneyi büyüklükle zikret. (Tekbir getir, Allahu ekber de) Esvabını (veya nefsini) pak tut. Azabı terket, iyiliğin karşılığında daha fazlasını elde etmek için yapma!” Müddessir sûresi: 1—6

Ayetine kadar okudu. Efendimiz, başını kaldırarak meseleyi Hatice validemize nakletti. Hatice validemiz:

— Saçlarımı açayım, eğer şeytan ise gitmez. Eğer, Allah elçisi ise gider, buyurdu ve gerçekten saçlarını açtı, hemen kayboldu. Hatice validemiz:

— Yâ Muhammed Sen, peygamber oldun. Sana gelen Cebrail aleyhisselâm dır. Bana iman arz eyle ki Müslüman olayım. Sen, Hak resulüsün, dedi.

Efendimiz de Hatice validemize iman arz etti ve Hatice validemiz ilk Müslüman kadını olmak şeref ve bahtiyarlığına kavuştu.

Hatice validemiz ilk Müslüman olandır. Ondan sonra, Hz. Ali radiyallahu anh, daha sonra Ebû-Bekir radiyallahu anh Müslüman olmuşlardır.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri, yine Hirâ dağındaki mağaraya giderek halvete girdiler.

Orada kendi hallerinde meşgul iken, Cebrail aleyhisselâm geldi ve:

— ÎKRÂ- Oku! dedi. Efendimiz:

— Ben okumak bilmem, cevabını verdi.

Cebrail aleyhisselâm (Oku!) emrini tekrarladı. Efendimiz de (Ben, okumak bilmem!) cevabında bulundu. Bunun koltuğunun altına alarak sıktı ve (Oku!) emrini tekrarladı.

Çok zahmet çekmesine rağmen Efendimiz: (Ben, okumak bilmem!) cevabını verdi. Mübarek başını bir daha sıktı. Hem öyle sıktı ki, Efendimiz âdeta bunaldı. Üçüncü defa sıkışından sonra, Cebrail aleyhisselâm:

“Her şeyi yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! O keremine nihayet olmayan Rabbindir, ki kalemle yazı yazmayı öğreten odur. İnsana bilmediği şeyleri o öğretti.” Alâk sûresi: 1—5

Cebrail aleyhisselâmın birinci sıkmasındaki hikmet neydi? ikinci ve üçüncü sıkmasındaki hikmet neydi? Bu konuda, çok lâtif sözler ve rumuzlar vardır. Bunu ancak gönül ehli olanlara derler. Zira, bunu ancak gönül ehli olanlar anlayabilirler. Gönülden haberleri olmayanlar, nefsi hevâsında yürüyenler, behimi (hayvani) sıfatlardan kurtulamayanlar bu sözü anlayabilirler mi?

İşte, meşâyih-i kiram rahimehullah da müritlerini terbiye edip, teveccüh ettirip halvete ve çilehaneye bırakmalarının hikmeti çoktur. Birincisi kalbin perdesi yırtılsın, talibin gayb aleminden haberi olsun diyedir. Ancak nefsi hapsetmenin sınırı vardır, aslı ve vakti vardır. Vakti ve usulüne uyulmazsa, fayda vermeyeceği gibi, haddi geçirince de kalbe zarar verir. Kalp fesada varır.

Vahyin başlangıcı ile ilgili hikâyemize devam edelim:

Cebrail aleyhisselâm, bundan sonra Efendimizi alarak dereye indirdi ve orada kendilerine abdest almayı öğretti, öğle namazını da kıldırdı. Bundan daha fazlasını öğrenmek isteyenler, fıkıh kitaplarında tafsilât bulabilirler. Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz de öğrendiklerini gelip ümmetine talim buyurdu ve toplanıp Dâr-ül-Erkam'da ibadet ettiler. Müslümanlar günden güne arttı ve ilerledi. Hepsini anlatmağa kalkarsak, söz uzar. Şu kadarını bilmelidir ki, Kur'an-ı kerim âyet âyet nâzil olur, her defasında Cebrail aleyhisselâm gelir giderdi. Halk, bölük bölük imana gelir ve Müslüman olurdu.

Burada maksat şudur ki, Meşâyihin müritlerini halvete sokmaları ve çile çıkartmaları sünnettir. Resûl Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz dahi, Hirâ dağındaki mağarada halvete girmişlerdir. Yoksa, halkın ve bazı kendini bilmezlerin söyledikleri gibi, bidat değildir. Şunu iyi bilmelidir ki, halvete girip erba'ıyn çıkarmak, Resûl aleyhisselâmın gerekli sünnetlerindendir. Cebrail aleyhisselâm gerek Fahr-i kâinat efendimize ve gerekse İbrahim peygamber aleyhisselâma zikir telkin etmiştir. Demek ki, tâlip olana mutlaka bir mürşit lâzımdır ve mürşitsiz hak yoluna gidilmez. (Vallahu â'lem)

Şimdi ey aziz kardeş:

Halvetin ve zikrullahın şartlarını da öğrendikten sonra, yukarıda tarif olunduğu gibi halvete girip oturunca ve LÂ İLÂHE İLLALLAH demekle meşgul olunca, vakı'anı, halini ve rüyalarını bu öğütler gereğince seç, vaktini öğütler gereğince riayetle geçir. Zira, zaman olur ki maksut talibe kalple müşahede olunur.

Nitekim, Hz. Ömer radiyallahu anh'a böyle oldu ve (Kalbim, Rabbimi gördü,) buyurdu.

Eğer, müşahede bir nevi üzerine midir, yoksa her tâlibe istidadı kadar mı olur diye sorulacak olursa, müşahede başka başkadır. Her tâlibe kalbinin inşirahı (gönül açıklığı) kadar müşahede hâsıl olur. Meselâ, gönül gözünden zikrullah ile hicap giderildiği zaman hakkın hakikati gelir ruha yetişerek tecelli eder.

İşte, o zaman ruh fâni olur ve insan varlığının hakikatinden hiçbir şey kalmaz. O zaman, nazzâre-i hakka haktan gayrı kimse eremez.

Bir başka müşahede de şöyle olur: Gönül aynası zikrullah ile sâfi olunca, hakkın nuru oraya tecelli eder. Talibe, gönül gözünün basiret nuru ile müşahede-i mârifet-i Bâri hâsıl eder. Talip, kendi gönlünde müşahede eder amma, orada değildir, Hak mekândan ve cihetten münezzehtir. Gerçi, lika-i mahbup gönül aynasına aksederse de o ayna ayna da değildir. Bu söz, ehline aşikârdır. Tâlip olanlar, ehl-i halvet ve zikir olanlar, vakı'asını, uykusunu ve teveccühünü gözetmek gerektir. Bazen, tâlibe bunun gibi müşahedeler olur. Bazen daralır ve bazan açılır. Bazen dağılır ve bazan da toplanır.

Fâni veya bâki olmak olur. Bunların hepsini aynen şeyhe arz etmek lâzımdır. Şeyhin suretinden, teveccühünü ayırmamak icap eder. Zira, şeytan şeyhin suretine girip görünemez. Çünkü, şeyhler Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize tamimiyle uymuşlardır. Zahirleri ile, bâtınları ile, sırları ile, alenileri ile irşât tahtına oturmuşlardır. Bu oturmaları, Hakkın ve Resûl aleyhisselâmın desturu ile vuku bulmuştur. Şeyh-i kâmilden de icazet almışlardır. Nasıl ki, şeytan Resûl-ü zişân efendimizin şekline girip görünemezse, şeyhlerin şekline de girip görünemez. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki,

“Beni gören, mutlaka beni görmüş demektir. Zira, Şeytan benim suretime giremez ve benim gibi görünemez.”

Resulü ekrem efendimize tâbi olan şeyhler de aynen böyledir.

Hak Teâlâ, şeytana Resûl aleyhisselâm suretine girebilmek kudretini vermemiştir. Fakat, başka suretlerde görünür ve tâlibe kendisini ve nurunu gösterir. Onun nurunun da renkleri ve alâmetleri başka türlü olur. Bazen kızıl, bazan sarı gösterir. Gerçek tâlipler, kâmil iradetleri bulunduğu için şeytan onların gözleri önüne gelince, suya düşmüş tuz gibi eriyiverir. Duymadın mı, Ashab-ı Kehf 'in köpeği bir kere HAV demekle, yetmiş bin şeytan askerini helâk ediverdi. Hiç birisi, bulundukları mağaranın kapısına bile uğrayamadı. Nerede kaldı ki hilye yapsın da azdırsın veya başka bir şekilde görünebilsin.

Demek ki, tâlip olanlar kâmil iradetle ve tam bir teveccühle oturmak, zikrullah ile meşgul olmak, keşif ve kerametlerle mukayyet olmamak zorundadırlar. O kadar ki, renksiz renklerle ve keyfiyetsiz nur hâsıl olsun ve türlü türlü tecelliler belirsin, bu suretle beşeriyeti giderilsin ve külliyet fâni olsun. Zira, beşeriyetin giderilmesi vardır, beşeriyetin fâni olması vardır, mahvı vardır, mahvdan mahvolmak da vardır.

Yani, kötü ve çirkin sıfatların mahvolması ve iyi sıfatların isbatı vardır. Beşeriyet sıfatlarının eserlerini mahvetmek (yok etmek) ve vahdaniyyet sıfatlarını isbat etmek vardır. Mahvdan mahv buna derler. Nasıl ki, fenâ var, fenadan fenâ var. Fenâ, fenâyı surettir. Fenâdan fenâ ise, fenâyı sıfattır. Yani fenâyı beşeriyettir. Burada söz çoktur. Biz yine maksada gelelim:

Evet, daha sonra tecelli-i-cemal ve tecelli-i celâl hâsıl olur. Kendisi, mecazi vücudunda külliyen fâni olur ve hakikat vücudunda mevcut olur. Yani, Hak Teâlâ Zâkir kuluna celâl sıfatı ile tecelli eder ve celâl sıfatının tecellisi sebebiyle zâkiri benliği hicabı kalkar ve oradan Hak teâlânın cemal sıfatının tecellisi zahir olur. Zâkir’in, fâni olmuş vücudunu bâki eyler, işte, bundan sonra o zâkirde benlik ve nitelik kalmaz.

Nitekim, bazı arifler demişlerdir ki:

Bundan ötesinin haberi, haberi olmayanlara söylenilmez, söylenilse de fayda vermez, belki zarar verir.

Müddei sorma ki yoktur sana haber,

Bi-haberlere haber denilse eder bil zarar,

Görmek istersen o sultanın cemali şem'ini,

Var enâniyyet sebâlini gözünden sil, gider.

Görülmesi gereken bir şeyi, söylemekle kimse kimseye anlatamaz. Tadılması gereken şeyi de tatmayınca görmekle ve işitmekle tadı bilinmez. İşte, bunu da görmek ve işitmek değil tadmalıdır, sormamalıdır: Tadmayan bilmez!

Bu makam, gerçi nihayet (son) gibi görünür amma, bidayettir (başlangıçtır). Bidayet bilene hidayettir. Nihayet bilene ise dalâlettir. Asıl sülûk, bundan sonradır. Bu konuda, lâtif sualler ve cevaplar vardır. Sülûkün bundan sonrasına SEYR-Î MÂ' ALLAH derler. Fakat, maiyyet burada Hak teâlânın vahdeti olup, kesreti olmaması manasına değildir. Belki, bu mana şöyle izah olunur. Bir kimse bir damla suyu bir denize atsa, o denizin vahdetinde müstakar (birliğine dalmış) olur, hiçbir suretle ittihat olmaz (birleşmez) deniz ve damlanın beraberliğinden değil sadece denizden bahsedilir. Bu söz yukarıda da tafsil edilmiştir. Daha fazla açıklamak lâzım değildir. Anlayan anlar!

Şu var ki, o ikilik tecerrütten (soyutluktan) başkası olmaz. Zira, zâkir bu makamlara geldikten sonra, yine beşeriyyet âlemine dönecektir. İrşât tahtına oturacak ve halkı irşât edecektir.

Asıl mesele şudur:

O kimse, şimdiden sonra nefsine karşı siyaset yapma ihtiyacını duymalı mı, duymamalı mı? Yani, artık nafile namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, nafile ibadetlerden ve birden ziyade haclardan vaz geçmeli midir, geçmemeli midir?

Cevap odur ki, nefsine siyaset etmekte devam etmelidir. Nafile namaz oruç ve hac gibi ibadetlerden ihtiyaç hiçbir zaman kesilmez. Kesilir diyenler, kendilerini kapıp koyuverenler, nefsin dünya lezzetleriyle meşgul olanlar, yalnız farzları eda etmekle kanaat edenler, birçok kadınlar ve cariyeler alanlar, dünya nimetleriyle nimetlenenler, belki mahcup olmazlar, amma, oldukları yerde de kalır ve bir adım ileri gidemezler. Yani, bunları yaptıktan sonra seyr-i sülük edemezler. Seyr-i sülûke devam edebilmeleri için yine mücahedeler, riyazetler ve perhizler gerekir.

Nitekim, o hazrete yakın olanlardan birisine hitab-ı izzet vaki oldu ki:

Senin için gayet gerekli olan ancak benim, bana mülâzemet (sımsıkı bağlılık) eyle!

Bu makamlara erişip yine beşeriyyet âlemine dönenlere yine ziyade oruçlar, çok çok namazlar ve gücü yeterse hac gerektir. Duymadın mı ki o iki cihanın fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri dahi, öyle zamanlar olurdu ki dokuz günde bir defa yemek yerlerdi. Bütün ömrü boyunca nefsini arpa ekmeğine doyurmadığı meşhurdur. Geceleri de gayet az uyurlardı, teheccüd ederlerdi ve ayak üzeri durup ibadet etmekten, mübarek ayakları şişerdi:

“Gecenin bir bölümünde uyanıp namaz kıl” âyet-i kerimesi, onun hakkında nâzil olmuştu.

Şeyh Abdullah Tüşteri rahmetullahi aleyh, tâlipliği halinde yedi günde bir yemek yerdi ve derdi ki:

— Ne zaman yesem zayıflıyorum. Aç kaldığım zamanlar ise, kuvvetleniyorum. Yemekten maksat, doymaktır.

Bu şeyh-i kâmil, öyle zamanlar olurdu ki, altmış günde bir yediği olurmuş.

Şeyh Muhammed Hafif rahmetullahi aleyh de yılda dört kere halvete girer ve kırk gün otururdu. Her halvetinde, bir kere yemek yerdi. Bel kemiğini asla yere koymazdı. Bir gece çok yorgun düştü, biraz dinlenmek için arkası üzeri yattı. Daha uzanır uzanmaz, ayak ucunda Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi gördü ve derhal doğruldu. Utanarak başını önüne eğdi ve Resûl-ü zişânın:

— Yâ Muhammed Hafif! Ne yatıyorsun? Yoksa, tarik-i haktan yüz mü çevirdin? Hakkın izzeti için, tarik-i haktan yüz çevirip nefse uyanlara öyle azap eder ki, o azap ne Yahudi ne Hristiyan ne kâfir, hiçbir millete edilmemiştir.

Şeyh Muhammed Hafif, derhal abdest tazeledi, tövbe ve istiğfar etti halvetine girdi ve kırk çileyi birbiri ardınca tamamladı, çilehaneden bir an çıkarak nefsini dinlendirmedi ve sonunda çilehanesi içinde can verdi.

Kardeş:

Talip, matlûba erişince, kul sultana ulaşınca; amelini ihlâsa götürmüş ve mecazi vücudundan kurtularak hakikatle mevcut olmuş bulunur. Artık tâliplik ve müritlik mertebelerinden kurtulmuş ve muratlık, matlûpluk mertebelerine erişmiş olur. Fakat, iş bundan sonra daha korkuludur. Zira:

Muhlisler, büyük bir tehlike içindedirler:

Sual — Bu mertebeye yetişen kimsenin, şeyhinden teveccühü kesilir mi? Yoksa, yine şeyhine teveccühü olur mu?

Cevap — Artık ihtiyaç olmaz. Zira, tâlibin şeyhten ihtiyacının kesilmesi Allahu Teâlâ’yı kâmil bir muhabbetle sevmekle olur. Allahu Teâlâ’yı kâmil bir muhabbetle sevmek ise, mahbubun kendisine tecelli etmesiyle olur. Mahbubun tecelli etmesi de talibin kendinden geçmesine külliyen fâni olması ile olur.

Bunların hepsi hâsıl olduğuna göre, artık teveccühe ihtiyacı kalmaz. Fakat, bu konuda bir söz daha vardır. Seven kişi ona derler ki, Kendinde fani olmayınca Hak onda tecelli etmez, Hak tecelli etmeyince kendinde fâni olmaz.

Nitekim, bu konuya kitabın başlangıcında da temas etmiştik. İbn-i Farid de Kaside-i tâ'iyyesinde şöyle demiştir:

(Sen, benim zâtımı bende fâni olmayınca sevmedin. Suretim tecelli etmeyince, Fâni de olamazsın.)

Yani: (Celâl sıfatımın tecellisi ile fâni olmadan ve cemal sıfatımın tecellisi ile baki olmadan, sen beni sevemezsin.) demek olur.

Böyle olunca, fâninin bâkiyi sevmeğe mecali olur mu? Yahut hâdisin kadimi bulmağa kudreti bulunur mu? Kadim, kadimi sever. İşte, kâmil muhabbet budur. Baki, bâkiyi müşahede eder.

Şeyh Cafer-i Sadık'ın (Areftü Rabbi Bi-Rabbi- Rabbimi, Rabbimde bildim.) demesi de böyledir. Bunu, ancak anlayan anlar.

Burada da söz çoktur. Fakat, ârif olana bir işaret kâfidir.

Burada bu sözü keselim. Zira, cahile ne kadar çok söylenirse, mü skili ziyade olur. Nitekim, âşıklar demişlerdir ki:

Cahil ermez bu hikmete,

Cahili koyma sohbete,

Yiye de muşulaya yata,

Ahır dolu saman gerek.

Böylece, Allahu Teâlâ’ya kâmil muhabbet hâsıl oldu, nefs kemale erdi dememden, bundan öteye mertebe olmadığını sanma! iyi bil ki, bu iptidadır. Bundan öteye mertebelerin sonu yoktur. Ne var ki, bundan sonra şe yhin hüsn-ü rızası ve hakkın buyruğu ile bir köşeye çekilmek ve tâliplerin terbiyeleriyle meşgul olmak gerektir. Kendisi yetiştiği gibi, tâlipleri yavaş yavaş doğru yola çekmeli ve nefsin yedi kötü ve çirkin sıfatını düzeltmeğe çalışmalıdır. Sözümüz de burada tamam oldu. (Vallah u â'lem)

Ey aziz kardeş:

Bir mürşid-i kâmil huzurunda yetiştin, olgunlaştın ve erginleştin, Hak Teâlâ, lütuf ve keremiyle seni kabul etti. Sana bu mertebeleri ihsan buyurdu. Gözünden hicap giderildi. Artık, gözün nereye baksa dost görünür oldu. Eskiden yabancı gibiydin, benlik hicabı altında kalmıştın. Şimdi, yabancılık tanışıklığa döndü, ikilik gitti ve birlik oldu. Sana dost elinden türlü türlü ihsanlar ve ikramlar yetişse gerektir. Türlü türlü tecelliler olsa gerektir. Her gecen bir kadir ve her günün bayram olsa gerektir. Her yer, sana Kâbe, mescit ve Kudüs olsa gerektir.

Zira, şimdiden sonra senin yıldızın, saadet burcundan doğar, saadet devrini devran eder ve saadet âleminde seyran eyler. Fakat, bütün bunlara asla mağrur olmamalısın. Artık, işinin bittiğini ve sülûkünün tamamlandığını sanmamalısın.

Bundan öteye mertebe olmadığı zannıyla aldanmamalısın.

Bundan öteye mertebeler nihayetsizdir.

Şunu bilmiş ol ki, bir talibin yüz yıl ömrü olsa, bu yüz yıllık ömrünün tamamını sülûk ile geçirse, yüce yüce makamlara erişse, o makamlara hiçbir velinin erişemediğini zannetse, muhakkak olarak bilmelidir ki, sülûke yeni ayak basmış gibidir. Bin yıl ömrü olsa ve sülûküne devam etse bile, bir Nebinin ayak bastığı yere, onun başı dahi erişmez.

Böyle olduğuna göre, gece-gündüz çalışmak ve cehdi elden bırakmamak günden güne terakkide olmak gerektir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin şu Hadis-i şeriflerini daima göz önünde bulundurmak ve düşünmek lâzımdır:

“İki günü müsavi olan zarardadır.”

Yani, bugün aştığı menzilden daha yüce bir menzili, yarın aşamayan ve o menzilde kalan zarardadır, demek olur.

Günden güne ilerleyebilmek için çok çalışmak lâzımdır.

Sual — Evliyanın korkusu gider denilmiştir. Nitekim, Hak Teâlâ, Kur 'anı kerimde buyurur:

“İyi bilin ki, Allahu teâlânın velileri (Dostları ve yakınları) için hiçbir korku yoktur. Onlar, mahzun da olacak değillerdir.” Yunus süresi: 62

Şu hâlde, bu korku nedir?

Cevap — Evet, velilerin korkusu gider. Ancak, Hak velilerinden şu korkular giderilir:

1) Dünya ve dünyada ne varsa onların korkusu gider.

2) Cehenneme girmek korkusu da gider.

3) Cennete girememek korkusu da gider.

Şu var ki, Hak velilerinin gönüllerinde Allah korkusu baki kalır. Bu korku, halkın korkusundan çok çok fazladır. Zira, ne kadar marifet ve kurbiyyet hâsıl olursa, Allah korkusu da o nispette artar. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki

“Eğer, benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız; çok korkardınız.”

Şimdi kardeş:

Veliler, haktan gayriyi bilmezler. Dünyada haktan gayrı kimseden ve hiçbir şeyden korkmazlar, yalnız haktan korkarlar. Allahu Teâlâ’dan korktukları için de gece gündüz ibadet, tâat ve mücahede üzerinde bulunurlar. Neylesinler ki, Hak Teâlâ insanı çalışmak için yarattığını, Kur’ anı aziminde buyurmuştur:

“İnsan için, kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”

Şimdi ey kardeş:

Senin de gece-gündüz çalışman ve cehd üzere bulunman gerektir. Yoksa:

— Ben de Ehlullah oldum. Benim de Hak katında sözüm geçer. Ehl-i tasarruftanım. Kimini öldürür, kimini şöyle ederim, dememelisin.

Bizden önce gelmiş geçmiş Hak velileri, bunca keramet göstermişler, bunca şöhrete ulaşmışlardır. Hepsi de gitmişler adları hâlâ bu âlemde söylenir. Sakın sakın:

— Ben de keramet göstereyim, halk bana da uysun, demek gibi bir düşünceye kapılmamalısın. Oğul veya kız hatırı için veya dünyaya meylederek bir iş yapmak, keramet göstermek, tasarrufta bulunmak hevesine düşmemelisin. Mertebenden düşer Bel'am ve Bersısa gibi merdut olursun. Sonra ebediyen mahcup ve Ne'ûzü billahi Teâlâ mahrum kalırsın. Bu yolda, kendi ihtiyarı ile iş işlemek merdutluğa (reddedilip, uzak düşme) sebeptir. Nitekim, acem erenleri demişlerdir.

Keşf-ü keramet hırsının tepesine bas ey sâlik!

Zira, bütün bulaşıktık; hicap içre hicap olur.

Fakat, senin haberin yok iken, sana keramet olsun diye Hak Teâlâ tarafından olursa, o iş Allahu Teâlâ’nındır. Bir veli, kendi ihtiyarı ile keramet olsun diye keramet gösterirse ebediyen merdut (uzak düşer) olur.

Şeyh Aliyyid-dekkak rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki:

“Allahu Teâlâ, Nebilerine mucizeler göstermeği farz kıldığı gibi, velilerine de kerametlerini gizlemeği farz kılmıştır.”

Bazı arifler de demişlerdir ki:

“Nebilerin ukubetleri (ceza), vahyi ve mucizeleri hapsetmeleri ve velilerin ukubetleri ise kerametlerini açıklamalarıdır.”

Bunlardan da anlaşılıyor ki, kişinin kendisini bilmezler makamına koyarak bu gibi tehlikelerden uzak kalması daha hayırlıdır. Hak Teâlâ katında mertebesinin ziyadeleşmesine sebeptir.

Kardeş:

Sonunun ne olacağı korkusu, velilerden asla gitmez. Sonunun ne olacağından korkan kişi, daima hak yolunu gözetir.

Nefsinin başını, daima mücahede çekici ile döver. Nefsini merkep edinip biner ve daima Hak yoluna sürer. Allâh dostları ve Allâh ile bilişlik edenler, nefislerinin başında daima fil terbiyecisi gibi olurlar. Mücahede çengelini elden hiç bırakmazlar. Nefsleri üzerine havale olup diledikleri yere iletirler.

Meşâyih; «O mertebelere erişen kimseler, helâlden şeriat otlaklarında nefslerini otlatsalar mahcup olmazlar» demişlerdir. Gerçi öyledir amma, biz de deriz ki, ruh kendi makamında her ne kadar mahcup olmazsa da daha ileriye de yürüyemez. Zira,

Behimi (hayvani) nefsini, helâl otlaklarda gütmüşlerdir. Âdeta nefslerinin eşekçisi olmuşlardır. Buna razı olmak kendi nefsine hizmet etmek demektir. Oysa, öyle azizler vardır ki, helâl lokmayı dahi nefslerine doyasıya vermemişlerdir.

Şeyh Bayezid-i Bestami rahmetullahi aleyh, zaruret olmayınca yemez ve içmez, zaruret olmayınca uyumaz ve zaruret olmayınca konuşmazdı. Yemek, içmek, uyumak ve konuşmak nefsin gıdalarıdır. Geceleri, sabahlara kadar ibadet ederdi. Uyusa bile, gayet az uyurdu. Bir gece, nefsini ibadet etmekte yavaş ve isteksiz buldu. Düşündü ve anladı ki, o gece yemeği ve içmeği her zaman olduğu gibi değil, bir iki lokma fazla yemişti ve suyu âdeti hilâfına bir iki yudum fazla içmişti. Nefsinin bu yüzden ibadete karşı yavaş ve isteksiz olduğunu fark edince, bir yıl yememeğe ve içmemeğe and içti, yemininde de sebat etti ve bir yıl hiçbir şey yemedi ve içmedi.

Kardeş:

Bu söz sana acayip gelmesin ki, Hak velilerine bir yıl yememek ve içmemek gayet kolaydır. Onlar, ruhani gıdalarla beslenirler. Bir iki yıl yemeseler ve içmeseler de hiçbir şey olmazlar. Hiç duymadın mı ki, Ashab-ı Kehf 309 yıl yemediler ve içmediler, söylemediler, yürümediler de yine ölmediler. Sûre-i Kehfte bunların kıssaları hikâye olunmuştur.

Mevlânâ Celâlüddin-i Rûmi hazretleri de Sultan-ül-ârifiyn Bayezid-i Bestamî’nin bir yıl yemediğini ve içmediğini, Mesnevisinde ne güzel ifade buyurmuştur:

Şeyh Bayezid: «Tam bir sene yiyip, içmedim.» dedi,

Hûda ona aç ve susuz yaşama gücü verdi,

Din uğrunda cihat etti yıl boyunca nefsiyle,

Sultan oldu, Kutb-ül-ârifiyn makamına erdi.

Bayezid-i Bestami rahmetullahi aleyh, şeyhler içinde adı söylenen, Sultan-ül-ârifiyn olarak bilinen, bütün şeyhlerin huzurunda saygı ile baş eğdikleri bir sultan idi. Onun mertebesini ve bütün şeyhlerin baş eğmelerini merak edecek olursan sana hemen haber vereyim:

Meşâyih, kendisine onun için baş eğerler ki; melekler arasında Cibril-i emin ne mertebede ise, Bayezid-i Bestami hazretleri de meşâyih arasında öyledir. Nasıl ki, Cebrail aleyhisselâm meleklerin tavusu ise, Bayezid-i Bestami de şeyhlerin tavusudur.

Kaldı ki; az yemek, az içmek, az uyumak ve az konuşmak, Nebilerin hasletidir. Bunlar, kişiye güzel ahlâk getirir. Güzel ahlâk ise, kişiyi yüce yüce mertebelere eriştirir.

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki:

— İyi ahlâk, kişiyi dünyada ve ahirette aziz eder. Kötü ahlâk ise, kişiyi dünyada ve ahirette zelil eder.

Kötü ahlâk, asla affolunmayan bir günahtır. Kötü ahlâklı kişi, çok yanılır ve onun yeri cehennemdir. Hatta, cehennemin de aşağısından aşağıdır.

Abdullah Bin-il Mübarek rahmetullahi aleyh, güzel ahlâklı ulu bir şeyh idi. Daima işi açlık ve susuzluktu. Bir sefer esnasında, kötü ahlâklı birisi ile yoldaş oldu. Gezileri boyunca, o kötü ahlâklı kişinin elinden ve dilinden çok çekti. Nihayet, birbirlerinden ayrıldılar. Abdullah bin-il Mübarek hazretleri, konakladığı yerde evinden ölü çıkmış gibi ağlamağa başladı.

Kendisinden sordular:

— Yâ Şeyh! Neden ağlıyorsunuz?

Hazret-i şeyh cevap verdi ve buyurdu ki:

— Buraya kadar birlikte yoldaşlık ettiğim kişi için ağlarım ve yanarım ki, benden ayrıldı gitti, o kötü ahlâkı kendisinden ayrılmadı. Ah yazık, çok yazık. O kötü huy ondan gitmezse, gittiği yerde onun bedeni hiçbir zaman rahat bulamayacaktır.

Kötü ahlâk, kişinin bütün güzel amellerini de bozar. Nasıl ki, sirke balı bozduğu gibi, salih amelleri ifsad eder.

Veheb rahmetullahi aleyh buyurur ki:

“Kötü ahlâk, kırık saksıya benzer. Ne balçık olur ne de yamanır. Öylece çöplükte yatar, durur.”

Kardeş:

Sana nasihatim olsun ki, dünyadan kaç ve dünyanın azına ve çoğuna tamah eyleme! Yetecek kadarı ile dünyaya kanaat eyle ki, izzet kanaattedir. Zillet ise tamahtadır. Şöhreti de terk et, şöhret ve riyaset isteme ki, büyük bir afete uğrarsın. Kibirli de olma, Hak Teâlâ kibirli olanları sevmez ve Kur'an-ı aziminde buyurur:

“Kibirlenenlere, cehennemde bir mekân mı yok?” Zûmer sûresi: 60

Şunu da muhakkak olarak bil ki; şöhret, riyaset ve kibirlilik, Hak Teâlâ hazretleri katında horluktur. Meskenet ve tevazu Hak Teâlâ hazretleri katında izzettir.

Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurmuşlardır ki:

— Benim ümmetimden bir kavim vardır ki, eğer onlardan birisi gelse ve sizden bir akçe veya bir pul istese, ona pul gösteriniz, fakat vermeyiniz ve kovunuz. Amma, Hak Teâlâ hazretinden sekiz cenneti mülk olarak dileseler verirdi.

Allâh dostları, miskin yere düşerler. Evinde, herkesin yiyemediği yemekleri pişirtme. Sırtına, herkesin giyemediği kıymetli elbiseler giyinme. Yemeğini, giyinmeni, yürümeni ve her hareketini meskenet (fakirlik) üzerine eyle ki, “elbisesi eski olanın, kalbi nurlu olur” diye Hadis-i şerif vardır. Halkı reddetmek, hakkı kabul etmektir. Halk ile ve müritlerinle çok oturma. Rızık için hiç kaygı çekme, Allahu Teâlâ’ya tevekkül et ve kendini ona teslim eyle. Hak Teâlâ nasıl dilerse, öyle eyle.

Kendini, denize düşmüş bir yonga bil, Hakkın iradeti hangi taraftan eserse seni elbette o tarafa götürür. Kulluk makamında kaim ve daim ol.

Kulluğun neyi gerektiriyorsa, onun ardından git.

Kapına geleni de kapından gideni de Hakkın getirip götürdüğünü bil.

Müritlerinin ergenine evlenmesi için müsaade etme. Evli olanın da bekâr kalmasına izin verme.

Kitabet etmelerine ve sefere gitmelerine destur vermek de yoktur. Gözünün her gördüğü de senin için bir olsun. Hak yolunda cömert ol, bâtıl yola cimri ol.

Ehl-i cemaate muhalefet eyleme. Müritlerine, beş vakit namazı imamla ve cemaatle kılmalarını tavsiye et.

Ramazan ayının son on günü içinde itikâf a girmeği terk etmesinler. Recep ve şaban aylarında oruç tutsunlar, Zilhiccenin ilk on günü ile Muharremin ilk on günü de oruçlu olsunlar.

Akşam namazı (nafile namaz, Evvâbiyn namazı) kılsınlar. Zira, Evvâbiyn kılanlara Allahu Teâlâ rahmet eder. Kur'an-ı kerimde böyle buyurulmuştur:

Akşam namazından sonra, yatsıya kadar Kur'an okumayı veya zikrullah etmeyi terk etmesinler. Akşam namazını ve Evvâbiyn namazını kıldıktan sonra, ELİF-LÂM'ın sonunu birisi okusun, diğerleri secde eylesinler ve ondan sonra ya Kur'an okusunlar veya zikrullahta bulunsunlar. Yatsı namazından sonra, herkes yerli yerine gitsinler.

Geceleri, on iki rekât gece namazını mutlaka kılsınlar. Vitir namazını, bu namazdan sonra kılmak daha iyidir. Cuma gecelerini ihyâ etmeyi unutmasınlar. Cuma geceleri tesbih namazını mutlaka kılsınlar. Zira, tesbih namazı çok gerekli bir namazdır. Sabah namazından sonra, gün doğuncaya kadar ya Kur'an okusunlar

“Allahu teâlâ, günahlarından tövbe edip, tâatine rücû edenlere mağfiret edicidir.” İsrâ sûresi: 25

Veya zikrullahta bulunsunlar. Gün doğduktan sonra 2 veya 4 veya 8 rekât işrak namazı kılmayı terk etmesinler.

Müritlerine, tenbih et ki çalgı çengi, eğlence ve oyunlar içinde ömür çürütenlerle bir arada bulunmasınlar. Hasta ziyaretine gitsinler, Cenaze namazı kılsınlar, pazar yerlerine gitmesinler, bir iş için gittikleri zaman da çabucak dönüp gelsinler, çalgılı düğünlere gitmesinler, çalgılı düğün yemeğini ve ölü için pişirilen yemeği yemesinler. Kadıların ekmeğini, vakıf ekmeğini, dilencilik ekmeğini yemesinler ve sakın dilencilik etmesinler. Sen de müritlerini Hak için irşât eyle ve dünya umma, beyler kapısına varma ve zenginlerden ilgi ve ilişkini kes, beylere ve zenginlere meylederek fakirlerden yüz çevirme. (Vallahu â'lemü bis-savâb.)

Bu vird, içerisinde Kur'an-ı Kerim'den âyetler, hadis-i şerifler ve salâtu selâm bulunan Kadirî evrâd-ı şerifi Gavs'ul-â'zam Abdulkadir Geylani hazretleri tarafından tertiplenmiş bir virddir. Kadirî dergâhlarında zikrullaha başlanılmadan önce okunmakta olup, vakit namazlarından sonra veya günün herhangi bir zamanında da okunması için müridlere telkin ve talim olunmuş bir virddir.

EVRÂD-I-ŞERÎFE-Î-KADÎRÎYYE

E’ûzü billahi min-eş-şeytan-ir-raciym. Bismillah-ir-Rahman-ir-Rahiym

El-hamdü lillahi Rabbil-âlemiyn. Er-Rahman-ir-Rahiym.

Mâlik-i yevm-id-din.

İyyâke nâ’büdü ve iyyâke nesta’ıyn.

İhdinas-sırat-el-müstakiym.

Sırat-elleziyne en’amte aleyhim.

Gayr-il mağdubi aleyhim ve led-dâlliyn. (Âmin)

İnnallahe ve melâ’iketehu yusallûne alen-Nebiy.

Yâ eyyühelleziyne âmenû sallû aleyhi ve sellimû tesliymâ

Allahümme salli ve sellim ve bârik âlâ seyyidinâ Muhammed’in ve âlâ âlihi ve sahbihi ecma’iyn.

Sübhane Rabbike Rabbil-izzeti ammâ yasif ûn ve selâmün alel-mürseliyn. Velhamdü lillahi Rabbil-âlemiyn. (1)

(1) Burada, şükür makamında iki elle yüz meshedilecektir.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke ya Resûlallah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ Habiballah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ Halilallah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ Nebiyyallah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke ya safiyyallah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ hayre halkillâh.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ nure arşillah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ emin-e vahyillah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ men zeyyenehullah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ men şerrefehullah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ men kerremehullah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ men azzemehullah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ men allemehullah.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ seyyid-el-mürseliyn.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ imâm-el-müttekiyn.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ hâtem-en-Nebiyyin.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ rahmeten lil-âlemiyn.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ şefiy-âl-müznibiyn.

Es-salâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûle Rabbil-âlemiyn.

Salâvatullahi ve melâ’iketihi ve Enbiyâ’ihi ve hamelet-i arşihi ve cemi-i halkıhi alâ seyyidinâ Muhammed’in ve âli- hi ve sahbihi ecma’iyn.

(Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed’in abdike ve habibike ve Resûlik-en-Nebiyyil ümmiyi ve âlâ âlihi ve sahbihi ve sellim.) (1)

(1) Bu salâvat, üç kere okunacaktır.

(Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammed’in-nin-Nebiyyil melihi sahib-il makam-il âlâ vel-lisan-il-fasih.) (2)

(2) Bu salâvat, üç kerre okunacaktır.

Allahümmec’al efdale salâvatike ebeden

Ve enmâ berekâtike sermeden

Ve ezkâ tahiyyâtike fadlen ve adeden

Alâ eşref-il halâ’ik-il insaniyyeti

Ve mecma’il hakayik-il iymaniyyeti

Ve Tûr-it tecelliyât-il ihsaniyyeti

Ve mehbıt-il esrar-ir Rahmaniyyeti

Ve arûs-il memleket-ir Rabbaniyyeti

Ve vasıtati ıkd-in Nebiyyin

Ve mukaddimi ceyş-il mürseliyn

Ve ka'idi rekb-il Enbiyâ-il mükerremiyn

Ve efdal-il halki ecma’iyn

Hâmil-i livâ-il izzil-â’lâ

Ve mâlik-i ezimme’t-il mecd-il esnâ

Şâlıid-i esrâr-il ezel

Ve müşâhid-i envâr-i sevabık-ıl üveli

Ve terceman-ı lisan-il kıdem

Ve menba’il ilm-i vel-hilm-i vel-hıkem

Mazhar-ı sırrıl-cûd-il cüz’iyyi vel-külliyyi

Ve insan-i ayn-il vücud-il ulviyyi ves-süfliyyi

(Ruh-u cesed-il kevneyn) (3)

(3) Bu cümle üç kerre okunacak ve her defasında vücut mesh olunacaktır.

(Ve ayn-i) (4) hayat-id-dâreyn

(4) Burada iki elin baş parmaklarının tırnağı öpülerek gözlerin üzerine meshedilecektir.

El-mütehakkıki bi-â’lâ rüteb-il ubudiyyeti

Vel-mütehallık-i bi-ahlâk-il makamat-il-ıstıfâ’iyyeti

El-halil-il â’zam vel-habib-il ekrem

Seyyidinâ Muhammed’in bin Abdillah bin Abdilmuttalip ve âlâ sâ’ir-il Enbiyâ-i-vel mürseliyn

Ve âlâ melâ’iketik-el mukarrebiyn

Ve âlâ ibâdillah-is sâlihiyn

Min ehl-is semâvat-i ve ehl-il-ardıyne

Küllemâ zekerek-ez-zâkirûn

Ve gaf ele an zikrik-el gafilûn

Ve sellim ve radiyallahu an ashab-i Resûlillah-i ecma’iyn.

EVRÂD; lügatte VİRD’in cem’i (Çoğulu) olup, VÎRD’ler yani her zaman tekrar edilen ve belirli zamanlarda okunması vazife bilinen dualar anlamına gelmektedir. Biz, buna dil alış­kanlığı veya daima dilde bulunması, daima tekrarlanması gerekli hayırlı ve faydalı sözler de diyebiliriz. Kaldı ki, evrâd-ı şeriflerin çoğu Kur’an-ı kerimden âyetler, Hadis-i şe­rifler ve salâtü selâm ile süslenmiştir. Tarikat-i aliyyenin pirân-ı izâmı veya daha sonra gelen meşâyih-i kirâmı tarafın­dan tertip olunmuş ayrı ayrı evrâd-ı şerifesi vardır.

Kadiri evrâd-ı şerifinin, başından ALLAHÜMMEC’AL EFDALE SALÂVATİKE ibaresine kadar olan kısmı, MÜZEKKİN NÜFUS müellifi Eşref zade Şeyh Abdullah Rûmi kaddesallahu sırrah-ul-Kayyumi hazretlerinin, muhterem mür­şitleri, Pir sultan Abdülkadir-i Geylâni kuddise sırruh efendi­mizin torunu Şeyh Seyyid Hüseyin-il Hamavi kuddise sırruh tarafından, mütebakisi Gavs-ül-â’zam hazretlerince tertip buyurulmuş olup Kadiri dergâhlarında mübarek geceler­de zikrullaha başlanılmadan okunduğu gibi, müritlere de sabah namazlarından sonra veya günün diğer münasip bir zamanında muntazaman okunması telkin ve talim olunmuş­tur.

Mânası ve medlûlu bilinmeden okunacak herhangi bir dua ile, bilerek ve anlayarak okunan dua arasında, kabule ka­rin olması bakımından elbette büyük farklar olacağını göz önünde bulundurarak, Kadir-i evrâd-ı şerifesinin metnini ver­dikten sonra, öz ve özet halinde şerhini ve açıklamasını yap­mayı da maksada uygun ve faydalı bulduk.

Bu kısa izahattan sonra, şimdi açıklamalara başlayabi­liriz:

E’ÛZÜ BİLLÂHİ’MİN-EŞ-ŞEYTAN-İR-RACÎYM

Rahmet-i İlâhiden kovulmuş olan şeytanın şerrinden, Allahu teâlânın hıfz-u himayesine sığınırım.

BİSMİLLAH-İR-RAHMAN-İR-RAHİYM

Rahman ve Rahiym olan Allahu Azim-üş-şânın ismiyle başlarım.

EL-HAMDÜ -LİLLAHİ RABBİL-ÂLEMİYN

Bütün hamd ve senâlar, o Allahu teâlâya mahsus ve mün­hasırdır ki, âlemlerin Rabbi, mürebbisi ve mâlikidir.

ER-RAHMAN-İR-RAHİYM

Dünya hayatında- Ayırd etmeksizin- bütün yarattıkla­rına nimetlerini ihsanlarını ve merhametini esirgemez. Âhirette ise, yalnız mü’min kullarına rahmet ve merhamet eyler.

MÂLİK İ YEVM-İD-DİN

Hesap ve ceza gününün hâkimidir.

İYYÂKE NA’BÜDÜ VE İYYÂKE NESTA’İYN

Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz.

İHDİNAS-SIRAT-EL- MÜSTAKİM SIRAT-ELLEZİYNE EN’AMTE ALEYHİM

Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet et.

GAYR-İL MAGDUBİ ALEYHİM VELED-DÂLLİYN

Gazabına uğrayanların ve sapıkların yollarına değil. (Âmin.)

(Evrâd-ı şerif enin bundan sonra gelen kısmı, Ahzâb sûre-i celilesinin 56. âyet-i kerimesidir.)

İNNALLAHE VE MELÂ’İKETEHU YUSALLÜNE ALEN-NEBİY YÂ EYYÜHELLEZİYNE ÂMENÜ SALLÛ ALEYHİ VE SELLİMU TESLİMÂ

Muhakkak ki, Allahu teâlâ ve melekleri Nebiyyi zişâna salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât ve selâm edin.

(Bilindiği gibi, SALÂT’ın iki mânası vardır. Birisi namaz­dır ve diğeri Peygambere duadır, ki bu duaya TASLİYE de­nilir. Salât, Allahu teâlâ tarafından olursa; Hakkın rahmet ve in’amı, meleklerin istiğfarı ve Resûl-ü zişânın medh-ü senâsı demek olur. Selâm ise, ayıplardan ve âfetlerden beri olmak­tır. Birbirimize karşı alıp verdiğimiz selâm da bu mânada bir duadır. Falır-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz haz­retleri, bir Hadis-i şeriflerinde: (BENİ BİR KERRE TASLİ­YE EDENİ, ALLAHU ÂZİM-ÜŞ-ŞAN ON KERRE TASLİYE EDER,) buyurmuş olduklarından, diğer bütün evrâd-ı şerif­lerde olduğu gibi, Kadiri evrâd-ı şerifinde de salât ve selâma, geniş bir yer verilmiştir.)

ALLAHÜMME SALLİ VE SELLİM VE BÂRİK ALÂ SEYYİDİNÂ MUHAMMEDİN VE ALÂ ÂLİHİ VE SAHBİHİ ECMA’IYN

(Aşağıda mânaları açıklanmıştır.)

Evrâd-ı şerif enin bu kısmı da Saffât sûre-i celilesinin 180 -181 ve 182. âyet-i kerimeleridir ki, her duadan sonra okunmaktadır. Zira, bir Hadis-i şerifte: «Kim, âhirette kilelerle ölçülecek sevap isterse, her mecliste son sözü SÜBHANE RABBİKE RABBİL İZZETİ AMMA YASIFUN VE SELÂMÜN ALEL MÜRSELİYN VEL-HAMDÜ LİLLAHİ RAB­BİL-ÂLEMİYN olsun» buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimenin meal-i münifi de şöyledir:

Rabbin, Rabbil-izzeti celle şâne, onların bütün isnatların­dan münezzehtir. Gönderilen bütün peygamberlere selâm ve âlemlerin Rabbi olan Allahu teâlâya hamd olsun.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ RESÛLALLAH

Salâtın mânasını yukarıda açıklamıştık. Bu izahatımıza göre mâna vermek gerekirse: (Allahu teâlânın rahmet ve in’amı, bereket ve ihsanı selâm ve senası senin üzerine olsun ve seni bütün âfetlerden selâmette bulundursun ey Allahın Resûlü.) demek olur. Resûlün de üç mânası vardır:

  1. Elçi
  2. Allahu teâlâ tarafından kitap ile gönderilen peygamberler
  3. Peygamber-i zişân efendimiz. Burada, her üç mâna da kas­tedilmekle beraber, daha ziyade üçüncü mânayı kasd ve kabul etmek lâzımdır. (Aşağıda salât ve selâm tekrar edildikçe, bu­na göre mâna verilmelidir.)

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ HABİBALLAH

Habiballah, Peygamber efendimizin mübarek isimlerindendir. Habip, sevgili demektir. Buna göre (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın sevgilisi.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ HALİLALLAH

Halil, sadık dost demektir. Allahu teâlânın en sadık dos­tu olarak peygamber efendimiz Halilallah diye de anılmakta­dır. Bu isim, aynı zamanda efendimizin muhterem dedeleri İb­rahim Peygamber aleyhisselâma da verilmiştir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın sadık dostu.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ NEBİYYAL­LAH

Nebi, bilindiği gibi Allahu teâlâ tarafından kullara ahkâ­mı tebliğ eden zât-ı şerif demektir. Resûl ile arada şu fark vardır. Nebiler, kitap sahibi olmayabilirler. Oysa, Resûl kitap sahibi bulunanlara mahsustur. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın Nebisi.) denilmek istenilmiş­tir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ SAFİYYALLAH

Safi, pâk ve temiz manasına gelir. Peygamber efendimi­zin mübarek isimlerinden olduğu gibi Âdem aleyhisselâmın da isimlerindendir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın pâk ve temiz kulu.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ HAYREHALKİLLAH

Hayr'ın mânası açıktır ve herkes tarafından bilinmek­tedir. Halkillah, Allahu teâlânın yarattığı bütün mahlûkat-ı ilâhiyyedir. Peygamber efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, âdemoğullarının efendisi ve bütün yaratılmışla­rın en üstünü bulunduğundan elbette mahlûkat-ı ilâhiyyenin en hayırlısıdır. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine ol­sun, ey Allahu teâlânın yarattıklarının en hayırlısı.) denil­mek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ NURE ARŞİLLAH

Arş-ı İlâhi, nûr-u Muhammedi’den yaratılmış bulundu­ğundan Peygamber efendimiz elbette arşın nurudur. Buna gö­re: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın arşının nu­ru.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ EMİN E VAHYİLLAH

Peygamber efendimiz, Hak teâlâ tarafından kendilerine vahyolunanların hepsini, aynen ve tamamen ümmetine tebliğ ve talim buyurmuş olduklarından vahyin emini manasına «Emin-e vahyillah» olarak tavsif olunmuşlardır. Kaldı ki, risâlet ve nübüvvetlerinden önce de kendilerine MUHAMMED-ÜL EMİN lâkabı verilmiş olduğu tarihi kaynaklardan anlaşılmaktadır. Buna göre (Salât ve selâm senin üzerine ol­sun, ey vahy-i İlâhinin emini.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ MEN ZEYYENEHÜLLAH

Zeyyenehullah, Allahu teâlânın ziynetlendirdiği, süsle­diği demektir. Gerçekten, Peygamber efendimiz Hak celle ve âlâ hazretleri tarafından mânen ve maddeten, zâhiren ve bâtınen hiçbir kula nasip ve müyesser olmayan üstün meziyetler ve mümtaz hasletlerle süslenmiştir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın ziynettendirdiği.) de­nilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ MEN ŞERREFEHULLAH

Şerrefehullah, Allahu teâlânın şereflendirdiği demektir. Gerçekten, Peygamber efendimiz hiçbir Resûl ve Nebiye na­sip olmamış şereflerle müşerref kılınmıştır. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın şereflendirdiği-.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ MEN KERREMEHULLAH

Kerremehullah, Allahu teâlânın ululaştırdığı, hürmet ve tâzim ettiği demektir. Gerçekten, Hak teâlâ Peygamber efen­dimizi tekrimat-ı sübhaniyesine mazhar kılmış ve kendisine hiçbir peygamberine göstermediği tâzimi göstermiştir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın ululaştırdığı, tekrim ve tâzim ettiği.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ MEN AZZEMEHULLAH

Azzemehullah, Allahu teâlânın büyülttüğü ve yücelttiği demektir. Gerçekten, Hak teâlâ Peygamber efendimizi bütün peygamberleri arasında büyültmüş ve yüceltmiştir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın büyült­tüğü ve yücelttiği.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ MEN ALLEMEHULLLAH

Allemehullah, Allahu teâlânın talim buyurduğu, öğrettiği demektir. Gerçekten, Hak teâlâ Peygamber efendimizi ilm-i ledün ile, zâhir ve bâtın ilimleriyle, evveliyn ve âhiriyn ilimle­riyle talim buyurmuştur. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın ilm-i ezelisini talim buyurduğu.) denilmek istenilmişti.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ SEYYİD-EL- MÜRSELİYN

Seyyid. Efendi demektir. Mürseliyn de Âdem aleyhisselâmdan itibaren Resûl-ü zişân efendimize kadar gönderilen Peygamberân-ı izâm hazeratına denilir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey bütün peygamberlerin efendisi) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ İMAM-EL- MÜTTEKİYN

İmamın mânası bellidir. Müttekiyn ise, günahlardan ve bütün şüpheli hal ve hareketlerden sakınanlar, takva ehli olan­lar demektir. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey takva ehlinin imamı, önderi ve rehberi.) denilmek istenil­miştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ HÂTEM-EN- NEBİYYİN

Hâtem, sonuncu demektir. Nebiyyin de Nebiler mânasına gelir. Gerçekten Kur’an-ı kerimde Ahzâb sûre-i celilesinin 40. âyet-i kerimesinde (VE LÂKİN RESÛLÜLLAH-İ VE HÂ- TEM-EN-NEBİYYÎN — Lâkin o, Allahın peygamberi ve peygamberlerin de sonuncusudur,) buyurulmuştur. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey Allahın son peygam­beri.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ RAHMETEN LİL-ÂLEMİYN

Rahmeten lil-âlemiyn, âlemlere rahmet olan demektir. Gerçekten, Kur’an-ı kerimde Enbiyâ sûre-i celilesinin 107. âyet-i kerimesinde (VE MÂ ERSELNÂKE İLLÂ RAHME­TEN LİL-ÂLEMİYN — Biz, seni ancak âlemlere rahmet ol­mak üzere gönderdik,) buyurulmaktadır. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey âlemlere rahmet olarak gön­derilen...) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ ŞEFİ-AL- MÜZNİBİYN

Şefi, şefaat edici demektir. Müznibiyn ise günahkârlar anlamına gelir. Gerçekten, Peygamber efendimize Hak teâlâ şefaat hakkı bahş ve ihsan buyurmuştur. Mahşer gününde, bütün peygamberlerin dizleri üzerine çökerek, nefsleri kaygısına düştükleri esnada, Resûl-ü zişân efendimiz Allahu azim- üş-şân katında günahkâr ümmetine şefaatçi olacaktır ve bu şefaatleri de haktır. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine olsun, ey günahkârların şefaatçisi.) denilmek istenilmiştir.

ES-SALÂTÜ VES-SELÂMÜ ALEYKE YÂ RESÛLE RABBİL-ÂLEMİYN

Resûl ve Rabbil-âlemiyn kelimelerinin mânaları yukarı­da açıklanmıştı. Buna göre: (Salât ve selâm senin üzerine ol­sun, ey âlemlerin Rabbinin Resûlü.) denilmek istenilmiştir.

SALÂVATULLAHİ VE MELÂ’İKETİHİ VE ENBİYÂ’ İHİ VE HAMLE’T-İ ARŞİHÎ VE CEMİ-İ HALKİHİ ALÂ SEYYİDÎNÂ MUHAMMEDİN VE ÂLİHİ VE SAHBİHÎ ECMA’İYN

Allahu teâlânın fazl-ü ihsanı, meleklerinin, Nebilerinin, arşı taşıyanların ve bütün yaratılmışların tâzimat ve salâvatı efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm ile âlinin, evlâdının, ezvacının, ashabının üzerlerine olsun.

ALLAHÜMME SALLÎ ALÂ SEYYİDÎNÂ MUHAMME­DİN ABDÎKE VE HABİBİKE VE RESÛLİK-EN-NEBÎYYİL- ÜMMİYİ VE ALÂ ÂLİHÎ VE SAHBİHÎ VE SELLİM

Allahım! Senin kulun, peygamberin, sevgilin ve ümmi ola­rak yarattığın Nebiyyi âlimin olan efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâm ile âline, evlâdına, ezvacına ve ashabına sonsuz ihsanların ve senâlarınla, rahmet ve in’amlarınla tâzim buyur.

ALLAHÜMME SALLİ ALÂ SEYYİDÎNÂ MUHAMME- DİNİN-NEBÎYYİL-MELİHÎ SAHİB-İL MAKAM-İL Â’LÂ VEL-LİSAN-İL FASİH

Allahım! Efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâma son­suz ihsanlarınla, senâlarınla, rahmet ve in’amlarınla tâzim buyur ki, o senin mânen ve maddeten, zâhiren ve bâtınen gü­zellerin güzeli olarak yarattığın, Makam-ı Mahmud gibi yüce makamlar bahşettiğin, fasih lisan ile emirlerini ve nehiylerini tebliğ ettirdiğin Nebiyyi kerimindir.

ALLAHÜMMEC’AL EFDALE SALÂVATİKE EBEDEN

Allahım! Sonsuz ihsan ve senâlarının, rahmet ve in’amlarının en üstününü ve ebedisini

VE ENMÂ BEREKÂTİKE SERMEDEN

Hayır ve bereketlerinin, ezelden ebede kadar daima arta­nını

VE EZKÂ TAHİYYÂTİKE FADLEN VE ADEDEN

Tahiyyatının sayı ve fazilet bakımlarından en pâk ve arınmışını

ALÂ EŞREF-İL HALÂ’İK-İL İNSANİYYETİ

İnsan olarak yaratılmışların en şereflisi

VE MECMÂ-İL HAKAYIK-İL İYMANİYYETİ

İman hakikatlerinin makam ve menba’ı

VE TÛR-İT-TECELLİYAT-İL-İHSANİYYETİ

İhsanlarının ve gaip nurlarının tecellilerinin Tûr’u

VE MEHBİT-İL ESRAR-İR-RAHMANİYYETİ

Rahmani sırlarının nüzul ve hübut mahalli

VE ARÛS-İL MEMLEKET-İR-RABBANİYYETİ

Harem saray-ı vahdetinin mahrem-i esrarı

VE VASITATİ IKDİN-NEBİYYİN

Bütün Nebilerinin ahd ve misaklarının vasıtası

VE MUKADDİM-İ CEYŞ-İL MÜRSELİYN

Resuller ordusunun önderi ve öncüsü

VE KA’İD-İ REKB-İL ENBİYÂ-İL-MÜKERREMİYN

Mükerrem kıldığın bütün Nebilerinin yedicisi ve sürücüsü

VE EFDAL-İL-HALKİ ECMA’IYN

Bütün yaratılmışların en üstünü

HÂMİLİ LİVÂ’İL-İZZİL-Â’LÂ

Livâ-i izzetin olan Livâ-i hamdin sahibi

VE MÂLİKİ EZİMME’T-İL MECD-İL ESNÂ

Azamet ve kerem dizgininin mâliki ve mutasarrıfı

ŞAHİD İ ESRAR-İL EZEL

Ezel sırlarının şahidi

VE MÜŞAHİD İ ENVÂR-İ SEVÂBIK-İL-ÜVELİ

Bütün âlemler yok iken, ilmullahta mevcut olan nurların müşahidi

VE TERCEMAN-I LİSAN-İL KIDEM

Kelâm-ı kadimin olan Kur’an-ı azim-ül-bürhanın tercü­manı

VE MENBÂ’İL İLMİ VEL-HİLMİ VEL-HİKEM

İlinin, hilmin ve hikmetlerin kaynağı

MAZHAR-I SIRRIL-CUD-İL CÜZ’İYYİ VEL-KÜLLİYYİ

Dünyada kullarına bahşettiğin cüz’i nimet ve ihsanların­la, âhirette ihsan ve inayet buyuracağın külli nimetlerinin ta­mamına ait sırların açıklayıcısı,

VE İNSAN İ AYN-İL VÜCUD-İL ULVİYYİ VES-SÜFLİYYİ

Ulvi veya süfli insan vücudunun göz bebeği (Bilindiği gi­bi, göz bebeği görmek için zahiri sebeptir. Görmek, onunla mümkün olur. Gözün sırrı, süsü ve faydası odur. Onunla bü­tün yararlara vasıl olunur. Göz bebeği olmazsa, birçok büyük menfaatler ve faydalar ele geçirilemez. Oysa, aleyhissalâtü vesselam efendimiz, ulvi veya süfli bütün mevcudatın, iki ci­handa nimetlendiği ve faydalandığı göz bebeğinden elbette daha kıymetlidir.)

RUH-İ CESED-İL KEVNEYN

Dünya ve ukbanın veya gayp âlemi ile şuhut âleminin ce­setlerinin ruhu (Dünya ve âhiret ehlinin cesetlerinin ruhu)

VE AYN-İ HAYAT-İD-DÂREYN

Dünya ve âhiret hayatının (iki cihanın) gözü

EL-MÜTEHAKKİKİ Bİ-Â’LÂ RÜTEB-İL UBUDİYYETİ

Kulluk rütbesinin en yüksek ve en yüce derecelerinin ger­çekleştiricisi (Kulluğun ne büyük bir rütbe olduğunun öğre­ticisi)

VEL-MÜTEILALLİK-İ Bİ-AHLÂK-İL MAKAMAT-IL İSTİFÂ’İYYETİ

Seçtiğin ve beğendiğin en güzel ahlâk makamları ile ahlâklanmış olan

EL-HALİL-İL Â ZAM

En büyük ve sadık dostun

VEL-HABİB-İL EKREM

Tekrim buyurduğun sevgilin

SEYYİDİNÂ MUHAMMED BİN ABDİLLAH BİN ABDİLMUTTALİP

Efendimiz Abdülmuttalip oğlu Abdullah oğlu Hz. Muhammed aleyhisselâm ile ALÂ SÂİR-İL ENBİYA-İ VEL-MÜRSELİYN

Ve gönderdiğin diğer Nebilere

VE ALÂ MELÂ’İKETİK-EL MUKARREBİYN

Ve sana yakın olan meleklerine

VE ALÂ İBADİLLAH-İS-SALİHİYN

Ve bütün salih kullarına

MİN EHL-İS SEMAVAT-İ VE EHL-İL ARADİYN

Göklerde ve yerlerde bulunanların hepsine

KÜLLEMÂ ZEKEREK-EZ-ZAKİRÛN

Bütün zâkirler zikrettikleri müddetçe

VE GAFELE AN ZİKRİK-EL-GAFİLÛN

Ve senin zikrinden gafil olanların da gafletleri müddetince

VE SELLİM VE RADİYALLAHU AN ASHAB-İ RESÛLİLLAH-İ ECMA’ÎYN

Ve Resûl-ü zişânının ashabına da saadet ve selâmet ihsan buyur ve onların hepsinden razı ol yâ Rabbi!

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa